Makale

DİNİ GÜNLERİN TESBİTİNDE HESABA GÜVENİLEBİLİR Mİ?

DİNİ GÜNLERİN TESBİTİNDE HESABA GÜVENİLEBİLİR Mİ?

Ahmet Muhammet ŞÂKİR 2
Ter. Rahmi YARAN

Bu sene (h. 1357, m. 1930), Mısır Yüksek Şeriat Mahkemesi nezdinde, zil­hicce ayının başlangıcının cumartesi ve Kurban Bayramının da pazartesi (30.1.1939) olduğu sübut buldu. Bir kaç gün sonra “el-Mukattam” da Suudi Arabistan idaresine göre zilhiccenin başlangıcının cumartesi değil pazar olduğu, hacıların Arafat’ta vakfelerinin pazartesiye ve bayramın da salıya (31.1.1939) rastladığı neşredildi. 21 zilhicce (10.2.1939) cuma günü “el-Belâğ” ga­zetesi, Hindistan Bombay’daki muhabirine dayanarak, Bombay’daki müslüman­ların diğer İslam ülkelerinde ilan edilen güne muhalefet ederek çarşamba günü bay­ram yaptıklarını yazdı. Bunun anlamı; Hint müslümanlarına göre ne cumartesi­nin, ne de pazarın ayın ilk günü olmadığı ve onların da pazartesiyi ilk gün kabul ettikleridir. Aynı durum bir çok ay için söz konusudur. İslam ülkelerinde halk, hilali gözetliyor, bir ülkede görülüyor, diğerlerinde görülmüyor, sonra bu ülkeler­de ibadet günleri farklılık arz ediyor. Bir ülke oruçlu, diğeri değil. Bir ülkede kur­ban kesiliyor, diğerinde arife günü, halk oruç tutuyor.

İlim adamları ve fakihler hilalin sübutu konusunda, tefsir, hadis, fıkıh v.b. ilim­lere ait kitaplarda değerli, nefis araştırmalar yazdılar. Hepsi de, hilâlin sübutu ko­nusunda sadece rü’yetin (görmenin) muteber olduğunda, ayın hareketine dair he­sapların ve müneccimlerin hesaplarının dikkate alınmayacağında neredeyse ittifak ettiler. Bu ittifakın sadece Şafii mezhebinde nakledilen iki istisnası vardır: Bunlar­dan birine göre hesap yapan kişi veya müneccim, şahsen hesabına göre amel ede­bilir. Diğer görüşe göre ise, başkalarının bunları taklid etmesi, veya müneccimi değil de hesap yapanı taklid etmesi câizdir(3).

Konuyla ilgili temel dayanak, sıhhatinde şüphe olmayan hadis-i şeriflerdir: "Onun (hilâlin) görülmesi dolayısıyla oruç tutun ve onun görülmesi dolayısıyla iftar edin (oruca son verin). Hava bulutlu olursa şabanı otuza tamamlayın.”, “Hilâli görmedikçe oruç tutmayın ve onu görmedikçe oruca son vermeyin. Hava bulutlu olursa onun için takdir yapın.” Ve bu manada diğer sahih hadisler(4).

Âlimler, ihtilâf-ı metâli’n dikkate alınıp alınmayacağında ihtilaf etmişlerdir. Yani hilâl, bir yerde görülünce bu görmeye ve ayın ilk günün başladığına dâir hüküm, araları uzak ve her birinde hilâlin doğuş yerleri farklı diğer ülkeler için geçerli mi­dir? Yoksa her ülkenin kendi görmesi mi muteberdir ve buna göre Mısır’da, Hi­caz’da, Irak’ta veya bir başka yerde ayın ilk günü farklı mı olur? Bu konuda deği­şik görüşler vardır. Şâfiilere göre, her yerin kendi görmesi muteberdir. Fakat bu görmeden etkilenme hususunda yakın ve uzak çevrenin tespitinde ölçünün, hilâlin doğuş yerlerindeki farklılık (ihtilâf-ı meâli’)mı, bölgesel birlik mi yoksa sefer me­safesi mi olduğu konusunda kendi aralarında görüş birliği yoktur. Nevevi, el-Mecmu’ da konuyu genişçe ele aldıktan sonra, “Hilâli bir ülke halkının görüp di­ğerlerinin görmemesi haline dâir, âlimlerin görüşleri” alt başlığını müteakip şun­ları söyler:(5) “Mezhebimizin tafsilatlı görüşünü zikrettik. İbnü’l-Münzir; İkrime, Kâsım, Sâüh ve lshâk b. Râhûye’den bir memleketteki görmenin diğer memleket halkım ilzâm etmeyeceğini, Leys, Şâfii ve Ahmet’ten de ilzam edeceğini nakleder ve (Malik ile Ebû Hanîfe’yi kasdederek) Medineli ’nin ve Kûfelinin görüşünün de başka türlü olmadığım biliyorum, der”(6).

Önce telgraf ve telefonun, sonra da radyonun icadıyla dünyanın değişik bölge­leri arasındaki haberleşmenin süratlenmesi sebebiyle bu senelerde konuyla ilgili çok şeyler söylendi ve tekrarlandı. Artık yeni ayın doğup doğmadığına dâir haberlerin ulaşması bakımından İslâm Ülkeleri sanki tek bir ülke gibi oldu. İnsanlar, ay veya yıl içindeki belli vakitlere bağlanmış önemli dini meselelerdeki bu kargaşanın sü­rüp gitmesinin müsamahayla karşılanamayacağı görüşünden hareket ederek birli­ği sağlayacak bir yol bulunduğu takdirde bu kargaşaya son verilmesi için çalışı­yorlar. Geçen sene veya bir önceki sene Ezher Şeyhliğine Hint’ten bu anlamda taf­silatlı bir soru geldi. Ezher de bu sorunun bir nüshasını, her bir üye kendi görüş ve bilgisine göre cevaplandırsın diye Cemâât-i Kibâr-ı Ulemâ (Büyük Alimler Kurulu)’na gönderdi. Bir nüshası da babama geldi. Bu sorunun durumu daha sonra ne oldu, bilmiyorum. Babamın hastalığı, sözlü veya yazılı tasarruflarını engelledi. Bende doğru olduğunu umduğum bir görü; hasıl olduktan sonra konuyu zihnim­de uzun uzadıya evirip çevirdim. Derken bu sene Arife günüyle ilgili ihtilaf ortaya çıktı. Bu gün, hacc-ı ekber günüdür ve dini mevsimlerin en yücesidir. Zilhicce ayı, tesir bakımından en önemli bir aydır. Çünkü bu ayın dokuzu olan Arife günü, haccın rüknü olan, Arafat’ta vakfenin edası için belirlenmiş zamandır. Böyle bir gün senede bir defa gelir. İnsanların ekserisi de ömründe bir defa haccettiğine gö­re, eğer hakiki arife gününde yanılmışlar ve o günde vakfe yapmamışlarsa farz olan bu görevi eda etmemi; olma endişesine düşerler. İşte bu durum, İslam alemi­nin çeşitli bölgelerindeki ilim ve basiret ehli fakihlere, muhaddislere ve diğerlerine arz etmek üzere hilalin sübutu konusundaki görüşlerimi yazmakta amil oldu.

