Makale

Sünnetin Temel İlkelerini Kapsayan Bir Hadisin Yorumu

SÜNNETİN TEMEL İLKELERİNİ KAPSAYAN BİR HADİSİN YORUMU

Seyit AVCI *

Özet:
Müslümanın yaşantısında sünnetin önemli bir yeri vardır. Onun yaptık-larını bugünün şartları içerisinde yeni bir yorumla, yeni bir ruhla, ama aynı hedefleri, temsil ettiği aynı ilkeleri korumak kaydıyla yeniden üretmektir. Çok detaylı birikime sahip olan sünnet kültürünün ilkeler çerçevesinde ha-yata aktarılması gerek birey, gerekse toplum açısından büyük önem taşı-maktadır. İlkeli, tutarlı, başkalarına örnek olabilecek müslümanlara her zaman ve mekanda ihtiyaç vardır. Bu ölçülere göre yetişen duyarlı insanla-rın geçmişi iyi bir şekilde yorumlayarak geleceğe ışık tutması gerekmekte-dir.
Anahtar Kelimeler:
Hz. Peygamber, Sünnet, Hadis

Interpretation of a Hadith Covering Basic Principles of Sunnah
Abstract:
Sunnah has an important place in way of living of Muslims. His doings should be reproduced with a new interpretation, a new spirit by protecting same aims and principles. It is very important for both individuals and so-ciety to transfer sunnah culture, which has very detailed rites, to daily life within frame of principles. Muslims, who has principles, are consistent and good role model for others always needed in every place. Sensitive people, who well-educated with these principles, should deduce the past, and en-lighten the future.
Key Words:
Prophet Muhammad, Sunnah, Hadith
Giriş
Çağımızda yapılan yeni bir sünnet tanımı denemesinde sünnetin, Hz. Pey-gamber’in kendi döneminde İslâm toplumunu, akide, tebliğ, eğitim, ahlâk, hukuk, siyaset, ekonomi gibi çeşitli alanlarda; kısacası bireysel, toplumsal ve evrensel olmak üzere hayatın her alanında, yönlendirip yönetmede, Kur’an başta olmak üzere, esas aldığı ilke ve prensipler bütününün oluşturduğu bir “zihniyet” ya da “dünya görüşü” olduğu belirtilmektedir. Bu tanıma göre sünnet, müslümanın din olarak alacağı, hayatına aktaracağı ve yaşayacağı bir çok ilke ve kurallar bütününü kapsamaktadır. Hz. Peygamber’in hayat tarzı, zihniyeti, ya da dünya görüşü demek olan sünnet, bütün müslümanları ilgilen-dirdiğinden dinde önemli bir yere sahiptir. Hz. Peygamber’in birçok ilke ve prensiplerinin genel adı olan sünnet, eskiden olduğu gibi günümüz müslüman-larının da referans alması gereken temel dinî kaynaklardandır. Sünnetin ya-şanması zaman zaman aynısını yapmakla, zaman zaman da ilke ve prensipler bazında onu yorumlamak suretiyle hayata aktarmakla olur. Sünnetin ilkeler bazında ele alınması, sünnetten uzaklaşma şeklinde değerlendirilmemelidir. Aksine, çağın ve zamanın durumuna göre sünneti her ortamda yaşanılır bir hayat modeline dönüştürmek için daha aktif hale getirme çabası olarak algı-lanmalıdır. Bu anlayışın sınırı geniştir. Bu sınırın içini sünnetin ruhuna uygun şekilde doldurmak kişilerin anlayışına bağlıdır. Ama genel mânada ilkelerle hareket eden bir müslümanın sünnetle amel ettiğinde şüphe edilmemelidir. Kimse onu sünnete aykırı davranmakla itham edemez. Bu araştırmada bir ör-nek olması açısından sünnetin temel ilkelerinin konu edildiği bir hadis üzerin-de durulacaktır. Hadisin yorumunda ve onu destekleyen diğer rivayetlerin açıklamasında uzun nakiller yerine, konuya ışık tutan kısa iktibas ve işaretlerle yetinilecek, detaylardan daha çok ana çizgiler üzerinde vurgu yapılacaktır. İl-kelerin sınırlarının belirlenmesinde öncelik Hz. Peygamber’in hadislerine, sonra onun vârisleri konumunda bulunan âlimlerin sözlerine yer verilecektir.
Söz konusu hadis meşhur ve bilinen bir hadistir. Bu hadise göre Hz. Pey-gamber, hicretin dokuzuncu senesi Vedâ Haccı’ndan önce Ebû Musa el-Eş’arî ve Muaz b. Cebel’i Yemen’e vâli, hâkim ve zekat memuru sıfatlarıyla gönde-rirken onlara şöyle buyurmuştur: “يسرا ولا تعسرا وبشرا ولا تنفرا وتطاوعا ولا تختلفا : Kolaylaştırın, zorlaştırmayın, sevdirin, nefret ettirmeyin, anlaşın, ayrılığa düşmeyin.” Hadisin bir başka rivayetinde “وسكنوا : teskin edin” , bir diğer tarikinde “ تشاورا: istişare edin” ifadeleri de
bulunmaktadır. Dolayısıyla hadisin farklı rivayetlerindeki ilaveler de göz önü-ne alındığında hadiste sekiz ilkenin yer aldığı görülmektedir. Bu sekiz ilke sı-rasıyla şunlardır:
1. Kolaylaştırmak
Kolaylık, zorluğun zıddıdır. Yumuşak ve hoşgörülü olmak, şiddet göster-memek demektir. Kur’an ve sünnetin temel ilkelerden biri kolaylıktır. Kur’an’da Allah’ın müminlere zorluk değil kolaylık dilediği bildirilir. Mü-fessirler söz konusun âyetteki kolaylığı, yolculuk halinde oruç tutmama, zor-luğu da sefer halinde oruç tutma olarak açıklamışlardır. Allah Teâlâ’nın bu ümmete kolaylık dileyip zorluk dilememesi, ilahi rahmetin bir göstergesidir.
Hz. Peygamber’in sünnetinde de durum aynı şekildedir. Resûl-i Ekrem (s.a.), özellikle ümmetine karşı hep kolaylığı tercih etmiş, her fırsatta saha-bilerine kolaylaştırıp zorlaştırmamalarını, müjdeleyip nefret ettirmemelerini emretmiştir. Bu ilkenin önemini her zaman vurgulayan Resûl-i Ekrem, kendi-sinin zorlaştırıcı ve şaşırtıcı değil, öğretici ve kolaylaştırıcı olarak gön-derildiğini, İslâm’ın kolay olduğunu, kimsenin onu zorlaştıramayacağını be-lirtmiştir.
