Makale

ORUÇ

ORUÇ

Yazan: CEVAT ÇELEBİOĞLU

Ramazan ayında mü’minler yarlığanmak; için duâ, tevbe ve istigfâr ederler. Câmi’lerde Kur’ân okumak, dinlemek suretiyle kalplerinde açılan nurlu ufuklardan asalet ve nezahete kavuşan temiz ruhlariyle o büyük var­lığa (Rabbü’l-İzzete) yaklaşmış olurlar. O’nun rızâsına, sevgili Peygambe­rinin şefâatma ehliyyet kesbederek bayramların müjdelediği ebedî felâha nâil olmak için, câmi’ler, mescidler dolup boşalır, bütün Müslüman evleri nurlu, feyizli, bereketli, şerefli birer mescidi andırır. Bazılarında mukabele­ler, Kur’anlar, hatimler, mevlidler okunur; duâ ve istigfâr edilir, Resûl-i Ekrem Efendimize salât ü selâm getirilir, iftar edilir. Bâzıları da geceleri terâvih kılınmakla ihyâ edilir. Fukara, muhtaçlar doyurulur, yetimler, öksüzler, kimsesiz fakir dullar giydirilir, böylece bayrama erilir. Bu alınan feyz, bereket, avn ü inâyet-i Rabbânî ile nurlanan kalbler, parlayan yüzlerin, elde edilen sayısız ma’nevî ni’metlerin âsârını izhâr için bayram yapılır. Yoksa imanlı, inançlı kimselere göre, Ramazan gitti, oruç bitti diye bayram yapmak değil, mahzun olmak icab eder.

Oruç, Dünya ve Âhir et saadetini te’min eder

Saâdet nedir? Evvelemirde şurasını hatırlıyalım ki:

İnsanlar şu Dünya denilen mahsüsât âlemine gelir, mukadder olan ömür­lerini tükettikten sonra ömürleri sona erer ermez geldikleri âleme dönerler. Bu da her gün gözlerimiz önünde cereyan edip durmaktadır: Her gün bir kaç yavru Dünyaya gelmekte, ömürleri tükenen bir kaç kişi de Âhiret haya­tına dönmek için ebedî karargâhları olan kabirlere tevdi’ edilmektedir. Bu gelip gitme kendi elimizde -arzumuzla- değildir. Hâlık Teâlâ’nın yaratması, yaşatması, öldürmesiyledir.

Dünya Hayâtı

Dünya hayâtı pek renksiz, pek kararsızdır. Her gün, her saat, başka başka cilvelerle tecellî edip durmaktadır.

Bu gün sürür, sevinç içinde güldürür. Yarın elem keder içinde ağlatır. Bu gün zevk u safâ içinde yaşatır, yarın ezâ, cefâ karşısında sızlatır. Bugün, sağlam, sıhhatli, kuvvetli gösterir, yarın alîl, hasta, zayıf düşürür. Bugün, varlıklı tüccar, milyoner kılar, yarın yoksul, muhtaç, müflis yapar. Bugün, i’tibâr, ihtiram elleri üzerinde gezdirir, yarın zillet ve hakaret nazarları karşısında bırakır. Bu gün memur, müdür, müdebbir kılar, yarın ma’zül, mağdur, emekli yapar. Bu gün gezdirir, tozdurur, söyletir, yarın yataklara serip inletir.

Hülâsa, dünyanın âfetleri, musibetleri, ezici, üzücü, yakıcı, yıkıcı, gam keder verici, ağlatıcı halleri pek çok, pek çeşitli, muhtelif derecede şiddetlidir. Ziya Paşa ne güzel demiştir:

Bir katre içen çeşme-i pür-hûn-ı fenâdan

Bâşın alamaz bir dahî bârân-ı belâdan

Asûde olam dersen eğer gelme cihâne

Meydâna düşen kurtulamaz seng-i fenâdan

Ramazan-Oruç

Şehr-i Ramazan -Fârisîcesi (Mâh-irûze), Türkçesi (Oruç ayı) olduğunu mü’minler bilir.

Bu ayın (Ramazan) adını almasının vecihleri şöylece bildirilmekte­dir:

Kızgın, yakıcı sıcaklar, artıcı harâret yâhud doğrudan doğruya yakmak ma’nâlarınadır. Binâenaleyh:

  1. Ramazan ayı -aylara isim verilirken- sıcak mevsime tesadüf ettiği için bu ismi almıştır.
  2. Ramazan ayının -mağrifet ayı olduğundan- oruç tutanların gü­nahlarını yakıp mahvettiği münâsebetle bu isim verilmiştir.
  3. Oruçlu kimsenin -bilhassa yaz günlerinde- iç harâreti, mîde susuz­luğu, yanması şiddetlendiğinden dolayı bu nâmı almıştır.