Arapların İslam’dan önce ve İslam’ın ilk yıllarında ilmî anlamda ve kesin ast­ronomik bilgilere sahip olmadıklarında, yazı ve hesap bilmeyen bir toplum olduklarında şüphe yoktur. Bu konularda bir şeyler bilenlerin bildikleri de, göz­lem ve araştırmaya veya duyma veya işitmeye dayalı, sathi bilgiler olup, matema­tik kurallara ve kesin aksiyomlara dayalı burhanlar üzerine bina edilmemişti. Bun­dan dolayı da Allah Resulü (s.a.s.), ibadetle ilgili konuda ayın sübutunun onların her birinin veya ekseriyetinin gücü dahilinde görülen, kesin bir duruma, yani hila­lin çıplak gözle görülmesine bağladı. Bu, onların İbadetleri ve dinî şiârları ile ilgili vakitlerin tespiti için en düzgün ve sağlam usuldür. Güçleri dairesinde kesinlik ve katiyet sağlayacak yol da budur. Allah, hiç kimseyi gücü dışında bir şeyle mükel­lef tutmaz.

Ekseriyeti şehir dışında yaşayan, şehirlere ait haberler kendilerine bazan kısa, bazan uzun zaman aralıklarıyla ulaşan ve şehirde yaşayanları da hesaptan anla­mayan böyle bir toplumda hilâlin sübutunun hesap ve astronomiye bağlanması, Şâri’in hikmetine uygun düşmezdi. Şâri’, bunu hesaba ve astronomiye bağlasaydı onlara sıkıntı vermiş olurdu. Şehir dışında yaşayanlardan pek azı, kendilerine ha­ber ulaşırsa bu habere dayanarak, şehirde yaşayanlar da, ekseriyeti veya tamamı ehl-i kitap olan bazı hesaptan anlayan kişileri taklit ederek bu konuda bilgi sahibi olabilirlerdi.

Zamanla müslümanlar dünyada fetihler yaptılar, ilimlerin dizginini ellerine ge­çirdiler, tekniğin her sahasında geniş bilgilere sahip oldular, daha öncekilere ait İlmî eserleri tercüme ederek o konularda maharet kazandılar. Bilinmeyen bir çok hususu ortaya çıkardılar ve bunları gelecek nesiller için korudular. İşte astronomi ve fezaya, yıldızların hesaplanmasına dair ilimler bu ilimlerdendir(7).

Fakihlerin ve muhaddislerin çoğu ya astronomiyi hiç bilmiyorlar, ya da bu ko­nuda sadece bazı ilkeleri biliyorlardı. Bunların bir kısmı veya çoğunluğu, bildiğine itimat edemiyor, güvenemiyordu. Hatta bazıları, bu ilimle uğraşan kişilerin, gaybı bilme iddiasına (yıldız falcılığına) tevessül edeceklerini zannederek onları sapık­lık ve bid’atcılıkla itham ediyorlardı. Bu ilimle uğraşan bazı kişiler de fiilen böyle bir iddiada bulunmak suretiyle hem kendilerine, hem ilimlerine kötülük etmektey­diler. Bundan dolayı, fakihler mazurdu. Bu ilimleri bilen fakihler ve âlimler, dine ve fıkha nispetle bu ilimlerin gerçek mevkiini belirleyecek güçte değillerdi. Ancak endişeli bir şekilde onlara işaret ediyorlardı. Mesela Takıyyüddin es-Sübkî, el-Fetava’sında hesabın kesin ön bilgilerle (mukaddimât, aksiyom) hilalin görülme­sinin mümkün olmadığına delalet etmesi halinde şahitlerin şahitliğinin kabul edil­meyeceğini, böyle bir şahitliğin yalana veya hataya hamledileceğim ifade ettikten sonra şöyle diyor: “Çünkü hesap kesindir. Şahitlik ve haber ise zannidir. Zan ise, kesin olana takdim edilmek bir yana muarız bile olamaz. Bir şeyin beyyine olabil­mesi için, onun şahitlik ettiği hususun hissen, aklen ve dinen mümkün olması şart­tır. Hesabın kesin olarak imkansızlığa delalet ettiği farz edilince, şahitlik yapılan husus imkân dahilinde olmadığı için, şahitliğin kabulü de imkansız olur. Din, müstahil olan şeyleri getirmez.” Daha sonra da şunları söylüyor: “Bil ki burada, kesin ifadesiyle, bütün aksiyomları akli olan burhan vasıtasıyla elde edilen bilgiyi kastetmiyoruz. Buradaki durum öyle değildir. Buradaki kesin bilgi, uzun tecrübelere ve gözlemlere, güneşin ve ayın belli noktalardan geçişine, insanların hilali görme­sine imkan sağlayacak şekilde onda ışığın meydana gelmesinin bilinmesine bağlı­dır. İnsanlar, görüşlerinin keskinliği bakımından farklıdır.” (8)