İnsan, yaratılış gereği kolay olanı sever. Fıtrat denilen benlik, bunu gerek-tirir. Kolaylık hayatın belli bir alanını değil, bütününü kapsar. İbadet hayatın-da kolaylığın en güzel örnekleri, Resûl-i Ekrem’in yaşantısında görülmektedir. Resûl-i Ekrem, halkla olan ilişkilerinde bu prensibe son derece dikkat ederdi. Âlemlere rahmet olarak gönderildiğini, rahmet ve merhamet peygamberi ol-duğunu sözleriyle ve uygulamalarıyla gösterirdi. Öyle ki bazı zamanlar ce-maate uzun süreli namaz kıldırmak istediği halde, ağlayan bir çocuk sesi duy-ması üzerine namazı uzatmaktan vaz geçerdi. Bu durum çocuklara ve annele-re karşı ne kadar merhametli davranıldığını, bir an önce birbirlerine kavuşma-ları için kendilerine ne kadar kolaylık gösterildiğini açıkça ortaya koymakta-dır. Sünnetteki bu hassasiyet ve titizlik yalnız verilen örnekle sınırlı değildir. İmamlık yapanlara namazı kısa tutmaları, cemaat içinde yaşlı, hasta, zayıf, ih-tiyaç sahibi insanların bulunduğu da belirtilir. Günümüz din görevlilerine, imamlık yapanlara namaz kıldırma konusunda son derece ışık tutan bu bilgi-ler, sünnetin insan psikolojisine ne kadar önem verdiğini, insanlara zahmet de-ğil, rahmet kaynağı olduğunu açıkça göstermektedir.
Karşılaşılan problemlerde müslümanlar için kolay olan tercih edilmelidir. Toplum içinde yaşayan insanların zaman zaman çeşitli zorluklarla karşılaşma-ları doğaldır. Bu zorluklar bazen basit, aşılabilir olduğu gibi, bazı zamanlar da içinden çıkılmaz çetin bir durumda olabilirler. Zaman zaman rahat ve huzurlu mekanlar olan mescid ve camilerde bile bu tür olaylara rastlanır. İnsanın hayal gücünü zorlamakla birlikte mescide giren, zemini toprak olduğu için boş bul-duğu yere küçük abdestini bozan birinin halini gören Resûl-i Ekrem, adamı hırpalamak isteyen ashabına karşı, kirletilen yerin temizlenmesini söyleyerek, “Siz ancak kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz. Zorlaştırıcı olarak gönderilme-diniz” buyurmuş ve problemi en güzel şekilde halletmeyi bilmiştir. Karşılaş-tığı işlerde günah olmadığı sürece ümmeti için hep kolay olanı tercih eden, ümmetine zorluk çıkarmak istemeyen Resûl-i Ekrem’in bu tavrı , cahil ve bilgisiz kişilere karşı onların gönüllerini kazanma bakımından da çok etkili bir yöntemdir. Kızmak, bağırmak, camiden kovmak yerine, her türlü olumsuzluğa rağmen sabretmek, sonucu İslam’ın lehine çevirmek gerekmektedir. Nitekim benzer bir hadiste, “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın” ifadesinden sonra insanın öfkelendiği zaman susmasının ve oturmasının tavsiye edilmesi de dikkate de-ğer bir noktadır. Karşıdaki insanı öfke ateşinden doğacak her türlü zor du-rumdan kurtarmanın, onun işini kolaylaştırmanın en iyi yolu, susmaktır. İşte bundan dolayı de hadiste susmak tavsiye edilmiştir.
Zor durumda olanlara kolaylık gösterilmelidir. Böyle davranana Allah da dünya ve ahirette kolaylık gösterecektir. Zor durumda olan kişi, borçlu biri olabilir. Maddi imkansızlıklar içinde sıkışan, çaresizlikten kıvranan, aldığı borcu ödeyemediği için mahcup olma korkusu çeken birine, borcunu imkan bulduğu zaman ödeyebilmesi için fırsat ve süre veren bir mümine, her gün için bir sadaka sevabı verileceği vadedilmektedir. Bununla ilgili olarak ön-ceki ümmetler içinde yaşayan zengin bir adamın hikayesi meşhurdur. Amel defterinde hayırlı hiçbir ameli olmayan bu adamın yalnız bir iyi hali vardır. O da alışveriş yaptığı insanlara kolaylık göstermesi, zor durumda olan borçlulara karşı hoşgörülü davranması, yerine göre alacağından vazgeçmesidir. Onun bu halini bilen Allah Teâlâ, adamın günahlarını affeder. Nitekim kıyamet günü-nün zorluklarından kurtulmak isteyenlere, borçlulara süre verilmesi, gerekirse alacaktan vazgeçilmesi tavsiye olunur. Duasının kabul edilmesini, sıkıntıları-nın giderilmesini isteyene de borçlu kimseye yardım etmesi öğütlenir. Borç-luya kolaylık gösterene Allah Teâlâ’nın dünya ve ahirette kolaylık göstereceği haber verilir.
Kolaylaştırma, hayatın her aşamasında karşımıza çıkar. Aile yuvası kurmak isteyen adayların evlenebilmelerini sağlamak toplumun huzuru için şarttır. Ev-lenmenin daha kolay yapılabilmesi için kadına verilecek olan mehirde kolaylık gösterilmesi, aşırıya gidilmemesi tavsiye olunur. Zira bu durum maddi im-kanları zayıf olan bireylerin işlerini kolaylaştıracak, yüksek mehir yüzünden belki ayrılıklara sebep olacak adayların birleşmelerine, yuva kurmalarına im-kan verecektir. Dolayısıyla günlük hayatta sünnetin böylesine bir hassasiyet göstermesi, toplumun sefalete sürüklenmesini önleyecektir. Bu şekildeki bir ideal anlayışın Hz. Peygamber’in evrensel mesajları arasında yer alması müs-lümanlar için saâdet kaynağı olmuştur, bundan sonra da olmaya devam ede-cektir.
Eğitim, öğretimde de kolaylaştırma ilkesi son derece önemlidir. İlim mües-seselerinde, okullarda bu faaliyetler yürütülürken tedrîcîliğe, yani bilgilerin sınıflara göre aşamalı olarak verilmesi, kolaydan zora doğru gidilmesi, başlan-gıçta sevdirilmesi, öğrenmeyi kolaylaştırır ve başarıyı olumlu yönde etkiler.