Bütün âlemleri, varlıkları yaratıp yaşatan, kemâle eriştiren (Rabbü’l-âlemîn) olan (Allâhu zü’l-Celâl); bâzı zaman ve mekânları ve bâzı insanları ayrı ayrı meziyetler, faziletler, şerefler bahşetmek suretiyle diğerlerine tafdil ve tercih etmiştir. İdrâki şerefine mazhar. buyurulduğumuz (Ramazân-ı Şerîf ayı) da, seneyi teşkil eden on iki ay içinden böylece şerefler, faziletler, kutsiyyetler, esbâb-ı necat ve felâh olan mevhibeler, İlâhî ihsan, atiyye, mağ­firet ve rahmetlerle bezenmek suretiyle diğer aylara tafdîl edilmiş, üstün kılınmıştır. Şöyle ki:

1-Bütün beşeriyyeti zulmetten nûra çıkaran, ebedî saadete eriştiren “Kur’ân-ı Kerîm” bu ayda, bir gecede, “Kadir gecesi”nde inzâl edilmeğe başlanmıştır.

  1. İslamiyet’in esaslarından, rükünlerinden biri olan (oruç) un bu ayda tutulması emir ve ferman buyurulmuştur.
  2. (Leyle-i Kadir), o feyizli gece, bu aydadır.
  3. O ayda edilen ibâdât ve tâat, tutulan oruç, edilen rûhî oruçların, bilhassa (Kadir gecesi) ndekilerin, diğer zamanlardakilerine kat kat üstün­lüğü bildirilmiştir.

5- İlk on günü (rahmet), ikinci on günü (mağrifet), son günleri de cehennemden azadlık olduğu yâni bu ayda dileyenlerin dileklerine,, iste­yenlerin istediklerine, günahlarından tevbe edenlerin, afv u mağrifete, hulûs-i kalb ile ibâdet ve tâata devâm edenlerin de âhiret azablarından halâs ve necâta nâil olacakları hadîs-i şeriflerle açıklanmaktadır.

6— Ramazan ayım lâyık olduğu kudsiyyetini takdir, kadr u kıymetini yakînen tasdik ile ihyâ edip bayram gününü idrak, onu da tekbîr ve tehlilleriyle tezyin edenlerin felâh-ı ebedîsi îlân buyurulmuştur.

Daha nice nice şerâfet ve kerametleriyle üstünlüğü yüzünden; Allâhın birliğim, kudret, kuvvet ve azametini, bütün peygamberlerin -bilhassa son peygamber olan Hazret-i Muhammed Mustafâ sallallâhu aleyhi ve sellemin- nübüvvetini tasdik etmek suretiyle şüphesiz inanan mü’min ve Müslümanlar da bu mübârek ve muazzam ayı, gündüzleri oruç tutmak, geceleri terâvih namazı kılmak, zekâtlariyle vesâir sadakalariyle fiıkarâ ve muhtaçlara yardım etmek, hatâ ve isyanlarının affını niyaz ve ümid etmekle geçirirler.

İbnü’l-Emîn Mahmud Kemal İnal’ın birâderi Selim İnal’ın bir gazelinden şu parça:

Hande için dem bulamaz hûş-yâr Her nefes aldıkça fenâdır gelen

Girye-i nevzad bunu gösterir Aleme mahkûm-ı bükâdır gelen

Vâdî-i şekvayı bırak ey Selim Hâtıra teslim-i rızâdır gelen.

maksadı ne güzel tasfîr ve îzah etmektedir.

Saadet

Kâinatın Hâlıkı olan “Âllâhu Azîmü’ş-şân” insanları ve ruh sâhibi olan hayvanları yaratır yaratmaz onlara hayatlarını idâme ettirecek, saâdetlerini temin edecek olan (celb-i menfaat, def’-i mazarrat) hususlarım öğ­retir. Menfaati celb, mazarratı defetmek de, esaslı bir sabır ve tahammül, sıhhatli bir vücud, kuvvetli bir ruh, mütekâbil sevgi ve saygıyı îcâb eder. Binâenaleyh:

Saâdet, dünyânın bu gibi âfet, musibet ve felâketlerine karşı emîn, metin, sarsılmaz bir sûrette sabır ve tahammül melekesine mâlik olmak.

Saâdet, cihânın bu gibi hallerine karşı duracak sıhhatli, kuvvetli, her türlü illet ve marazdan sâlim bir vücûde mâlik olmak.

Saâdet, ölmez, fenâ bulmaz kuvvetli ve kudretli bir varlığa kemâliyle i’tikat ve i’timad eden, inanan, dayanan bir ruh sâhibi olmak.

Saâdet, karşılıklı sevgi ve saygıya sâhib bir âile, bir cemiyet, bir millet içinde bulunmak ile tahakkuk eder.

Bu saydıklarımızdan kısmen veya tamâmen mahrum olan ferdler, âileler, cemiyetler, milletler saâdetten mahrum, hüsrâna mahkûmdurlar.

Hülâsa: İnsan mes’ûd olabilmek için sabırlı, tahammüllü, vücûdu sıhhatli, rûhu kemalli, âile ve cemiyet içinde sever ve sevilir vaziyette olmalıdır.

Aksi, felâkettir.