Büyük İmam Takıyyüddin İbn Dekîk el İyd (ö: 702/1302) diyor ki: “Ben bu konuda şunu söylüyorum: Oruçta, ayın güneşten ayrılması konusunda, astronom­ların (Hesaba dayanan ay, rü’yete dayanan aydan bir veya iki gün öncedir) şeklin­deki görüşü dolayısıyla hesaba itimat edilemez. Bu, Allah’ın meşru kılmadığı bir sebebe istinaden yeni bir hüküm icat etmektir. Ama hesap, ayın mesela bulut gibi bir mâni olmasaydı ufukta görülecek şekilde doğduğuna delalet ediyorsa, bu, şer’î sebep bulunduğundan dolayı orucun vücubunu gerektirir. Orucun vücubu için ha­kikaten görmek şart değildir. Çünkü zindanda hapsedilmiş bir kişiye hesap netice­si sayı tamamlandığı için veya emârelere dayanarak yapacağı içtihat ile o günün Ramazan olduğunu bilmesi halinde hilali görmese de ve gören birisi ona haber ver­mese de orucun vacip olduğunda ittifak vardır” (l0). Tabiî ilimlerin dinî ilimler ve benzerleri gibi yaygın olmadığı ve kuralları da âlimler nezdinde kesin olmadığı bir zamanda onların durumu buydu.

Bu yüce din, Allah, dünya hayatının sona ermesini murad edinceye kadar za­manlar boyu devam edecektir. O, her toplumun ve her asrın dinidir. Bundan dola­yı Kur’ân’da ve hadislerde ilerde ortaya çıkacak bazı durumlarla ilgili çok dakik işaretler görüyoruz. Bunları tasdik eden durumlar ortaya çıkınca, öncekiler onları başka türlü de tefsir etmiş olsalar, onlar gerçeğe uygun olarak tefsir edilir ve bili­nir. Sahih hadislerde ele aldığımız konuya da işaret edilmiştir. Buhari’nin İbn Ömer (r.a.)’den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Biz ümmî bir ümmetiz. Yazı yazmayız, hesap yapmayız. Ay, şöyle şöyledir. Yani bir kere yirmi dokuz, bir kere otuz”(11). Bu hadisi Mâlik(12), Buhari, Müslim ve diğerleri başka bîr lafızla rivayet eder: “Ay, yirmi dokuzdur. Hilâli görmedikçe oruç tutmayız ve onu görmedikçe oruca son vermeyiz. Hava bulutlu olursa onu takdir ediniz”.

Önceki alimlerimiz, hadisin tefsirinde isabet kaydettiler, fakat te’vilinde yanıl­dılar. tbn Hacer’in şu ifadeleri onların dediklerini en iyi şekilde bir araya topla­maktadır: “Burada hesaptan maksat, yıldızların ve onların hareketinin hesaplan­masıdır. Onlar bu konuda çok az bir şeyler biliyorlardı. Bu sebeple yıldızların ha­reketini takipteki güçlük dolayısıyla oruç ve diğerleriyle ilgili hüküm, görmeye (rivayete) bağlandı. Daha sonra bu konuda bilgisi olanlar bulunduysa da oruçla ilgili hüküm devam etti. Hatta ifadenin gelişi (siyâkı), hükmün hesaba bağlanmasını hiç kabul etmemektedir. Hadisteki (Hava bulutlu olursa süreyi otuza tamamlayınız) kısmı da bunu açıklamaktadır. Çünkü, (Hesap bilenlere sorun) denmemiştir. Bu­nun hikmeti, hava bulutlu olunca süre (adet) konusunda mükelleflerin müsavi ol­ması, böylece ihtilafın ve anlaşmazlığın ortadan kalkmasıdır. Bir grup, bu konuda gök cisimlerinin hareketi hakkında bilgisi olanlara müracaat edilmesi görüşünde­dir. Bunlar Râfizîlerdir(13). Bazı fakihlerin de onlara muvafakat ettikleri nakledil­mektedir. el-Bâcî, (Selefin icmâi onların aleyhine hüccettir) der. İbn Bezîze de bu­nun batıl bir görüş olduğunu söyler. Din ilm-i nücüme dalmayı, onunla meşgul olmayı yasaklamıştır. Çünkü bu, sezgiden ve tahminden ibarettir. Onda ne kesin­lik vardır, ne de zann-ı gâlib. Üstelik hüküm buna bağlansaydı sıkıntı olurdu. Çün­kü bunu bilen çok azdır”(14).

Hesaba değil, rü’yete itibar edileceği şekildeki bu tefsir doğru, fakat daha son­ra hesaptan anlayanlar bulunsa da oruçla ilgili hükmün devam edeceği şeklindeki te’vil yanlıştır. Çünkü sadece görmeye itimad edileceğine dair emir, nassla illeti belirlenmiş ve açıklanmış olarak gelmiştir. İllet, ümmetin, ümmî oluşu, yazı ve he­sap bilmemesidir. İllet, ümmetin, Ümmî oluşu, yazı ve hesap bilmemesidir. İllet, o illetle açıklanmış durumun varlığı veya yokluğu ile var veya yok olur. Ümmet, ümmî olmaktan çıkar, yazı ve hesap bilir hâle gelirse yani ümmetin içinde bu ilim­leri bilenler bulunursa, insanların avânın olsun, havâs olsun ayın başlangıcının hesabında kesin bilgiye ulaşmaları mümkün olursa ve bu hesaba rü’yet (görme) derecesinde veya ondan daha fazla güvenmeleri imkan dahilinde bulunursa, ce­maat olarak bu hale gelirler ve ümmîlik vasıfları ortadan kalkarsa kesin bilgiye müracat etmeleri, ayın başlangıcının tespitinde sadece hesaba itibar etmeleri, he­sapla ilgili doğru bilgiler kendilerine ulaşmayan köy veya mezra halkı için düşünü­lebileceği gibi hesabı bilmenin çok zor olması hali müstesna, rü’yete (görmeye) iti­bar etmemeleri gerekir (vacip olur).