Ağırlaştırıp zorlaştırmak yerine, hafifletip kolaylaştırmak daha güzeldir. Sünnetin ruhu ve Allah Resûlü’nün yolu budur. Bu yol, sünnetin yaşanmasın-da göz önüne alınması gereken bir ilke, gerçekleştirilmesi gereken bir idealdir. Çünkü ibadetlerde kalp huzuru aranır. Dinî yaşantının en güzel olanı, kolay-lıkla yapılanıdır. Kalp huzuruyla yapılan ibadetlerin devamlı olması, kesinti-ye uğramadan sürekli yapılması daha kolay olur. Yalnız burada şunu da önem-le belirtmek gerekir ki, dinî emirleri yerine getirirken ruhsatlarla, kolay olan-larla amel edildiği gibi, zaman zaman azimetlerle de amel edilmelidir. Allah Teâlâ, ruhsatlarla amel edilmesini sevdiği gibi, azimetlerle de amel edilmesini sever.
2. Zorlaştırmamak
Kolaylığın tersi olan zorluk, darlık ve şiddet göstermek anlamlarına gelir. Kur’an’da zorlukla birlikte kolaylığın olduğu iki defa zikredildiğinden, zor-luğun iki kolaylığa asla galip gelemeyeceği belirtilmiştir.
Bir şeyi zorlaştırmak onu bereketsiz yapar. Bereketi, artışı giderir, yok eder. “Kendinize zorluk çıkarmayın. Sonra Allah da size zorluk çıkarır” bu-yuran Resûl-i Ekrem, geçmiş ümmetlerden bir topluluğun kendilerine zorluk çıkardığını, Allah’ın da onlara zorlaştırdığını, onlardan geriye kalanların kilise ve manastırlarda yaşamaya mahkum olduklarını ifade etmiştir. Çünkü bu in-sanlar üzerlerine farz olmadığı halde, daha fazla ibadet edebilmek için ruhban-lık çıkarmışlardır. Resûl-i Ekrem ashabı içinde ruhbanlık yoluna heveslenen, geceleri uyumayıp devamlı namaz kılan bir hanımın bu durumu kendisine ha-ber verildiğinde bu yapılanı hiç doğru bulmamış, kadına gücünün yettiği amelleri yapmasını, kulların bıkmadıkça Allah’ın bıkmayacağını hatırlatmış-tır. Bir başka kadının mescidin iki direği arasına bir ip uzatarak namaz kıldı-ğını, gevşeklik ve yorgunluk hissedip ağırlaştığı zaman ipe tutunduğunu öğ-rendiği zaman ipin hemen çözülmesini emretmiş, insanın kendini iyi hissettiği zaman namaz kılmasını, yorulduğunda da oturmasını söylemiştir. Yine bazı kişilerin namaz için geceleyin yanında toplanmaya başladığını gören Resûl-i Ekrem aynı tavsiyeyi onlara da yapmış, güçlerinin yettiği ibadeti yapmalarını söylemiştir. Ümmetine farz olur korkusuyla sevdiği bazı ibadetleri yapmak istediği halde sırf merhametinden dolayı bunları terk etmiş, bu konuda onlara zorluk çıkarmak istememiştir. Yalın ayak Kabe’ye yürüyerek gitmeyi adayan bir kıza "Hem yürüsün, hem binsin" buyurmuş, onun kendisini zorlamasını doğru bulmamıştır.
Resûl-i Ekrem sahabilerinden Zübeyr b. Avvâm’a bazı tavsiyelerde bulu-nurken, “Sen zorlaştırma, sana da zorlaştırılır” buyurmuştur. Normalde bir yaşını dolduran hayvanın kurban edilmesini emrettiği halde, böylesinin bulu-namaması, bunun güç olması durumunda koyundan bir kuzu kesilivermesini tavsiye ederek ashabına kolaylık göstermiş, geçmiş ümmetlerden, özellikle İsrail Oğulları’ndan yapılacak rivayetlerde zorluk çıkarılmamasını tavsiye et-miştir. Bundan maksat onlar içinde yaşanmış olan bir takım ilginç, ibret dolu hikayelerin müslümanlara aktarılması, bu konuda onların bilgilendirilmesidir. Müslümanların haram olmayan bir konuda soru sorarak o şeyin haram kılın-masına sebep olmasını, gereksiz yere müslümanlara zorluk ve meşakkat veril-mesini doğru görmemiştir.
Resûl-i Ekrem ashabı içinde Abdullah b. Amr’ın sürekli ibadet etme tekli-fini aynı şekilde, güç yetiremeyeceği gerekçesiyle kabul etmemiştir. Nitekim Abdullah, yaşı ilerleyip de söz konusu bu ibadetleri yapmakta zorlanır hale geldiğinde yaptığının doğru olmadığını anlamış, Resûl-i Ekrem’in oruçla ilgili söylediği her aydan üç gün oruç tutma fikrini kabul etmiş olmayı ailesinden, malından ve çocuğundan daha çok istemiş, kendisinin ağırlaştırdığını, dolayı-sıyla kendisine de ağırlaştırıldığını belirterek pişmanlık duyduğunu ifade et-miştir. Ebu’d-Derda da ashabın çok ibadet edenlerindendir. Onun sürekli oruç tuttuğunu, gece namazı kılarak eşini ihmal ettiğini öğrenen Selman-ı Fârisî, Ebu’d-Derda’yı ibadette aşırı gitmemesi konusunda uyarmıştır. Sel-man’ın yaptığı bu uyarıları doğru bulan Resûl-i Ekrem, onun bu tavrını son derece beğenmiş ve “Gerçekten Selman doğru söylemiştir” buyurarak kendi-sini takdir etmiştir. Yine aralarında Ali b. Ebû Talib, Abdullah b. Amr ve Osman b. Maz’ûn’un bulunduğu üç kişiden birinin ömrümün sonuna kadar bütün gece uyumaksızın namaz kılacağını, bir diğerinin hayatı boyunca gün-düzleri oruç tutacağını, oruçsuz gün geçirmeyeceğini, üçüncü kişinin de sağ olduğu sürece kadınlardan uzak kalacağını, asla evlenmeyeceğini öğrenen Resûl-i Ekrem, Allah’a yemin ederek, kendisinin Allah’tan en çok korkan ve O’na en saygılı olan kişi olduğu halde bazen oruç tuttuğunu, bazen da tutma-dığını, geceleri namaz kıldığını, sonra yatıp uyuduğunu ve evlendiğini söyle-miş, ardından, “Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir” bu-yurmuştur. Osman b. Maz’ûn’un fazla ibadet etmek, kendisini tamamen iba-dete vermek (tebettül) ve erkeklik özelliğini gidermek konusunda Resûl-i Ek-rem’den izin istediğinde Resûl-i Ekrem ona bu konuda izin vermemiştir. Yukarıda isimleri geçen bu sahabiler, kolay yoldan çıkıp Allah’ın emretmediği ibadetleri kendi kendilerine adamışlardır. Bundan dolayı Resûl-i Ekrem onları kınamış, kendi yoluna irşad etmiş, yani sahabeden bu kişilerin yaptığı gibi kendi yolunun güzel olmadığına inanarak onu kabul etmeyenin kendisinden olmadığını ifade etmiştir. Halbuki Resûl-i Ekrem fazla ibadet yapmayı, üm-metine olan şefkat ve merhametinden dolayı terk etmiş, bu konuda onlara zor-luk çıkarmak istemediğinden onlara orta yolu tutmalarını tavsiye etmiştir. İba-det etmeyi sevdiği halde halk kendisini görür de amel ederler, böylece de ken-dilerine farz olur korkusuyla bazı amelleri yapmamıştır.