İnsanları yaratıp buhis âlemine sevkeden (Kâdir-i Mutlak), onlara saâ­det yollarını da, felâket çukurlarını da göstermiş, bu yolların hangisi rızâ­sına, sevgisine muvâfik ve hangisi gadabına, hışmına lâyık olduğunu bildir­miştir. Bunlardan istediklerini seçmek, arzu ettikleri yoldan gitmek hürri­yetini de ellerine vermiş, ihtiyarlarına bırakmıştır.

Aklı başında olanları saâdete ulaştıran, felâketlerden uzaklaştıran “din”dir.

Din, Allah tarafından vaz’ olunmuş bir kânundur ki, insanlara saâdet yollarını gösterir, onları saâdete eriştirir, yaradılışlarındaki gaye ve hedefi Allâha ne suretle ibâdet edileceğini bildirir. Dîni kabûl eden, getirdiklerine inanan akıl sahiplerini kendi arzu ve ihtiyarlariyle “hayır”olan işlere sevkeder.

Bu sebebdendir ki, mü’minler, ma’lûm bir gaye, muayyen bir hedef tâkib ettiklerinden varlıkta da, darlıkta da, sıhhatta da, marazda da sabit­tirler.

İnanmayanlar, dinsizler ise varlıkda azarlar, darlıkta şaşarlar, sıhhatta saparlar, hastalıkta bunalıp intihâra koşarlar. Her an tahavvülât, tebeddülât içinde yuvarlanırlar.

Bütün İlâhî dinler, insanların felâhlarını, saâdetlerini te’min içindir. Semavî dinlerin hangisine bakılsa “oruç” ile emredildiği görülür.

Müminlerin ibtilâ ve imtihâm

Bütün dinler, kendine inananların, elem ve keder evi olan bu dünyâda tecrübe geçirmedikçe, ikrâm ve ihsan evi olan âhiretin bakı ni5 metlerine ulaşamayacaklarını bildirmektedir. Zîrâ târihlere bir göz gezdirdiğimizde, şimdiye kadar gelip geçen milletlerin hayat târihlerini tetkik ettiğimizde: Evvelki gelenek, göreneklerinin te’sîri altında kalarak,

Akrabâ, taallûkât, kabîle, kavmiyyet, milliyyet gayreti duyarak, Beklediği emvâl, emlâk, servet ve sâmâm elde edemiyerek, Gözlediği yüksek mevki, makam ve mertebelere eremiyerek, Emdiği sütün teiniz, yediği lokmanın helâl olmadığından tabiatın­da kararsızlık duyarak,

Aldığı terbiyenin müsâadesi, terbiyesinde karşılaştığı serbesti ve müsa­mahadan cesâret alarak,

Yalancı görünüşe ve âlâyişe kapılarak,

Yabancı, yalancı telkinlere uyarak,

Cehâlet, bilgisizliğin karardıklarına dalarak,

Akıl ve mantık, tefekkür ve tedebbür ziyâlarından mahrum buluna­rak din, akîde, mezhep, meslek ve meşrep değiştirmelerin çeşitlerine rastlanmakta, içi dışı bir olmıyan, kalplerinde sakladıkları garaz ve kini içlerine sığdıramıyan, karşısındaki topluluğu dağıtmak, toplumun vücuda getirdiği kuvvet ve kudreti, azamet ve şevkini kırmak, bu suretle geçmiş -ecdad- intikamı almak, bu sayede takke kapmak gibi şeytânı düşünceler, iblîsâne hareketlerle, vicdanlarına gizlemekte oldukları nifâk ve şikâkı aleniyyete vuran münâfıklara tesadüf edilmekte, hattâ yeni dinler te’sîs iddiasında bulu­nanlar, hem kendilerine hem de kendi yollarına gidenleri, kendilerine uyanları tehlikeden tehlikeye götüren, hayatlarını altüst, dünyâ ve âhiret saâdetlerini berbât ve perişan edip türlü türlü felâketlere düşüren yalancı peygam­berler, daha ileri giderek yaratıcılık iddiâsında bulunan yeni “ilâh”ların zu­hurları görülmekte, bilinmektedir.

İşte bu sebeplerden dolayıdır ki:

“Mü’minim, îmân ettim, inandım” diyenlerin sabır, sebat, sadakatları meydana çıkmak için dünyâda bir imtihâna tâbi’ tutulmaktadırlar.

“Kur’ân-ı Hakîm” Ankebut Sûresinde bu hakikatleri şöylece bildir­mektedir:

ı— Tâ ki, nefis, mal, ni’met, hicret, cihad, ibâdât, tâat ye envâı me­şakkatle imtihan edilmedikçe, mücerret “biz îmân ettik” demeleriyle terk olundular mı zannettiler.

2— Onlardan evvel geçen enbiyâ ve evliyâyı, biz envâ-i belâlarla imtihân, ibtilâ, ve tecrübe ettik, Kimi maktûl , kimi madrub ve mecruh olup hiç biri dîninden udûl ve irtidâd etmedi. Bu da Allâhu Teâlâ’ya cümlenin hâli ma’lûm iken imtihanla, îmanda sâdıkları, kâzibleri temyîz edip sâdık­lara sevabla, kâziblere ikabla cezâ ettiğini göstermek, bildirmek içindir.