Hesaba engel olan illetin ortadan kalkmasıyla sadece hesaba başvurulması va­cip olunca, hilallerle ilgili gerçek hesaba başvurulması ve rü’yetin mümkün olup olmayışının bir tarafa bırakılması gerekir. Bu durumda hakiki manada ayın baş­langıcı, güneş battıktan bir an bile sonra hilalin battığı gecedir. İşte memleketimiz Mısır’da en büyük rasathanelerden biri var. Ezher’den ve Ezher dışından her an ve her ay güneş battıktan bir an bile sonrasına ait ayla ilgili hesaplan yapabilen bu konuda ilim adamları nezdinde kesinlik ifade eden kat’î kararlar verebilen ast­ronomi ve uzay bilginleri var. Şimdi onların sözüne ve ilmine müracaat etsek, onla­rın namaz vakitlerine ve diğer ibadetlere dair hesaplarına İtimat ettiğimiz, Mısır’­dan, Sudan’dan veya başka bir ülkeden hilalin görüldüğüne dair telefon, telgraf veya radyo vasıtasıyla aldığımız haberlere güvendiğimiz gibi bu konudaki hesap­larına da güvensek bunun ne sakıncası var?

Büyük üstat Merâgı’nin on seneyi aşkın bir süre önce Yüksek Şeriat Mahke­mesi (el-mahkeketü’l-ulyâ eş-şer’ıyye) başkanı iken; hesap, ayın görülmesinin im­kânsız olduğunu söylüyorsa bu konuda şahitlerin şehadetlerinin reddedilmesi) şek­linde bir görüşü vardı. Yukarıda Takıyyüddin es-Sübkî’den de böyle bir görüş nakletmiştim. Merâgî’nin bu görüşü çetin bir münakaşaya sebep oldu. Babam, ben ve bazı kardeşlerim onun bu görüşüne karşı çıkanlardandık. Fakat şimdi açıkça ifade ediyorum ki, o, haklıydı. Ben buna, bu konuda bilgi alması çok zor olanlar hariç her hâlükârda hilâlin hesapla sübutunun vacip olduğunu ilave ediyorum. Be­nim bu sözüm yeni bir şey değildir. Mükelleflerin durumundaki değişikliğe göre hükmün değişeceği öteden beri söylenmiştir, tlim adamlarının ve başkalarının bil­diği gibi dinde bunun misalleri çoktur. Bu misallerden biri de, “Hava bulutlu olursa onu takdir edin” şeklindeki mücmel rivayeti, “sayıyı tamamlayın” şeklindeki müfessir rivayetle açıklamışlardır. Fakat Şâfiî imamlarından büyük bir zat, hatta ça­ğının Şâfiî mezhebi imamı Ebû’i-Abbas Ahmed b. Ömer b. Süreye(15) iki rivaye­tin arasını cem etmekte ve her birini farklı iki durumla açıklamaktadır. Ona göre “onu takdir edin”; (onu menzillerine -ayın uğradığı yerlere- göre takdir edin) de­mektir. Burada muhatap, Allah’ın kendilerine bu İlmi verdiği kişilerdir. “Sayıyı tamamlayın” emrinin muhatabı ise, avâmdır (16). Benim yukarıdaki sözüm de nerdeyse İbn Cüreyc’inkine benziyor. Fakat o, bu hükmü havanın bulutlu olduğu ve gözetleyenlerin ayı görmediği zamana ve hesabı dikkate alma hükmünü de az sayı­da kişilere has kıldı. Bunda o çağda hesap bilenlerin sayısındaki azlığın, onların sözlerine ve hesaplarına güvensizliğin, yeni ay bazı ülkelerde doğunca bu haberin diğer Ülkelere ulaşmasındaki yavaşlığın rolü vardır. Benim dediğim ise, günümüz­de haberlerin her tarafa ulaşmasında ve yayılmasında sağlanan kolaylıklardan do­layı genelde güvenilir, dikkatli hesabın herkes hakkında esas alınmasını gerektir­mekte, rü’yete (görmeye) itimat etmeyi de, kendilerine haber ulaşmayan, astrono­mi, güneşin ve ayın gökyüzünde bulunduğu noktalar hakkında güvenilir bilgisi ol­mayan çok az sayıda kişilere ait bir hüküm olarak İbka etmektedir. Bence bu görüşüm, bu sahadaki görüşlerin en mutedili, sağlam fıkha ve ilgili hadisleri doğru anlamaya en yakınıdır.

Şimdi bu görüşümüz üzerine bina edilen ve konunun başında da İşaret ettiği­miz bir mesele var. İhtilâf-ı metâli’.

Metalin (gök cisimlerinin doğuş yerlerinin) enlem ve boylam çizgilerine göre farklı olduğu malumdur. Ayın rü’yetle tesbitinde de, hesapla tesbitinde de durum böyledir. Daha önce de açıkladığımız gibi önceki İslam hukukçuları bu konuda kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir. Hatta onlardan yapılan nakillerin zahirine ba­kılırsa çoklan ihtilâf-ı metâlia İtibar etmezler. Nitekim Nevevî’nin İbn Münzir’ den yaptığı nakilden, daha sonra tâbileri ihtilaf etse de dört imanın ve Leys b. Sa’-d’ın bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır. Karâfî de el-Faruk’ta(17) şöyle söylemek­tedir: “Malikiler, hilalin bir yerde görülmesini bütün dünyada oruç tutmanın va­cip oluşuna sebep saydılar. Hanbeliler de onlara muvafakat ettiler." Mâliki mez­hebine mensup olan Karâfî, daha sonra mezhebine muhalif olan bir görüşü benim­seyerek şöyle demektedir: “Namaz vakitlerinin, ufku değişik yerlerde farklı oldu­ğu, her toplumun kendine has sabahı, öğlesi ve diğer vakitleri olduğu kabul edilin­ce hilalin de böyle olması ve diğer vakitleri olduğu kabul edilince hilalin de böyle olması gerekir. Çünkü hilal, doğudaki ülkelerde şuada İken güneş batıya doğru hareket eder ve güneş batı ufkuna ancak hilal şuadan çıktıktan sonra varır, batıdakiler hilali gördüğü halde doğudakiler göremez. Hilalin farklı görülmesindeki sebeplerden birisi budur. Astronomide malum olan ve burada zikri uygun düşme­yecek başka sebepler de vardır. Ben sadece anlaşılması kolay olan sebebi ifade et­tim. Ufukların değişmesiyle hilal değiştiğine göre her topluma ait sabah ve diğer namaz vakitleri olduğu gibi, hilal konusunda da her toplumun kendi gördüğü hi­lal muteber olmalıdır. Bu açık bir hakikat ve tek doğrudur. Bir bölgede hilal görü­lünce her yerde oruç tutmanın vacip olması, kaidelerden uzaktır. Deliller bunu ge­rektirmemektedir.”