Bu rivayetler Kur’an ve sünnetin yaşanmasında aşırılıktan uzak durmanın, zorluk çıkarmamanın, ölçülü ve dengeli olmanın önemini vurgulamaktadır. Zira aşırı gidenler, taşkınlık yapanlar helak olurlar. Sözlerinde ve davranışla-rında ölçüsüz davranan, ne söylediğini, ne yaptığını bilmeyenler hem kendile-rine hem de diğer insanlara zarar verirler. Ölçüye dikkat edebilmek için yapı-lan ibadetlerin insanın gücü dahilinde olması gerekir. Güç sınırını aşan ibadet-lerin kişiyi zorlayacağı, zamanla kesintiye uğrayacağı ve yapılamaz hale gele-ceği açıktır. Hıristiyanların güç sınırlarını aşarak üzerlerine gerekli olmadığı halde, sırf Allah rızasını kazanmak için kendilerine bir takım sorumluluklar yükleyerek ibadette aşırı gitmeleri, sonra da bunun gereğini yerine getireme-yip terketmeleri Kur’an diliyle kendilerinin kınanmalarına sebep olmuştur. Dolayısıyla Kur’an ve sünnetin ruhunda yatan gerçek müslümanlara zorluk çı-karmamaktır. Bu yüzden fazla ibadet edenlerin diğer sahabileri ve arkasından gelecek müslümanları etkileyecek olan zorluğa yönelik bu tavırları doğru bu-lunmamıştır.
3. Sevdirmek
İslam Dini’nin insanlara anlatılmasında Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişli-ğini anlatmak, ahirette vereceği sevabın büyüklüğünü müjdelemek gerekir. Korkutucu emir ve yasaklarla insanları soğutmamak, tebliğde şiddet gösterip nefret ettirmemek gerekir. Özellikle yeni müslüman olanların, ergenlik çağı-na yaklaşan çocukların ve günahlardan tevbe eden günahkârların İslam’a gö-nüllerinin ısınması, onların ibadetlere yavaş yavaş alıştırılması için böyle bir yolun izlenmesi zaruridir. İslamiyet’in ilk zamanlarında bu usûle özellikle dik-kat edilmiştir. Resûl-i Ekrem kendisinden bir şey isteyene hiçbir zaman hayır demez, mutlaka bir şeyler vermeye, böylece karşıdaki muhatabın sempatisini kazanmaya, gönlünü yumuşatmaya çalışırdı. Nitekim bir defasında kendisin-den bir şey isteyen adamın birine iki dağ arası koyun vermiştir. Bunun üzerine adam kavmine döndüğünde, kavminin müslüman olmasını, çünkü Muhammed (a.s.)’ın çokça ihsanda bulunduğunu, yokluktan korkmadığını söylemiştir. Bu gibi insanlar, müslüman olduktan sonra İslamiyet onların bakış açılarında o kadar değer kazanıyor ki dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha makbül bir duruma geliyordu. Bu sebeple, İslam Dini’nin tebliğinde Müellefe-i kulûp il-kesine dikkat etmek, bunun gereğini yapmak son derece önemlidir. Dün böyle olduğu gibi bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Dine girişte sevdirme etkin rol oynadığı gibi, dine girdikten sonra da aynı şekilde etkin rol oynar. Sevgi ile başlayan işler daha çok kabul görür, etki alanı artarak genişler.
Müjdeleyen, sevdiren mânasına gelen "Beşîr", aynı zamanda Resûl-i Ek-rem’in isimlerinden biridir. Resûl-i Ekrem, isminin gereğini yapmış, değişik hadislerinde ashabını ve ümmetini sevindirmiştir. Nitekim fakirlerin zengin-lerden kırk yıl önce gireceklerini müjdelemiş, Kur’an’ı sevenin sevinmesi ge-rektiğini söylemiş, karanlık gecelerde mescitlere devam edenlerin kıyamet günü tam bir nura kavuşacaklarını haber vermiştir. Bazı sahabilerini cennetle girmekle, ümmetini de Allah’a şirk koşmadan ölmeleri durumunda cennete girmeleriyle müjdelemiş, Ye’cûc ile Me’cûc’den bin kişinin cehenneme atılır-ken kurtulacak bir kişinin kendi ümmetinden olacağını belirterek ashabını se-vindirmiştir. Dinin anlatımında müjdelemek, sevindirici haberler vermek, insanları ümitlendirmek elbetteki güzeldir. Fakat bu metodu izlerken de ölçü-ye dikkat etmeli, her zaman ümitlendirip sevindirerek halkı tembelliğe ve gev-şekliğe de yönledirmemek gerekir. Dinin sevindiren emirlerinin yanı sıra, za-man zaman da uyaran buyruklarını da halka duyurmak lazımdır. Tebliğde bu iki ilke bir kuşun iki kanadı gibidir. Tek kanadı kullanmak yerine, her iki ka-nattan da duruma göre yararlanmalıdır.