3- Ol küfr ve ma’siyet işleyenler zannederler mi ki, biz onları - kuvvetle veya acizle - günahlarının cezasından vazgeçelim. Onların bu hükümleri ne kötü bir hükümdür.

Bu imtihan devresinde en ağır sualler; peygamberlere, evliyâya, ülemâya tevcîh olunmakta, en büyük -musibetler, felâketler de yine onlara isâbet etmektedir:

Târih-i enbiyâ -peygamberler târihleri-, siyer kitapları tetkik edilince, peygamberlerin:

ı— İstihzâ (alay edilmek) iftirâ ve isnatlarla karşılanmak,

2- Döğülmek, yaralanmak, taşlanmak, aç ve susuz bırakılmak,

  1. Mallarından, evlâdlanndan, âilelerinden ayrılmak, yurdlarından, yuvalarından uzaklaştırılmak,
  2. Kuyulara, zindanlara atılmak, köle diye satılmak,
  3. Denizlerde balık karnında uzun müddet dolaştırılmak,

  1. Onulmaz yaralara, çaresiz dertlere tutulmak,
  2. Kesilmek, biçilmek sûretiyle şehîd edilmek.

Hülâsa, tahammülün fevkinde en ağır zulüm ve gadr, en şiddetli azâb ve işkencelerle ibtilâ ve imtihan edildikleri görülür.

Bir hadîs-i şerifde de:

Dünyada en büyük musibetlere, en ağır felâketlere, tahammülü müşkül elemlere, kederlere, meşakkatlere, en çirkin muâmelelere, saldırışlara, sa­vaşlara, hücumlara mâruz kalanlar, birinci derecede peygamberler, sonra Allah’ın velîleri, ülemâ, fukahâ, ümerâ... sırasiyle derece derece milletin ileri gelenleridir, buyurulmuştur.

Peygamberlerin, din ulularının bu suretle en büyük felâketlere ma’ruz

bırakılmasının hikmeti

Peygamberler, insanların en hayırlıları, ayıplardan ârî, fenalıklardan ma’sum ve berî oldukları halde en ağır felâketlere mahrûmiyetlere, en şiddetli mûsîbetlere giriftâr olmalarının sebeb ve hikmeti:

  1. Allaha kulluk etmekte, ibâdet ve tâattaki sabır ve sebatlarının zuhûru.
  2. Ecir ve mükâfatlarının çoğaltılması, derecelerinin yükseltilmesi, kendilerine (şefâat) hakkının tanınması.
  3. İnsanların bu gibi mihnetlere, iptilâlara ma’ruz kaldıkları za­manlarda peygamberlerin ahvalini düşünerek, çektikleri meşakkatleri hatırlıyarak teşfiye-i sudur etmeleri, tesellî bulmaları.
  4. Dünyânın bir dâr-ı iptilâ -hüzün, keder, elem evi- olup bir dâr-ı ikrâm ve ihsân olmadığını hatırdan çıkarmamaları.
  1. Peygamberlerden birinin izhâr ettiği her hangi bir mu’ciseyi gö­rünce Nasâranın İsâ aleyhis-selâm’ın ulûhiyyetine kail oldukları gibi- ulûhiyyetine i’tikâd etmemeleri, çünkü ulûhiyyete lâyık olan, ibtilâ ve imtihân olunan değil ancak iptilâ ve imtihan edendir.
  1. Bu mu’cizelerin, Allâhu Zü’l-Celâl’in irâde ve halkı ile olup âciz bir insan tarafından olmadığına i’tikâd etmeleri.

7— Kadr ve şereflerinin artmasına sebeb olan peygamberlerin de -celb-i menfaat def’-i mazarrat- husûsunda sair insanlar gibi âciz kullar olduklarına inanmaları içindir.

Şu îzâhâta dikkat edilirse görlür ki:

Bunu böylece bilip i’tikâd eden bir mü’min’, (benden bu felâketi def’ eder bana bu gibi maddî, ma’nevî ecir ve menfaat te’mîn eder,) akide ve zihniyetiyle hiçbir kimsenin arkasına takılmaz, ona bağlanıp insanlıktan çıkmaz. En büyük felâketlere ma’ruz kalanların, bunları def’ e muktedir olmayan büyükler olduğunu düşünür.

Oruç bizdeki hulûs derecesini, dîne karşı ne derecede bağlı olduğumuzu tecrübe ve imtihan hikmetine mebnî farz kılınmıştır

Hâlık Teâlâ, bir âyette:

“Sizi (korku, açlık, mallarınızı, nefislerinizi, semerât-ı kalbiniz olan evlâtlarınızı tenkısdan) bir şeyle tecrübe ve imtihân ederiz. Kendilerine bir musibet isâbet ettiği vakitte, biz Cenâb-ı Hakk’ın mahlûk ve memlûküyüz, neticede yine O’na döneceğiz, diyerek sabredenlere müjdele. bu­yurmuştur.

Müfessirler de buradaki (açlık) kıtlık veya Ramazan orucu, (malların tenkisi) da, telef veya zekât ve sadakadır, diye tefsir etmişlerdir.