Karâfi’den önce Hafız Ebu Ömer b. Abdilberr, bu görüşleri ifade etmiş, ülke­ler çok uzak olduğu takdirde bu meselede icma olduğunu iddia etmiştir. Şevkani, ilim adamlarının bu konudaki farklı görüşlerini naklettikten sonra şöyle der: “İti­mat edilmesi gereken görüş, Malikîlerin ve Zeydilerden bir grubun görüşüdür ki Zeydiler’den Mehdi de bunu tercih etmiştir. Kurtubi de Ustadlarından (şeyhlerin­den) aynı görüşü nakleder: Bir ülke halkı hilali görünce bu, bütün ülkeler için bağ­layıcıdır. tbn Abdilberr’in (Bu, icmaya aykırıdır) deyişine iltifat edilmez. O, Hora­san ve Endülüs gibi uzak ülkeler arasında rü’yetin dikkate alınamayacağında icma olduğunu söylemektedir(18). Bu söz dikkate alınmaz. Çünkü muhalifler de bu görüştekiler gibi bir grup olunca icma olmaz(19).

Ayın doğuş yerleri farklı da olsa bölgelerin değişik veya birbirinden uzak oluşu dolayısıyla ayların başlangıcının değişmeyeceği, hiç bir delile ihtiyaç olmayan açık bir hakikattir. Ay, güneş battıktan sonra batarsa, yeni ay girmiş ve başlamıştır. İbadetlerin vacip oluşunun rü’yete bağlanmasının, sahih hadislerde belirtilmiş bir illetle nasıl ta’lil edildiğim daha önce açıklamıştık. Bu vacip oluş, illetle beraber var olur ve yok olunca da yok olur.

İhtilaf-ı metâli’n ve her ülkenin kendi görmesinin muteber olduğu görüşünde olanlar, rü’yete göre hüküm verirken gerçekten çok mantıklıydılar. Çünkü o za­man yapılabilen oydu. Ayrıca ihtilâf-ı metâli’, her yerin kendine ait rü’yeti olduğu gibi kendine ait de ayı olacak şeklinde bir netice doğuracak tarzda, aybaşlarmın tespiti için itibare alınıyor değildi. Bu itibar, -anladığımız kadarıyla- mükelleflere teklif hitabının tealluku açısındandı. Kendisine verilen görevden, Şâri’in verdiği gö­revden, onun haberdar olmasına sebep ittihaz ettiği bir yolda -ki bu yol ümmi bir toplum için rü’yettir haberdar olan kişiye hitap taalluk eder ve o kişi vakitle ka­yıtlanmış amelden o vakit içinde sorumlu olur.

İhtilaf-ı metâliı itibare almayan ve bir yerde hilalin görülmesiyle sabit olan hük­mün bütün yeryüzü için geçerli olduğunu söyleyenler de, (ayın başlangıcının bü­tün dünyada aynı olması gerekir, bunun böyle olduğunda hiç şüphe yoktur) mü­cerret gerçeğini dikkate alıyorlardı.

İhtilâf-ı metâli’ konusundaki bu tafsilat, daha önce tercih ettiğimiz, hesabın dikkate alınması şeklindeki görüşle bağdaşmaz. Çünkü kameri ayların biri, bütün dünyada aynt gündür. Mıntıkalara veya bölgelerin birbirine uzaklığına göre değişmez.

Sünnetten istidlale gelince, Tirmizî, Sünen ’inde İshak b. Cafer b. Muhammed b. el Hüseyin (Haşan b. Zeyd b. el Hasan’ın kızı Nefise’nin kocası), Abdullah b. Cafer el Mahremi ez Zührî, Osman b. Muhammed el Ahnesiyy, d Makburîy, Ebu Hureyre senediyle Hz. Peygamberin “Oruç, oruçlu olduğunuz gündür. Fıtr (bayram), oruç açtığınız gündür. Kurban, kurban kestiğiniz gündür.” buyurduğunu rivayet etmekte(20) ve (bu hadis, garib-hasendir) demektedir. Bize göre bu hadis, sahih­tir. Tirmizî, Mualla b. Mansur’un Abdullah b. Cafer’den bu senetle rivayet ettiği (21) bir hadis İçin (sahih) demiştir. Sonra bu hadisi sadece İshak b. Cafer riva­yet etmemektedir. Benî Hâşim’in mevlâsı, Ebu Saîd ve Muhammed b. Ömer el Vâkıdî de hadisi aynı senetle Abdullah b. Cafer el Mahremî’den rivayet etmektedirler(22). Abdullah b. Cafer, bu hadisin tek ravisi de değildir, el Vâkıdî, hadisi Davud b. Hâlid’den, Sabit b. Kays’tan ve Muhammed b. Müslim’den, bu üçü de el Makburî’den, o da Ebu Hüreyre’den rivayet etmektedir. Bundan dolayı Ebu Bekr b. el Arabî, Tirmizî Şerhİ’nde bu hadisin sahih oluşunu tercih etmiştir.

Ebu Dâvud; Hamza b. Zeyd, Eyyüb, Muhammed b. el Münkedir senediyle Ebu Hüreyre’den şu merfu hadisi rivayet eder(23): “Fıtriniz (bayramınız), oruç açtığı­nız gündür. Kurbanınız, kurban kestiğiniz gündür. Arefe’nin hepsi mevkıftir. Mİ- na’nın hepsi kesim yeridir. Mekke vadilerinin hepsi kesim yeridir. Cem’in hepsi mevki ftır”(24) Dârekutnî hadisi bu senetle ve Ruh b. el Kâsım, lbnü’l-Münkedir senediyle, Beyhakî de es-Sünenü’l-Kübrâ’da Abdü’l-Vâris ve Ruh b. el Kâsım, İbnü’l-Münkedir senediyle(25), ayrıca Ebu Davut’ta olduğu gibi Hammad b. Zeyd senediyle rivayet etmiştir(26).