4. Nefret Ettirmemek
“Nefret ettirmeyin” ifadesi de son derece önemlidir. Dinin tebliğinde, baş-kalarına anlatılmasında, aşırı şiddet ve sertlik gösterilmesi, duyarsız ve kaba davranılması gönüllerin soğumasına sebep olur. Hatta yeni dine giren insanla-rın zamanla dinden çıkmasına bile yol açar. İş güç sahibi, tarlalarda çalışan, çobanlık yapan, bu yüzden uzun süreli namaz kılmaya vakitleri uygun olma-yan bazı insanlara uzun kıldıran Muaz b. Cebel’in bu durumunu öğrendiğinde Resûl-i Ekrem ona, fitne çıkarmama konusunda uyarılarda bulunmuştur. Ha-diste geçen “fettân” kelimesi, dinden nefret ettirip soğutmak olarak yorum-lanmıştır. İmamın namazı uzun tutması, cemaatin nefretine, namazdan so-ğumasına sebep olur. Aynı şey vaaz, nasihat, konferans gibi halka yönelik ko-nuşmalar için de söz konusudur. Nitekim kaynaklar Resûl-i Ekrem’in ashabını bıktırmamak için zaman zaman vaaz ettiğini rivayet etmişlerdir. Din anlatı-lıyor gerekçesiyle, insanları zamansız ve zeminsiz ortamlarda dinlemeye mec-bur etmek, haddinden fazla, sık sık konuşmalarla onları bıktırmak sünnetin temel ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. Maksat çok rivayet değil, o rivayeti an-lamaya yönelik dirayetin uyandırılmasıdır.
Müslümanlara karşı yapılan eğitim öğretimde, dinin öğretilmesinde elbet-teki zaman zaman inzar denilen, cehennem azabından korkmayı, ondan sakın-mayı gerektiren bir takım bilgilerin verilmesi gereklidir. Fakat bu bilgilerin bile yumuşak bir üslupla, uygun bir metodla anlatılması daha faydalıdır. Bu konuda gösterilen katı, sert tavırlar, insanların nefretlerine yol açabilir. Sıddık b. Hasan (ö.1307/1889) İsrail Oğulları’nın yetmiş iki fırkaya, bu ümmetin de yetmişüç fırkaya ayrılacakları şeklinde nakledilen hadis üzerinde dururken, hadiste yer alan biri dışında hepsinin cehennemlik olacağını bildiren bu ifade-nin mülhidler tarafından sonradan hadise ilave edildiğini, bazı hadisçilerin bu görüşte olmakla doğru düşündüklerini belirtmiş, çünkü hadisin bu şekilde an-laşılmasında İslam’a karşı insanları soğutmanın, müslüman olmak isteyenleri korkutmanın söz konusu olacağını söylemiştir. Sıddık b. Hasan sözlerinin de-vamında “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin” hadisini zikretmiş, iddiasını güçlen-dirmek için de şöyle bir örnek vermiştir: Bir yerde yetmiş iki adam bir araya gelip toplansa, bir başkası oradan geçen birine onların arasına girmesini, on-lardan yalnız birinin geriye kalıp diğerlerinin boyunlarının vurulacağını söyle-se o insanın böyle bir şeye rıza göstermesi mümkün olur mu? diye sorar. İs-lam’ın kolay olduğunu, ondan nefret ettirilmemesi gerektiğini savunmak sade-dinde yapılan bu yoruma katılmamak mümkün değildir. Nitekim Resûl-i Ek-rem Muaz’ı b. Cebel’i Yemen’e gönderirken onu uğurlamak için yola kadar çıkmış, kendisini kalpleri yumuşak olan bir kavme gönderdiğini söyleyerek, kibar ve nazik olan Yemen halkını ürkütmemesini özellikle tenbih etmiştir.
İnsanları azarlamak, kusurlarını yüzlerine vurmak ve sert davranmak yeri-ne, güzel ahlakın gereği olarak yumuşak, nazik ve kibar davranmak, insanları birbirlerine yaklaştırır, gönülleri kaynaştırır. Huysuz, katı kalpli, merhametsiz kişilerden insanlar kaçar, darmadağın olurlar. Bu ise müslüman adına, İslam adına büyük bir kayıptır.
5. Anlaşmak
Hadiste geçen “anlaşın” ifadesi, uyuşun, birlikte hareket edin, ayrılığa, ih-tilafa düşmeyin, itaat edin demektir. Kur’an ve sünnette Allah’a ve Resûlüne itaat üzerinde önemle durulur. Bu itaat sayesinde müminlerin peygamberler, sıddıkler, şehitler ve salihlerle beraber olacağı haber verilir. Allah’ı sevmenin işareti onun Resûlü’ne itaat etme ona tâbi olma gösterilir. Bu itaat silsile ha-linde devam eder ve Hz. Peygamber’den sonra onun sünnetine uyan raşid hali-felerin yollarına uyma şeklinde tezahür eder. İtaat yolunun ve dine uymanın benimsenmesi tavsiye edilir.
Resûl-i Ekrem’in ordu komutanlarına verdiği bu emir, savaş gibi en zor ortamlarda birbirleriyle koordineli, ortak iş yapan komutanlarının veya başka kişilerin nasıl davranacakları konusunda temel bir ilkeyi hatırlatmaktadır. Ni-tekim Zâtü’s-selâsil ordusu için muhacirlerin başına Ebû Ubeyde’yi, diğerleri-nin başına da Amr b. el-As’ı komutan olarak tayin eden Resûl-i Ekrem, onlara aynı emri tekrar ederek aralarında anlaşmalarını, uyum içinde hareket etmele-rini emretmiştir.
Toplum düzeninin sağlanmasında bir itaat ve uyum zincirinin oluşturulması şarttır. Kişinin babasına, âmirine, ve yetkili makamlara itaat etmesi de bir yü-kümlülüktür.
6. Ayrılığa Düşmemek
Müslümanlar arasında yaşanacak ciddi ihtilaflar, tartışmalara, kavgalara se-bep olur. Bu gibi durumlar da gönüllerin incinmesine, insanların birbirlerine karşı kinleşmesine, düşman olmalarına sebep olur. Kardeşliği, sevgiyi ortadan kaldıran böyle yol hiçbir zaman tasvip edilmemiştir. Çünkü ihtilaf toplumun gücünü parçalar, onu zayıflatarak etkisiz hale getirir. Kur’an ve sünnette bu ilkenin üzerinde önemle durulmuş, ihtilafa, ayrılığa düşülmemesi konusunda ciddi uyarılar yapılmıştır.