Resûl-i Ekrem Efendimizin Muâz bin Cebel’e gönderdiği şu mektup sûreti de bu âyeti teşrih etmektedir. Muâz bin Cebel, şöyle naklediyor:

Bir oğlum vefât etmiş, beni elemlere gark eylemişti bunun üzerine Peygamberimizden şu mektubu aldım: (kısaca meali)

“Allahın Resulü Muhammed {sallallâhu aleyhi ve sellem)den Muâz bin Cebel’e:

Cenâb-ı Hak, size sabr-ı cemîl, ecr-i cezît, şükr-i vefîr ihsan eylesin -yâni bu mükâfatlarla taltif sabır ve tahammülün en yüksek mertebelerini ilhâm ve i’tâ, şâkirînin şükriyle- mezzûk eylesin-

Kendimiz, nefislerimiz, mallarımız ehl ü iyâl ve evlâdlarımız ve bunların mal­ları, kâffesi Cenâb-ı Hakk’ın Îlâhî hazînelerinden kullarına karşı bahşişleridir. Muayyen müddet, mukadder zamana kadar faydalanmamız için emânet ve âriyettir. Muayyen ve mukadder olan vakit gelince onları kabzedecek ve alacaktır.

Şurası da ma’lûmun olsun ki:

Cenâb-ı Hak bu nimetleri bize verdiği zamanda şükrü, aldığı zamanda -iptilâ ve imtihân vakitlerinde- de sabrı farz kıldı.

İşte sizin oğlunuz da, mevâhib-i İlâhiyye cümlesindendir. Size emânet ve ariyet olarak bırakmış olduğu vedîadır. Mukadder bir müddet onunla mağrur ve mesrur oldun, şimdi de onun yerine teslim ve iâdesi üzerine Cenâb-ı Hakdan mükâfât, ecir ve sevap bekleyerek sabır ve tahammül edersen yüksek ecirlere nâil olursun.

Yâ Muâz!

Nail olduğun bu ecirleri senin cüz’ ü fer’in için -ağlayıp sızlaman- mahvetmesin. Sonra kaybetmiş olduğun nimetlere, mükâfatlara nâdim ve me’yûs olursun, bilmiş ol ki, feryâd ve figân, ne ölüyü diriltip geriye getirebilir, ne de elem, keder ve hüznü def ’ edebilir.

Binâenaleyh bir gün olup muhakkak surette kendi başına gelecek olan ölümü düşünerek müteselli ol! Ve’s-selâm.”

Hattâ geçmiş din ululan da şöyle demişlerdir:

Cenâb-ı Hak îmânı, şirkten temizlenmek, namazı, kibirden arınmak; ze­kâtı, fukarânın rızkına, iaşesine sebeb olmak; orucu da insandaki hulûsu -dîne bağlılıklarının derecesini- tecrübe ve imtihan için farz kılmıştır.

Oruç, bu ibtilâ ve imtihanda muvaffakiyet sebeblerinden biri ve başlıcası olan (sabır ve tahammül melekesi) ni vücûde getirir

Oruçlu olan bir kimse, değil harâm olan şeylere, halâl ve mubah olan bütün işti’hâ ve lezzetlere karşı sabahtan akşama kadar uzak durmak, hiç el sunmamak, nefsini bunların hepsinden menetmek, iftar zamanını bekle­mek sûretiyle kendisinde hâsıl olan sabır ve tahammül melekesi, birçok mahrumiyetler karşısında yılmamağa, ye’se düşmemeye tahammül kudretini meydana getirir. Artık dünyânın elem ve ızdırapları karşısında ye’se düş­mek, üzüntü duymak, cinnet, evham kuruntu ve şâir sinir hastalıklan, teverrüm, intihar gibi felâketlerden kurtulur.

Binâenaleyh dünyânın muvakkat açlık, susuzluk gibi geçici mahru­miyetlerine, meşakkatlerine, mihnet, âfet, musibet felâketlerine vesâir ıstırap verici hallerine karşı sarsılmaz, yıkılmaz, feryâd ve fîgâna başlamaz. Belki kemâl-i sükûnet ve metânetle mukabele eder. Sabır ve tahammül gösterir. Bunların kalkması çârelerine tevessül eder, bunlardan kurtul­mak için Cenâb-ı Hak’dan yardım taleb eder, niyazda bulunur.

Oruç, beşeriyetin saadetini te’min edecek olan yüksek tıbbî faydalan ’ da ihtiva etmektedir

Tabîb-i asâd şefî-i yevmi’l-arasât (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Efendi­miz, bir hadîs-i şeriflerinde: “Oruç tutunuz sıhhatinizi elde etmiş, muhafaza eylemiş olursunuz.” buyurmuşlardır.

Bir hadîs-i şeriflerinde de: “Az ye, illet-i«maraz sahibi olma!” buyur­muştur.

“Az yiyen çok yer, çok yiyen az yer” darb-ı meseli de bundan alınmış olsa gerek. Az yiyen sıhhatte kalıp çok zaman yer. Çok yiyen, mîde rahatsız­lığına mübtelâ olup az zaman sonra yemekten kesilir, demektir. Diğer bir hadîs-i şerifde: “Mîde, hastalıkların yuvasıdır. Perhiz (oruç) ilâçların ba­şıdır.” denilmektedir.