Dârekutnî ve Beyhakî, İsmail b. Uleyye ve Abdülvehhâb es-Sekafi, Eyyüb, Muhammed b. el Münkedir senediyle Ebu Hüreyre’den mevkuf olarak rivayet eder­ler: “Ay, yirmi dokuzdur. Onu görmedikçe oruç tutmayın ve onu görmedikçe oruca son vermeyin. Hava bulutlu olursa sayıyı otuza tamamlayın. Fıtriniz (bayramınız), oruç açtığınız gündür. Kurbanınız, kurban kestiğiniz gündür. Arefe’nin hepsi mevkıftir. Mina’mn hepsi kesim yeridir. Mekke vadilerinin hepsi kesim yeridir”.

İbn Mâce: Hammad b. Zeyd, Eyyüb, Muhammed b. Şirin, Ebu Hüreyre sene­diyle Hz. Peygamber’in “Fıtr (bayram), oruç açtığınız gündür. Kurban, kurban kestiğiniz gündür” buyurduğunu rivayet ediyor(28).

Bu senetlerin hepsi de birbirini kuvvetlendiren ve destekleyen sahih senetler­dir. Bu durum, müteddit sahih senetlerle vârit bir hadisi Tirmizi’nin “garip” ka­bul edişini reddetmektedir. Fakat hadisin anlamı nedir? Eski alimler hadisi, laf­zından zâhir olabilecek bir mana ile açıklama yoluna gittiler. Tirmizî diyor kİ: “Bazı ehl-i ilim, bu hadisi açıklarken; [hadis, oruç ve fıtır(bayraıjı); cemaatle ve İnsanla­rın çoğunluğu iledir], anlamındadır, dediler”*29*. Hattâbî diyor ki: “Hadisin an­lamı şudur: İçtihada mahal olan yerde hata, insanlardan kaldırılmıştır. Bir top­lum ictihad etse (gerekli çalışmayı yapsa) ve hilali ancak otuzundan sonra görse, dolayısıyla da sayı tamamlanmadan oruca son vermese, sonra da ayın yirmi do­kuz olduğu onlarca sübut bulsa, oruçları geçerlidir. Onları bir günah veya kınama terettüp etmez*30*. Takıyyüddin es Sübkî, Fetava’sında; “Bundan ka­sıt, bu konuda ittifak ettikleri takdirdedir. Çünkü müslümanlar, dalalet üzerinde ittifak etmezler, icma hüccettir” demektedir(31).

Tirmizî’nin Ma’mer, Muhammed b. el Münkedir, Âişe senediyle Hz. Peygam­berin “Fıtr(bayram), insanların oruç açtığı gündür. Kurban, insanların kurban kestiği gündür”(32) buyurduğuna dair rivayeti, bu alimlerin tefsirine destek ola­bilir. Tirmizî, “Bu hadis, bu vecihten hasen-garib-sahihtir” demektedir.

Ravilerden çoğunun hadislerde ihtisar yaptığını ve bazı hadisleri manasıyla ri­vayet ettiklerini biliyoruz. Bundan dolayı hadis hafızları ve tenkitçileri çeşitli riva­yetleri bir araya topluyorlardı ve çoğu kere tafsilatlı uzun bir hadis, muhtasar bir hadisin manasım beyan edici mahiyet arzediyordu. Mesela Beyhakî’nin Süfyân es Sevri, Muhammed b. el Münkedir, Âişe senediyle rivayet ettiği hadise bakalım: Hz. Peygamber, “Arefe, imamın Arafat’ta vakfe yaptığı gündür. Kurban, İma­mın kurban kestiği gündür. Fıtr(bayram), imamın oruç açtığı gündür”(33) buyu­ruyor. Bu hadisin senedi sahihtir. Bu açıklamalı rivayet, diğer hadislerdeki (insan­lardan maksadın imam olduğunu belirtiyor, insanların çoğunluğunun kendisiyle beraber olduğu kişi imamdır. Ebu Hüreyre ve Hz. Âişe’den rivayet edilen yukarı­ daki rivayetlerin geneline bakınca bir çoğunda müşterek olan ve üzerinde durup düşünülmesi gereken bir şeyle karşılaşıyoruz: O da gün veya yer olarak Arefe’nin zikredilmesi, Mekke, Mina ve Müzdelife ’nin zikredilmesi. “Arefe’nin hepsi mevkıftir”, “Arefe, imamın vakfe yaptığı gündür”. Beyhakî ’de Şâfiî vasıtasıyla zik­redilen mürsel bir rivayette “Arefe, vakfe yaptığınız gündür”, “Mina’nın hepsi kesim yeridir. Mekke vadilerinin hepsi kesim yeridir. Cem’in hepsi mevkıftir” den­mektedir.