Hz. Peygamber birlik halinde, bir bütün olarak hareket edilmesi noktasında ashabını sıkı bir eğitim altına almıştır. Mescitte günde beş defa kıldırdığı vakit namazlarında saf düzeninin tutulmasıyla ilgili olarak cemaatin düzgün saf tut-masını, karışık bir vaziyette durarak kalplerinin de karmakarışık olmaması ko-nusunda onlara uyarılarda bulunmuştur. Bu uyarılarını devam ettiren Resûl-i Ekrem (s.a.) aynı şekilde imama uyulmasını, ona muhalefet edilmemesini ıs-rarla emretmiş, namaz içindeki fiillerde imamın asla önüne geçilmemesini söylemiştir. Birlikte hereket etmeyen, kendi halinde buyruk olanlara karşı çok ağır sayılabilecek bir ifade ile, başını imamdan önce kaldıran kişinin başı-nın merkeb sûretine çevrileceğini belirtmiştir. İki temel kaynak varken ehl-i kitabın yoluna uymaktan, peygamberleri konusunda ihtilaf etmelerinden do-layı geçmiş ümmetlerin helâk olduklarını belirterek onlara kendi yoluna tâbi olmalarını emretmiştir. Zaman zaman muhacirlerle ensar arasında yaşanan sürtüşmeleri gidermeye, "Bu cahiliyet davası ne oluyor?" buyurarak aralarını bulmaya, tarafları yatıştırmaya çalışmıştır. Bu rivayetlerin yanı sıra mümin-ler arasında dedikodu ve koğuculuk yapmak suretiyle onları birbirine düşüren-ler, toplumun huzurunu bozan insanlar Allah’ın en kötü kulları olarak tanıtıl-mıştır. Savaş veya barış her ne durumda olursa olsun anne ile çocuğunu bir-birinden ayıran kişiler kıyamet gününde sevdiklerinden ayrılmakla uyarılmış-tır.
7. Teskin Etmek
Teskin etmek, sakinleştirmek, rahatlatmak, huzura kavuşturmak, üzerine sekinet inmek anlamlarına gelir. Buhârî (ö. 256/870), “Bâbu’t-teskîn: Sakin-leştirme” bölümünde üzerinde durduğumuz hadise yer vermiştir. Buhârî’nin açtığı bu başlık altında ele alınan hadisler önemlidir ve teskin konusunda hangi hadislerle amel edileceği noktasında ipuçları vermektedir. Huysuz bir deve üs-tünde yolculuk yapan eşi Hz. Aişe’nin deveye vurduğunu gören Resûl-i Ekrem ona yumuşak davranmasını, yumuşaklığın her şeyi süsleyip güzelleştireceğini, yumuşaklığın ve nezaketin olmadığı şeylerin de değerlerinin düşeceğini hatır-latmıştır. Resûl-i Ekrem, kendisine karşı kaba konuşanlara karşı öfkelenmez, Allah Teâlâ’nın her işte yumuşak davranılmasını sevdiğini söylemiştir. Yu-muşak ve nazik davranan insanlara Allah Teâlâ’nın daha merhametli, daha lü-tufkâr davranacağı bu hadisten anlaşılmaktadır. Yumuşak ve kibar olan aileler içinde saygı, sevgi daha fazla olurken, sert ve kaba ailelerde ise kin ve nefret daha çok olur. Sevgi ortamında yetişen çocukların gelecekte topluma faydalı, saygın bireyler olacağında hiç tereddüt edilmemelidir. Nitekim Resûl-i Ekrem, Yemenliler Medine’ye geldiğinde onların ince gönüllü, yumuşak kalpli olduk-larını belirterek onları övmüş, imanın Yemenli, hikmetin de Yemenli olduğu-nu bildirmiş, öğünme ve kibirlenmenin deve sahiplerinde, sükunet ve ağırbaş-lılığın ise koyun sahiplerinde bulunduğunu söyleyerek yumuşak huyluluğun güzelliğine, bereketine dikkat çekmiştir. Bu özellikleri sebebiyle onlar Hz. Peygamber’in özel iltifatlarına mahzar olmuşlar, duasını almışlardır. Demek ki iyilik kolay şeylerdir. Güler yüzlü ve yumuşak sözlü olmaktır. Resûl-i Ek-rem, Eşec b. Abdülkays’a kendisinde Allah’ın sevdiği özelliklerden yumuşak huyluluk bulunduğunu söyleyerek ona olan sevgisini göstermiştir.
Teskin etme ilkesi sünnette önemli bir yer tutar. Hz. Peygamber’in asha-bından bazılarını bir iş için gönderdiği zaman onlara bu talimatla hareket et-melerini emrettiği kaynakların verdiği bilgiler arasındadır. Rivayetler sahih-se inleyen hurma kütüğünü bile Resûl-i Ekrem minberden inerek sakinleştir-miş, hurma kütüğü sonunda susmuştur. Bir diğer hadisinde Resûl-i Ekrem, her işin bir canlı ve coşkulu zamanı olduğunu, her canlılığın da bir sükûnet döneminin bulunduğunu, kendi sünnetinde sükûnet bulanın hidayete ereceğini, sünnetinden başka bir şeyde sükûnet bulanın ise helâk olacağını haber vermiş-tir. Müslümanın üzerine sekinetin inebilmesi, onun rahatlayıp, iç huzuruna kavuşması için Allah’ın kitabının okunması da tavsiye edilmiştir.
Bütün bu rivayetlerden anlaşıldığına göre yumuşak davranmak, kibar ve nazik olmak güzeldir. Müslüman ahlakına yakışır bir tarzdır. Bunun bereketi, olumlu sonuçları kişinin kendi yaşayışında ve toplumla olan ilişkilerinde çok net olarak görülür. Hayatın genel akışı içinde yumuşak davranmak esas olmak-la birlikte, bazı özel hallerde biraz daha farklı, yerine göre ilişkilerin düzeyini ve dozajını iyi ayarlamak şartıyla sert davranmak da gerekir. Zira her iki huy da insan için gereklidir ve yerine göre kullanılır.
8. İstişarede Bulunmak
İstişare, görüş alıverişinde bulunmak, akıl ve fikir danışmak, bir meseleyi önceden başkalarıyla müzakere etmek, diyaloga girmek demektir. Kur’an bu konuda müminlerin işlerinin istişareye dayandığını belirterek , müminlere is-tişare etmeyi tavsiye etmiştir.