Başka bir hadîsde ise: “Bütün hastalıkların kökü, mîde dolgunluğudur.” buyurulmuştur.

Din ulularından biri de şöyle demiştir:

“Sabah akşam yemeklerini ye, arasında yemekten sakın, ağrı sızı gibi bütün hastalıklardan emîn olursun. Çünkü Cenâb-ı Hak, ehl-i Cennet hakkında: “”buyurmuştur.

Büyük İslâm feylesofu İbn-i Sînâ: “Kable’l-hazım yemek yemekten sakın, dâhili hastalıkların pek çoğu bundan ileri gelir.” diyor.

Eski hükemâdan Eflâtun da: “Cisim ve vücûdun rahatı az yemekte, dilin rahatı az söylemekte, ruhun rahatı günahları azaltmak ve onlardan kaçınmakda, kalbin rahatı da intikam hissim azaltmak ve yok etmektedir.” diyor.

Sokrat ise: “İnsanlar, vahşî hayvanlar gibi yiyerek hasta olurlar. Biz de onları, kuşlar gibi yemeye mecbur ederek tedâvî ederiz.” demiştir.

Yukarıda sıraladığımız âyet ve hadîslerin, ulemâ, hükemâ, etıbba

sözlerinin neticeleri

İnsanların yaratılmasından maksat, yalnız yiyip içip, yatıp uyumak değil, belki bütün mahlûkâtın mahrum bulunduğu “akıl cevheri” kendilerine verildiği için iyiyi, kötüyü düşünüp hak ve hakikate ulaşmaktır. Hakikati görmek ve bulmak için de ağız ve boğazı; fazla yemek ve içmekten, dili de lüzumsuz yere söz söylemekten imsâk etmek lâzımdır. Çünkü fazla yemek, lüzumsüz söylemek, hakikati görmek hususunda göz bağıdır, hakikati göstermez.

Yemek yaşamak içindir. Bilâkis, yaşamak yemek için değildir. Yiyinti, vücud makinesinin işlemesi için mîde ocağının ateşidir ki, onun, nisâbında (karârında) olması lâzımdır. Fazla ateş, ocağın ızgarasını eriteceği gibi ta­hammülünden ziyâde yemek de, mideyi harâb eder. Hattâ makine ocak­larım dinlendirmek için ara sıra onları, tâtil ederler. Bunun gibi mîde oca­ğının da ara sıra dinlenmesi için Ramazanda oruç tutmak farz, şâir günlerde sâim bulunmak sünnettir.

Vücud, mîde, dimağ zaman zaman dinlendirilmek lâzımdır

Vücûdun dinlenmesi, uyku, oturmak, istirahat etmekledir. Bu yapıl­madığı vakitte a’zâ, a’sâb gevşekliği, umûmî iştahsızlık, ra’şe ve şâire gibi ânzalar yüz gösterir.

Midenin dinlenmesi, perhiz ile, oruç tutmakladır. Bunlar yapılmazsa mîde ülseri, mîde kanseri, mîde büyümesi, genişlemesi, bağırsak tıkanıklığı, kan zehirlenmesi ve sâire gibi dâhilî hastalıklar meydana gelir.

Dimağın dinlenmesi ise, zihnî, fikrî meşgüliyetleri azaltmak, havadar yerlerde gezerek hissî iştigâlâtta bulunmak iledir. Bunlar yapılmazsa, dimağ dinlendirilmezse zillinde durgunluk, intikalde güçlük, sinir hastalıkları, çıldırma alâmetleri gibi avârız husule gelir.

Oruç, Ruhları Allahın civâr-ı rahmetine yaklaştırır

Oruç, kalbde rikkat, dimağda nûrâniyyet husûle getiren bir emr-i Gelîl-i İlâhîdir. Bu nûrâniyet vâsıtasıyle kendisine birçok hakâyık ve esrâr münkeşif olur.

Şöyle kı: Dünyâda her mevcud, kemâl için seyretmekte, dolaşmakta, çırpınmaktadır. İnsanlardan kemâlât erbâbı, rûhî ve mânevî kemâli, riyâzet ve muhâsebe-i sefs sâyesinde elde etmeye muvaffak olmuşlardır. Çünkü bu sâyede cismânî ağırlıklardan, beşerî alâyıkdan, hissî mânialardan kurtu­larak hâsıl ettiği letâfet, nûrâniyet ile mânevî âleme, rûhânî kemâle ulaşır, Hakka yaklaşır, birtakım hakâyık ve esrâr kendine münkeşif olur.

(Hattâ bir âyet-i Celîlede, (oruç tutanlar) seyyahlara benzetilmişler­dir.

Aralarındaki münâsebet, benzerlik, alâka da:

  1. Seyyah, esnâ-yı seyâhatinde aç, susuz, uykusuz kalır, birçok zah­met ve meşakkatlerle karşılaşır, birtakım engellere, mânialara tesâdüf eder. Bunları yenip geçer, işte oruçlu da böyledir.
  2. Seyyah uğradığı memleketlerde, hiç görmediği acâyib, garâibe tesâdüf eder. Muhtelif insanlara, çeşit çeşit lisanlarına, âdetlerine, eserlerine, san’atlarına, oralarda yaşamış eski milletlerin medenî eserlerine şâhit olur.