Hadisin rivayetlerinin bir çoğunda hatta ekserisinde hac yerlerinin ve zamanı­nın zikredilmesi, bence bu hadisin Veda haccında Hz. Peygamberin insanlara hac şeâirini öğretmesi, Arafat’ta Mina’da ve başka yerlerde onlara hitap etmesi esna­sında söylenmesi ihtimaline ağırlık kazandırıyor. Çünkü Veda haccı dışında Hz. Peygamberin insanlara hac şeâirini Öğrettiğine dair ondan mahfuz bir şey yoktur. Câbir b. Abdullah’ın muhaddislerce maruf uzun bir hadiste veda haccını vasfetmesi de bunu destekler. Cabir hadisinde, Ebu Hüreyre hadisinin bir kısmına ben­zeyen yerler vardır. Mesela Cabir, Hz. Peygamberin heydi kestikten ve ondan ye­dikten sonra, “Burada kestim. Mina’nın hepsi kesim yeridir” dediğini, Arafat’ta durduğunu ve “Burada durdum. Arafat’ın hepsi mevkıftir” buyurduğunu, Müz- delife’de durduğunu ve “Burada durdum. Müzdelife ‘nin hepsi mevkıftir” dediği­ni zikrediyor(34). Bu durumda Ebu Hureyre’nin “Fıtriniz (bayramınız), oruç açtı­ğınız gündür” şeklindeki merfu hadisi, Arefe, Mekke ve Müzdelife ile birlikte zikredildiği için hacda hacılara yapılmış bir hitap olur. Yine Ebu Hureyre’nin “Oruç, oruç tuttuğunuz gündür” merfu hadisi de bu hadisten olur ve o da hacda hacılara yapılmış bir hitap olur. Buna göre Hz. Âişe’den ve diğerlerinden rivayet edilen ha­disler de aynı durumdadır ve hepsinin de Veda haccından rivayetler olduğuna ham­ledilir. "İnsanlar oruç açtığı gün...” veya “... imam oruç açtığı gün...” şeklinde rivayet eden, hadisi manasıyla rivayet etmiştir ve hadisin aslı hac mahallinde bulu­nanlara hitaptır.

Neticede hadislerden şu manayı anlarız: Oruç, Mekkelilerin ve Mekke civarındakilerin oruç tuttuğu gündür. Fıtr(bayram), onların oruç açtığı gündür. Kurban, onların kurban kestiği gündür. Arefe onların vakfe yaptığı gündür. Hilallerin sübutunda itimat edilecek yerler de bu yerlerdir. Yer yüzündeki müslümanların hi­lallerin doğuş yeri olarak tâbi olmaları gereken yerler de buralardır. Bunda “On­lar, insanlar için ve hac için vakit ölçüleridir” ayetinde, vakitlerin umum olarak ifadesinden sonra özellikle haccın zikredilmesindeki hikmete ve manaya ince bir işaret vardır.

Benim anladığım gibi anlar ve bu görüşü kabul edersek kamerî aylar konusun­da müslü manlar birleşmiş ve Mekke, müslümanlarının birliğinin sembolü olmuş olur. Mekke, tslâmın kaynağı ve vahyin indiği yerdir. Müslümanlar sanki sözleş­miş gibi her sene orada buluşurlar, birbirleriyle tanışırlar, birbirlerine muhabbet duyarlar. Namazlarında yöneldikleri Beytullâh oradadır. İşte bu özelliklere sahip Mekke, müslümanlann vakitlerini belirleme konusunda da onlara merkezlik et­miş olur.

Bu araştırmayı üzerinde iyice düşünüp inceledikten sonra selef-i salihîııden olan alimlerin, (Kitap ve sünnette olanı alma, taklidi ve taassuba bırakma) metoduna göre yazdım. Allah’ın yardımıyla doğru olana isabete ettiğimi umuyorum. Hakikatin ve doğrunun ortaya çıkması için yapılacak tenkitleri ve teyitleri teşekkür ve Öv­güyle karşılayacağımı ifade ederek bu araştırmayı ilim adamlarının ve araştırma­cıların görüşlerine arz ediyorum. Araştırmanın temelinin Kitap ve Sünnet olması, istinbatın bunlardan yapılması dışında bir şey talep etmiyorum. Kendilerini (müceddit) diye isimlendirenlerin yaptıkları gibi mücerret görüşe (re’ye) ve hevaya da­yanan boş ve rasgele ifadelerle konuşmak, ilmi anlamda araştırmanın dışında ka­lır ve bunlar ne bir hakkı ortaya koyar, ne de bir batılı iptal eder. Kimilerinin nass diye isimlendirdiği ve bize karşı, insanlara karşı hüccet olduğunu İddia ettikleri fukaha kavillerine tutunmak söz konusu olursa, o kavilleri hüccet olarak ileri süren­lerle tartışmaya girmeyiz. Evet. Dileyenin dilediğini söylemesine mani olamam. Fa­kat kalemimin onlarla birlikte tartışmaya dalıp gitmesine mani olabilirim.
Allah’tan başarı ve masumiyet diliyorum.

Kahire 13 Şubat 1939.

Dört defa Lâ İlâhe İllâllah

“ Hilâli görünce oruç tutun ve onu görünce iftar edin (oruca son verin). Hava bulutlu olursa Şaban’ı otuz (güne) tamamlayın. Hi­lâli görmedikçe oruç tutmayın ve onu gör­medikçe oruca son vermeyin. Hava bulut­lu olursa onun için takdir yapın.”

(Buharî, Savm: 11)

1-Orijinal adı: Evailü’ş-şühüri’i arabiyye. Hel yecüzü şer’an isbatüha bi’l-hısabil telekiyy? Baskı yeri ve yılı yok

2-1892 de Kahire’de doğdu. Ezher Üniversitesini bilirdi. Hâkim (şer’i kadı) olarak görev yaptı. Yüksek Şer’î Mahkeme başkanlığında emekli oldu (1951). Fıkıh, hadis ve tefsir sahasında eserleri, tahkik çalışmaları var­dır. 1918 de Kahire’de vefat elti (Zirikli, el alam, Beyrut 1986, 1. 253),

3- Bk. Nevevi (0. 677/1278), el-Mecmü’, VI, 279-280 (Yayın yeri ve tarihi yok, Dârü’l-fikr neşri).

4- Bk. Buhâri, Sultaniye tab., 111,27-28 (Buharî, Savm 11); Şevkini(ö. 1250/1832), Meylü’l-evttr, IV, 258-267 (Kahire 1391/1971, IV, 212-217); Zeylaî, Nasbu’r-râye, II. 437-440 (el-Mektebetu’l-îsİânuyye neşri 1393/1973); Zeynüddin el-Irakî, Tarhül tesrip, (Beyrut, ts.) IV, 111-114

5- Nevevi. el-Mecmü’, VI, 273-274

6- Aynca bk. Hattâbî, Mealimü’s-sünen, II. 98 Muhtasara Sünen-i Ebi Davud ile, neşr: Ahmed Muhammed Şakir, Muhammed Hamid el-Fakî, Beyrut, ts., 111, 220; Kurtubî, el-Cami’li ahkami’l-Kur’an, II. 274-276 (Beyrut, ts., Dâru ihyü’t-türâsi-arabî neşri), II. 295-296.