İstişare, bir işe başlamadan, karar vermeden önce yapılır. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), peygamber olmasına rağmen kendi kanaatıyla yetinmez, her konuda ashabına fikirlerini sorar, onlarla istişare ederdi. Savaşlarda olduğu gibi barış hallerinde de buna dikkat ederdi. Ashab-ı kiram ve ümmetin diğer fertleri de ilim sahibi, güvenilir kimselerle mübah olan, serbest konularda en kolayı ter-cih edebilmek için istişare ederlerdi. Hz. Ömer, Kur’an’a karşı çok dikkatli ve saygılı olduğundan genç olsun, yaşlı olsun ashabın Kur’an’ı iyi bilenleriyle sü-rekli istişare ederdi. Yalnız Kitab ve sünnetin çok açık beyanlarının bulunduğu yerde istişareye gerek kalmaz. Bu gibi yerlerde nas ile amel edilir.
İstişare eden kişiler, doğruyu, güzeli daha çabuk bulurlar. Kendi görü-şüyle yetinen her zaman mutlu olamaz. Ama başkalarıyla görüşen, bundan pişmanlık duymaz.
İstişarenin insan psikolojisiyle çok yakın ilişkisi vardır. Zira başkalarının fikirlerini sormak, onlara değer vermek demektir. Bu da karşı tarafın sevgisi-nin artmasına, başkalarıyla gönüllerin kaynaşmasına sebep olur. Başkalarının görüşlerine tenezzül edilmemesi onları hiçe saymak anlamına gelir. Bunun so-nucunda da uyumsuzluk, çekememezlik ortaya çıkar. Halbuki akıllı insan hem kendi aklını, hem de başkalarının aklını birleştirmeyi, onlardan en iyi şekilde istifade etmeyi bilmelidir. Dolayısıyla İslam düşüncesinde tahakküm, yani despotluk, istibdat ve zorbalık yoktur. İnsan yalnız kendi arzu ve isteklerini değil, toplumun genel çıkarları açısından hakkı araştırmakla ve o konuda akli ve nakli delillerden amel edilir olanları araştırmakla sorumludur. İstişareden maksat budur.
Bütün bu bilgilerden anlaşıldığına göre müslümanların işleri zorbalıkla de-ğil, aralarında danışmakla, görüşlerine başvurma ile olmalı, kendi işlerine sa-hip olmayı bilmelidirler. Başkalarının elinde esir değil, toplanıp söz birliği etmesini bilmelidirler. Elmalılı Hamdi Yazır (ö. 1361/1942) bu noktada önemli bir tespit yaparak İslam tarihinde ve fıkıh usûlünde bunu daha da ge-nişletirsek dinî ilimlerin metodolojisinde maalesef bu istişarenin, diğer bir adıyla şûrâ ilkesinin sahabe devrinden sonra Kur’an’la uyumlu bir biçimde ge-liştirilemediğinden yakınır. Tarihten günümüze kadar yazılan eserler, ortaya atılan fikirler genelde bireysel aklın ürünleridir. Bu çalışmalar yerine göre gü-zeldir. Ama danışma ilkesi çerçevesinde kolektif, birleşik bir aklın ürünü ola-rak atacakları adımların daha başarılı, daha uzun ömürlü olacağında şüphe yoktur.
Sonuç
Hadis az sözle çok mâna ifade eden, derli toplu kelimeler anlamına gelen "cevâmiu’l-kelim" hadislerdendir. Hadisin bu şekilde değerlendirilmesine se-bep olan özelliği dünya ve ahiret hayatına ait bütün hayırları, güzellikleri kap-samış olmasıdır. Dünya amel ve çalışma yeri, ahiret de ceza ve karşılık yeri olduğundan Hz. Peygamber bu hadisinde dünyada insanlara kolaylık gösterilip zorluk çıkarılmamasını, ahiret işlerinde de hayırlı vaadler, sevindirici müjdeler verilip nefret ettirilmemesini, müslümanların kendi aralarında anlaşıp kaynaş-malarını, ayrılığa ve ihtilafa düşmemelerini, sükûnet ve ağırbaşlılıkla hareket edip, rastgale, kafalarına göre hareket etmemelerini emretmiştir. Müslümanın yaşantısında çok önemli yeri olan sünnetin bu ilkelerinin pratiğe dökülmesi gerek birey, gerekse toplum açısından büyük değer taşımaktadır. Dinin bütün emir ve yasaklarıyla amel etmek belki her zaman mümkün olmayabilir. Ama prensip ve ilkelerin benliğe yerleşerek kökleşmesi, güzel ahlakın tezahürü için çok iyi bir fırsattır. Müminler üzerine düşen Hz. Peygamber’in yaptıklarını yerine göre aynısını, yerine göre benzerini yapmaya çalışmaktır. Onun yaptık-larını bugünün şartları içerisinde yeni bir yorumla, yeni bir ruhla, ama aynı hedefleri, temsil ettiği aynı ilkeleri korumak kaydıyla yeniden üretmektir. Sa-yılan ilkeler başta olmak üzere, sünnetin diğer ilkeleriyle de her müslüman gücüne göre amel etmeli, bu ilkeleri toplumdan topluma, çağdan çağa aktar-malıdır. Allah’ın rızasını ilkelerden uzak, ruhsuz amellerde aramak yerine, il-keli ve samimi olan az amellerde aramak belki daha doğru olur.

---------------------------------------
* Dr., Alibeyhüyüğü İ.H.L. Öğretmeni
Kırbaşoğlu, M. Hayri, İslâm Düşüncesinde Sünnet, Ankara 1999, s. 83.
Buhârî, İlim 11, Cihad 164, Meğâzi 60; Müslim, Cihad 6-7; Dârimî, Mukaddime 24.
Buhârî, Edeb 80; Müslim, Cihad 7; Ahmed, III, 131, 209.
Heysemî, Mecmeu’z-zevâid ve menbeu’l-fevâid, Beyrut 1407, V, 257.
İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî ğarîbi’l-hadis, Beyrut 1965, V, 294.
Bakara (2), 185. Bu konudaki diğer ayetler için bk. Mâide (5), 6; A’râf (7); Hac (22), 78.
Kurtubî, el-Câmi’ li-ahkâmi’l-Kur’an, (thk. Ahmed Abdülalîm el-Berdûnî), Kahire 1372, II, 301.
İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm, Beyrut 1401, I, 218.
Buhârî, Meğâzî 60; Dârimî, Mukaddime 24.
Müslim, Talâk 29; Ahmed, III, 328, VI, 116.
Buhârî, İmân 29.
Müslim, Fedâil 126; Tirmizî, Deavât 118.
Müslim, Salât 192.
Müslim, Salât 186-187.
İbn Ebî Şeybe, (thk. Kemal Yusuf el-Hût), Riyad 1409, Musannef, V, 318.
Münzirî,Terğîb, (thk. İbrahim Şemsüddin), Beyrut 1417, III, 280.