Oruçlu da böyledir: Ramazanın kudsiyyeti, orucun nûrâniyyeti kar­şısında açılan nurlu ufuklar, lâtif makamlar görür, rûhî ve ma’nevî âlem­lere doğru yükselmeğe başlar. Mahsüsât âleminde görmediği, bulmadığı hâletlere vâkıf olur. Birtakım ma’nevî hakikatler kendisine münkeşif olur. Rûhânî kemâlâttan kemâlâta ulaşır, bu cihetle de âyet-i celîlede müj­delenen kimselerden olur.

Orucun ictimâî ve ahlâkî faydaları

Oruç, muvakkat açlık sebebiyle yoksulların, yetimlerin, kimsesizlerin, kudret ve kuvvetten düşmüş âcizlerin perîşân hallerini düşündürür. Onların yardımlarına koşmayı, ihtiyaçları def’ etmeyi, yardımlaşma hislerini mey­dana getirir.

Oruç, insana aç kalmanın acı âkıbetini, açlıkta çekilen ıztıraplan, açların elîm, müşkül durumlarını, açlığı intâc eden isrâf, sefâhet gibi lüzum­suz harcanma, yersiz masrafların kötülüğünü düşündürür. Aç kalmayı intâc eden tembelliğin terkini, açlığı giderecek, inşam rahat ve saâdete erdi­recek olan çalışmanın lüzûmunu hatırlatır.

Oruç, Oruçluya -iftar zamânı her görülen yiyintiye, hırs ve iştihâ ile bakılıp alındığını- iftardan sonra bir iki lokmanın kendini doyurup o şeylerin hepsinin olduğu gibi kaldığını göstermek süretiyle hırsın, isrâfa sürükleyen kötülüğünü gösterir de, hırsı terk ettirir.

Oruç, aç kalan kimseyi, bu hırsın her fenalığı irtikâba sevk edeceğini, birçok âile geçimsizlikleri, yurd ve yuvaların dağılmaları, evlât ve âilelerin perîşân vaziyete düşmeleri, hırsızlık, arsızlık, uğursuzluklardan birçok­larının sebebi (açlık) olduğunu düşündürür.

Netice şu olur:

Oruç tutan kimse, aç kalmaz, müsrif olmaz, sefâhate dalmaz, tembelliği sevmez, çalışıp çabalar, haris olmaz, kimsenin elindekine göz dikmez, ailesinin, evlâtlarının, akrabâ ve komşularıma, hattâ milletinin, muhtaç­ların, yoksulların aç kalmamasına çalışır, açların yardımına koşar.

Oruç ahlâkı tasfiye eder

İnsan oruçlu iken hassas oîur:

Kendisine yüksek sesle hitap edilmesinden müteessir olur. Gürültüden, ağır sözlerden, herhangi bir haksızlığı görmekten, büyüklere hürmetsiz­likten, küçüklere merhametsizlikten ezâ duyar.

Binâenaleyh: Bu gibi münâsebetsizliklerden kendini uzak tutup temiz­lemeye çalışır, bütün fenâ huyları bırakıp güzelliklere alışır.

Oruçlu insan, çok lâkırdı söylemek istemez, uzun sözleri dinlemeye ta­hammül edemez. Bu suretle de gıybet, nemîme, koğuculuk, müzevirlik, ya­lancılık gibi kötülüklerden kendini uzaklaştırır.

Neticede oruç, sâhibini âhirette Cehennem azablarından, ateşlerinden korumuş, muhâfaza etmiş olur.

Habîb-i Edîb-i Hüdâ, Şefî-i Refî-i Rûz-i Cezâ Hazret-i Muhammed Mustafâ (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, bu hakikatleri işbu hadîs-i şerifleriyle bildirmektedir:

“Oruç, sâhibini Cehennem ateşinden koruyan bir (kalkan) siper­dir.

.. “İnsanın karnı aç olursa, diğer a’zâları doymuş olur. Bilâkis karnı tok olursa, diğer a’zâları acıkmış olur.” denilmiştir:

Karnı tok olursa, insanın diğer a’zâları acıkır, aç kurtlar gibi günahlara kötülüklere atılır, aşkınlar, taşkınlar, sapkınlar, şaşkınlar zümresine katılır, dînî hudutları aşar, doğru yoldan sapar, isyân, tecâvüz, zulüm ve teaddîlerle etrâfa taşar, insânî yolları şaşırır, sefâlet ve sefâhet gibi ahlâksızlıkları taşırır, aldı başdan aldırır, Allah korkusunu kalbden kaldırır, önüne gelen mal, can, ırz ve nâmusa saldırır.