7- Bk. Naltino, İlmü’l-felek ve tarihuhû ınde’l-arab. Roma 1911.

8- Takıyyüddin es-Sübkî, el-Felâva I. 219-220 (Beyrut, ts., 1, 209-210)

9- Mâliki ve Şâfiî imamlarındandı. Her iki mezheple de kaynaktır. 625’te doğdu ve 702’de vefat etli. Hayatı için bk. Kemâlüddin el-Edfevî, el-Tâlu’s-sefd, s., 317 (nşr. Sa’d Muhammed Haşan, Kahire 1966, s., 567-599); Zehebi, Tezkirü’l-buffaz, IV, 262 (Haydarabad) 1377, IV, 1481 - 1484; Muhammed b. Şakir, Fevitü’l vefeyâl, 1. 305 (nesr. İhsan Abbas, Beyrut 1974, III, 442-450); (İbnü’s-sılbkî), Tahakil-şâflim, 2 (nşr. Mahmud Muhammed et-Tınâhî, Abdülfettah Muhammed el-Hulv, Kahire 1383-96/1964-76, IX, 207-249).

10- İbn Dakik el-fd, Şerhu Undeli’l-abltim, II, 206 (nşr. Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut 1407/1987, II, 8).

11- Buhari, Sultaniye tab.. III, 27-28 (Savm, 13); Müslim, Bulak, 1,299 (Siyam 15); Ebu Davud-Avnu’l-ma’bud, II, 266-267 (Savm 4) Nesaî, I, 303-305 (Siyam 17).

12- Muvatta, I, 269.

13-İbn Hacer’in Rafızilerle kimi kastettiğini bilmiyoruz. Eğer Şia’dan İmamiyyeyi kaydediyorsa, bildiğimizi göre onların mezhebinde hesaba itibar edilmesi caiz değil. Başkalarını kasdediyorsa onların kim olduğunu bilmiyoruz.

14- İbn Hacer, Fethu’l-bSri, IV, 108-109 (nşr, Tâhâ Abdürrauf Sa’d, es-Seyyid Muhammed Abdulmu’tî, Mus­tafa Muhammed, Kahire 1398/1978, VIII, 265)

15- Bir çok matbu kitapta Şureyc diye yazılması hatadır. Doğrusu Sureyc’dir. Ebu’l-Abbas 306‘da vefat etti. Sünia sahibi Ebu Davut’un talebelerindendir. Ebu Ishak eş-Şıra/ı Tatınkülü’l-fukahı s. 89’ da onun için şunları söyler: “Şafiilerin ulularından ve müslümanların imamlarındandır. Şâfiî taraftarlarının (ashabının) hepsine, hatta Müzeni ‘ye tercih edilmiştir”. Hayatı için ayrıca bk. Hatip, Târibu Bağdad, IV, 278-290 (Ka­hire 1349/1931, IV 281-290; tbn Hallikan, 1, 21 (Veleyatül a’ yan. nşr, İhsan Abbas, Beyrut 1398/1978. I, 66/67; îbnü’s-Subkî, Tabakâtü’ş-şafiyye, II, 67-96 (a.g.e., III. 21-39).

16- Bk. Ebu Bekr b. el-Arabî, Şerh ale’l-Tirmizi (Âridarül-ahvezi), (Beyrut, t s.. Dârül.kutubu’l-ilmiyye n, III, 207-208; Zeynüddin el Irâkî, Tariıu’l-ltsrfb, IV, 111-113; Ibn Hacet, Fethu’l-bârî, IV, 104 a,g, baskı. VIII, 251.

17- Karâfî. el-Fürûk, Tunus lâb., II, 203-204 (Beyrut ts.. Âlenül’l-kütub, II, 181-182)

18- Bk. d-Câmili ahlatül’l-Karta, 11, 215 (a.g. baskı, II. 295); (İbn Hacet), Fethü’l.bâri, IV, 105 (a.g. baskı, VIII. 260).

19- Şevkânî, Neylül-evtar, IV, 267-269 (a.g.baskı., IV, 219.

20- Tirmizî. Sintn {Savm 11). Şirin Tubrrii’l-abvtzi el 11, 37; İbnü’l-Arabi şerhi ile III, 216.

21- Tuhfelu’l-ahvezi, 279; İbnülArabî şerhi 141-142.

22- Ebu Said rivayeti için bk Beyhakî, fs-Sunenu’l-Kuhrü (Haydarabad id Dekkan, 1353). IV, 252; el Vâkidi rivayeti için bk. (Dârekutnî), S üt», s. 231 (aşr Abdullah Haşim Yemânî el-Medenî, Kahire 1386/1966 II, 164 Bazıları Vâkıdî’yi zayıf saysa da bizce o, sikadır.

23- Bu rivayet Sünen-i Dârekutnî’de de vardır.

24- Ebu Davud (Savm 5), Avnu’l-ma’bûd şerhi, II, 269.

25- IV, 251-252.

26- Es-Sünenü’l -kübra, V, 175.

27- Yani Ebu Hüreyre’ nin sözüdür. Bk. es-Sünenü’l-kübrü, IV, 251-252.

28- İbn Mace, Sinen, (Siyam 9). I, 262.

29- Tirmizî, Savm 11.

30-Meilimü’s-süsen, II, 95-96 (a.g.baskı ili, 213).

31- 1, 225.

32- Tirmizî, Savm 78, Tuhfeli’l-abvezi, II, 71: Şerhu ibni’l-Arabt, IV, 14. Beyhakî de bu manada bir hadisi başka bir senetle Hz. Aije’den rivayet eder. Bk. IV, 3S3.

33- Beyhakî, es-Sünenü’l-kübra, V, 175

34- Bk. Ahmed b, Hanbel, el-Müsned, III, 320-321; Muslim. I. 346-348 (Hac, 149); Avni’l-ma bod, II, 122-131; İbn Kesir, el-Bidîye ve’n-nihaye, V, 147-149.

“ Bugün size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslamiyet’i beğendim.”

(Kur’an Maide-5)