Buhârî, Menâkıb 27; Müslim, Fedâil 77.
Beyhakî, Şuabü’l-imân (thk. Muhammed Saîd Besyûnî), Beyrut 1410, IV, 309.
İbn Ebî Şeybe, a.g.e., V, 216.
Müslim, Zikr 38; Ebû Dâvûd, Vitir 14; Tirmizî, Kur’an 10; İbn Mâce, Mukaddime 17.
Kurtubî, a.g.e., III, 374.
Müslim, Müsâkât 26, 27, 30,31.
Kurtubî, a.g.e., III, 374; İbn Kesîr, a.g.e., I, 332.
İbn Kesîr, a.g.e., I, 333.
İbn Hibbân, Sahîh, (thk. Şuayb el-Arnaut), Beyrut 1993, XI, 425.
İbnü’l-Esîr, a.g.e., IV, 295.
İbn Hacer, Fethu’l-bârî şerhu Sahîhi’l-Buhârî, (thk. M. Fuâd Abdülbâki Beyrut ts., I, 12.
İbn Kesîr, a.g.e., I, 218.
İbn Ebî Şeybe, a.g.e., V, 318.
İnşirah (94), 5-6.
İbnü’l-Esîr, a.g.e., III, 235.
Ebû Dâvûd, Edeb 52.
bk. Hadîd (57) 27.
Buhârî, İman 32, Teheccüd 18; Müslim, Müsâfirîn 220-221.
Buhârî, Teheccüd 18; Müslim, Müsâfirîn 219; Ebû Dâvûd, Tatavvu 18; Nesâî, Kıyâmu’l-leyl 17; İbn Mâce, İkâme 184; Ahmed, III, 101.
Müslim, Müsâfirîn 215.
Buhârî, Teheccüd 5.
Müslim, Nüzür 11.
Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl fî ehâdîsu’r-resûl, (thk. Abdurrahman Umeyre), Beyrut 1992, II, 77.
Müslim, Edâhî 13.
İbn Ebî Şeybe, a.g.e., V, 318.
Buhârî, İtisâm 3; Müslim, Fedâil 132.
Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ ve tabakâtü’l-asfiyâ, Beyrut 1967, I, 283; Leknevî, İkâmetü’l-hucce alâ enne’l-iksâr fi’t-taabbüd leyse bi-bid’a, (thk. Abdülfettah Ebû Ğudde), Haleb 1990, s. 127.
Buhârî, Savm 54-59, Nikah 89; Müslim, Sıyâm 181; Nesâî, Sıyâm 76.
Buhârî, Savm 51, Edeb 85.
İbn Hacer, Fethu’l-bârî, IV, 211.
Buhârî, Nikah 1; Müslim, Nikah 5; Nesâî, Nikah 4; Dârimî, Nikah 3; Müsned, II, 158.
İbnü’l-Esîr, a.g.e., III, 599.
Buhârî, Teheccüd 5.
Müslim, İlim 7; Ebû Dâvûd, Sünnet 5; Dârimî, Mukaddime 19; Müsned, I, 386.
Hadîd (57), 27. bk. Ebû Dâvûd, Edeb 52.
Münâvî, Feyzu’l-kadîr şerhu’l-Câmii’s-sağîr, Beyrut ts., VI, 463.
Müslim, Fedâil 56-58.
İbn Hacer, a.g.e., I, 163.
Ebû Dâvûd, Salât 223.
Dârimî, Rikâk 118.
Dârimî, Fedâilu’l-Kur’an 1.
İbn Mâce, Mesâcid 14.
Buhârî, Fedâilu’s-sahâbe 5.
Müslim, İman 153; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, Mekke 1994, VI, 274; Heysemî, a.g.e., III, 239.
Buhârî, Enbiyâ 7, Rikâk 46; Müslim, İman 379.
Nevevî, Şerhu’n-Nevevî, Beyrut 1392, IV, 182; Süyûtî, Dîbâc, (thk. Ebû İshak el-Huveynî), Beyrut 1996, II, 168. Hadis için bk. Buhârî, Ezân 60, 63; Müslim, Salât 178-179; Ebû Dâv-ud, Salât 124; Nesâî, İmâmet 39, 41; Ahmed,, III, 124, 299.
Buhârî, İlim 12; Müslim, Münâfikîn 83.
bk. İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VIII, 61.
Tirmizî, İmân 18.
Sıddık b. Hasan, Yekizatü üli’l-i’tibâr, (thk. Ahmed Hicazî es-Sekâ), Kahire 1987, s. 207.
İbn Hacer, a.g.e., VIII, 61.
Nisâ (4), 69.
Âl-i İmrân, (3), 31; Ayrıca bk. Haşr (59), 7.
Ebû Dâvûd, Sünnet 5 ; Tirmizî, İlim 16 ; İbn Mâce, Mukaddime 6.
Ebû Nuaym, a.g.e., I, 253.
Heysemî, a.g.e., VI, 206.
Buhârî, a.g.e., s. 82.
Al-i İmrân (3), 103, 105; Şûrâ (42), 13; Ahmed, IV, 227.
Buhârî, Ezân 74; Müslim, Salât 86.
Müslim, Salât 112.
Müslim, Salât 114-116.
Buhârî, Tevhid 51.
Buhârî, İtisâm 2; Müslim, Hac 412.
Müslim Birr 62-64.
Ahmed, IV, 227.
Tirmizî, Büyû 52.
Buhârî, el-Edebü’l-müfred, (thk. M. Fuad Abdülbaki), Beyrut 1989, s. 167.
Buhârî, a.g.e., s. 167.
Buhârî, a.g.e., s. 164.
Buhârî, Menâkıb 1; Müslim, İman 82, 84, 88-90.
Ahmed, IV, 339; Ebû Avâne, Müsned (I), Beyrut 1998, IV, 215.
İbn Ebî Şeybe, a.g.e., III, 293; Kastallânî, Mevâhib, II, 375.
Münzirî, Terğîb, I, 51.
Müslim, Zikir 38.
Şûrâ (42), 38.
Âl-i İmrân (3), 159.
Buhârî, İtisâm 28; Ebû Nuaym, a.g.e., I, 42, 173; Kurtubî, a.g.e., IV, 251.
Buhârî, el-Edebü’l-müfred, s. 100.
Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, (Sadeleştirenler: İsmail Karaçam ve dğr.), İstanbul ts., VII, 30.
Buhârî, Tabîr 11; Müslim, Mesâcid 5-8; Tirmizî, Siyer 5; Ahmed, II, 172, 212.