Bilâkis karnı aç olursa diğer a’zâlar doyar: Kendilerinde teslimiyet hisleri doğar; saf, temiz, lâtif olan rûhun emrine uyar; Allâha karşı vazi­felerine, sâdık, halka insaflı, ilim ve fen erbâbına karşı uysal ve mütevâzi’; büyüklere, yaşlılara hizmet ve hürmet; fukaraya ihsân ve sehâvet; küçüklere, geriçlere karşı şefkat ve merhamet, câhillere, kendini bilmezlere karşı da sükût ile mukabele ve muâmelede bulunur.

Ramazan Orucu

Ramazan orucu, mü’minlere, Müslümanlara, inananlara mahsus olan bir ibâdettir.

Oruç, âkil, bâliğ, hayız ve nifasdan tâhir kimselerin ibâdet niyyetiyle sabahdan akşama kadar yemek, içmek ve cinsî münâsebetleri terk etmesin­den ibarettir. Binâenaleyh sabilere, mecnunlara oruç farz değildir. Fakat gücü yeten bir çocuğun tuttuğu oruç sahihtir.

Oruca Niyyet

Oruca niyyet etmek lâzımdır. Bu niyet, orucun rükünlerindendir. niyyetsiz oruç olmaz. Bu da oruç tutacağım kalben hatırlamaktır. Dili ile de söylemek daha iyidir.

Çünkü aç durmak, riyâzeti âdet etmekten, iştahsızlıktan, hastalıktan, yiyecek bulamamaktan, mahbus bulunmaktan.... ve şâir mânilerden dolayı da olabilir.

Hülâsa: ibâdetle âdetin ayrılması için (oruca niyyet) lâzımdır.

Çünkü kasd ve niyyet, yapılan işlerin, fiillerin alacakları hükümleri değiştirebilir:

Birçok dünyâ amelleri vardır ki, “niyyet ve kasd” ile âhiret amellerinden olur. Meselâ: Mektep, hastahane, köprü, yol yaptırmak, her hangi bir ye­timi büyütmek, bir öksüzü evlendirmek gibi dünyâya âit işler, “Allah rızâsı” kasd ve niyyet edilerek yapılırsa âhiret amellerinden olur.

Âhiret ameli olan, kılman namaz, tutulan oruç, verilen zekât, sadaka, edilen zikir ve tâat, va’z ve irşâd ise gösteriş, her hangi bir dünyâ menfaati, “kasd ve niyyet”i ile yapılırsa dünyâ amellerinden, işlerinden olur.

Her günün orucu başlı başına müstakil bir ibâdet olduğundan her günün orucuna ayrı ayrı niyet etmek lâzımdır.

Çünkü bir orucun -her hangi bir suretle- -ifsâd edilmesi, bozulması diğer oruçların sıhhatine mâni’ olmaz. Yalnız o günün orucunu kazâ etmek lâzımgelir.

Fakat teravih böyle değildir. O, bir niyetle kılınabilir. İkişer rek’atta bir selâm verilmek ve dört rek’atta selâmdan sonra oturmak, salât ve selâm getirmek -ki buna (tervîha) derler, beş tervîha olur. Hepsine birden (terâvih) derler. Bu namaza da Terâvih namazı denilir- üzere yirmi rek’at namaz sünnettir. Her çift rek’atta selâmdan sonra niyyet lâzım değildir.

Her hangi bir rek’atta namaza fesad karışırsa -namaz bozulursa- yalnız o rek’at kazâ edilmeyip o (şef’) çift rek’at iade edilir.

Orucun farzları

Hülâsa, orucun farzlan, rükünleri, esasları üçtür:

1— Niyyet etmek,

  1. Niyyetin evvel ve âhir vaktini bilmek,
  2. Sabahtan Akşama kadar orucu bozan şeylerden sakınmaktır.

Bunlardan biri bulunmazsa oruç sahih olmaz. Kazâ edilir.

Binâenaleyh, oruç tutmakla mükellef olan her mü’min ve Müslü­man için orucu bozan, bozmayan şeyleri, ne zaman kazâ, ne vakit keffâret îcâp ettiğini Öğrenmek lâzım ve vâcibdir.

Bunları burada sıralamak, böyle bir makaleye sığdırmak mümkün ol­madığından, bunları en açık bir şekilde bildiren, Diyanet İşleri Reisliği yayınlarından (Cep ilmihali) adlı eseri okuyup bellemeyi tavsiye ederim.

Ramazan orucunu bu çerçeve içinde bütün şartlarına, hudutlarına riâyet ederek tutan inançlı, îmanlı kimselere verilecek uhrevî mükâfat, bu mü’minlerin nâil olacakları yüksek dereceler, makamlar, türlü türlü ni’metler, ebedî saadetler, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akılların ermediği, dillerin saya saya tüketemediği, ancak Allâhu zü’I-Celâl’in bildiği nisbette olduğu da bir Hâdîs-i Kutsî ile bildirilmektedir.

Çünkü ibâdetlerden oruç, lisânı zikirlerden (Lâ ilâhe illâ’llâh) Kelime-i Tevhidi hiç bir veçhile riyâ, süm’a kabûl etmeyen, âlet-i cer, vâsıta-i men­faat olmayan ve hiç bir kimse tarafından mevcûdiyetlerine vukuf ve ilim lâhık olmayan birer ibadettirler.