Makale

babalarını özleyen kızlar

Cihan Aktaş

babalarını
özleyen kızlar

Aile çok farklı açılardan yaklaşılarak değeri kanıtlanabilecek kadim bir kurum, zamanın yıpratmaları karşısında da önemini kanıtlamış bir insanlık birimi. Ardımızda bıraktığımız yüzyılda aileye karşı geliştirilen kolektif ya da bireyci yaşama tarzları bu konudaki iddialarını gerçekleştiremediler.
Batı toplumlarında şehirleşmeye bağlı olarak daha önce başlamış olan bir dalganın Müslüman toplumlardaki yansımaları, geç evlenme ya da hiç evlenmeme, kadınların olsun erkeklerin olsun evlilik yaşındaki yükselme, genel olarak gençlerde, özellikle de genç kızlarda kendini gösteren evlilik korkusu, meslek sahibi genç kızların evlenecekleri erkeklerden beklentilerindeki değişim, bu yazının konusunu teşkil ediyor.
Yeni kuşaklarda kendini gösteren evlilik korkusunun, bir önceki kuşağın evliliklerinin zor koşullarından etkilendiğini söylemek mümkün görünüyor. Belki de son güçlü erkek kuşağıyla, annelerinin hayat tarzından kopmuş ilk kadın kuşağının evliliğidir sözünü ettiğim. Bunlar yaygın olarak akraba, çevre ve cemaat dışı girişimlerle gerçekleşen, bazen de ideolojik yakınlıklardan kaynaklanan evliliklerdir. Dolayısıyla aile ve çevresinin ya da daha genel bir tabirle, toplumun onayı ve denetiminin olumlu etkisinden uzakta bir yerde kurulmuşlardır.
Annelerinin hayat tarzından büyük ölçüde kopmuş bir kadın kuşağı, aileyi, evi, evliliği, okumaların, dinlemelerin, yorumların ve hayatın içinden yükselen soru ve taleplerin yardımıyla yeniden tanımlama iddiasına sahip çıktılar. Annelerini acımasızca yargılıyor, onların ev ve aileyle sınırlı hayatlarının hem bencilce hem de sınırlayıcı olduğunu düşünüyorlardı. Mutluluk kamusal alandaydı ya da başka bir açıdan kolektif hayatın ve cemaat ilişkilerinin bağlamında aranmalıydı. Toplumsal olanı bireysel olana öncelemelerine karşılık evlilik kurumuna eşiyle eşit bir birey olarak katılan kadınların kimileri zaman içinde, eşlerini bekledikleri kadar demokrat bulmadıkları, bu nedenle de aile üzerinden topluma yeteri kadar katılamadıkları için hayal kırıklığı yaşamışlardır.
Aile içi ilişkilerin zayıf olanın, güçlü olanın bünyesinde eridiği şekilde değil de yüzyüze, karşılıklı, birbirini gerçekten görerek ve tanıyarak, bir tanıma sürecini birlikte gerçekleştirerek geliştirici olabileceğini söyleyebiliriz. ’Mümin müminin aynasıdır.1 Ayna olabilmek, karşımızdakine ilişkin bir anlama ve sorumluluk üstlenme çabası yanında, kendi benliğimizde arınmaya yönelik bir sorgulamayı sürdürmemizi de gerektiriyor. Ayna olmanın kadın için olduğu gibi erkek için de giderek daha da zorlaştığının altını çizmek gerekiyor burada. Kadınların ezilmesine, bastırılmasına yol açan tarihsel söylemlerin giderek piyasa tarafından araçsallaştırıldığını, böylelikle kadınların ezilmişliğini yeniden üreten anlamlar kazandığını söylemek mümkün. Buna karşılık, yakın zamana kadar cinsel açıdan özellikle kadınları kontrol eden ve baskı altında tutan piyasanın, artık erkeklere de aynı baskıyı uyguladığı da söylenilebilir. Erkekler, gerçekte nasıl olmaları gerektiğine karar veremeden, bulundukları durum ya da olmaya çalıştıkları haller konusunda sürekli şüpheye düşürülüyor ve baskı altında tutuluyorlar. Vahşi kapitalizm ve modern kent içinde erkeklerin yaşadığı bir paradoks var. Hareketlerini ve hedeflerini sınırlayan modern kentte başarmak için kendi sınırlarını zorlaması gerekiyor. Bunun sonuçlarından biri, bir tür yenilgiyle ’erkeklikten düşmek’, yani bir tür yozlaşmayla ’dişileşme.’ Başka bir sonuç ise; zahirde başarıyla gelse bile asaletten yani kahramanlıktan vazgeçerek yozlaşmak.
Çiftler arasındaki dengenin ve uyumun bozulmasının nedenleri ise şöyle sayılabilir: Erkekler, geleneğin kendilerine sağladığı imtiyazları olduğu gibi sahiplenmeye devam ederken, aynı geleneğin yüklediği sorumlulukları, gerekli bir titizlikle yerine getirmemeye başladılar. Ya da; kadınlara bir yandan geleneğin taşıyıcı olmaları, dolayısıyla da hiç değişmemeleri sorumluluğu yüklenirken, bir yandan da onlardan büyük değişmelere direnecek bir donanıma sahip olmaları bekleniyor. Kadınlar hukuksal, siyasal, kamusal eşitliklerle birlikte erkeklerden kahramanlığın göstergeleri olan koruma, özveri, cesaret gibi nitelikleri beklemeye devam ediyorlar. Erkekler ise, sanki kendileriyle her alanda eşit olma iddiasındaki bu kadını kayıtsızlıklarıyla cezalandırıyorlar. Bakırköy’de kapkaççı saldırısına maruz kalan bir genç kızla konuşmuştum: ’Ameleler vardı yolda, başka erkekler de vardı. Biri olsun ilgilenmedi. Ameleler kahkahayla gülüyorlardı.’
Özel bir şirket için belgeseller çekmek üzere bölge ülkelerine yolculuklar yapan B. ile bu bağlamda sürdürdüğüm söyleşiler, 25-26 yaşlarındaki bu genç kızda mevcut olan evlilik korkusunun nedenlerini ortaya koyuyor: B., muhafazakar bir ailenin hayatıyla ilgili kararlarında serbest bırakılmış bir kızı. Yüksek tahsilini sinema-televizyon alanında yapmış. Birkaç yıl entelektüel nitelikli sayılan televizyon kanallarından biri için belgeseller hazırlamış, daha sonra bir özel şirkette çalışmaya başlamış. Geç saatlere kadar ofiste çalışmaya devam ediyor ve bunu evlilik konusunda ’umutsuz bir vaka’ olmasıyla irtibatlandı- rıyor. Bu konudaki umutsuzluğunu, ofiste birlikte çalıştığı erkek arkadaşlarının davranışlarını anlatarak açıklamaya çalışıyor. ’Metroseksüel’ olarak nitelendirdiği bakımlı ve görünüşte zarif erkek tipini temsil ettiğini söylediği ofis arkadaşları, geç vakitlerde eve döneceği vakit, onun taksi sorunlarıyla ilgilenmiyorlar mesela ya da ağır kameraları, ruloları taşımasına kayıtsız kalıyorlar. Kapıları açmıyor, paltoları tutmuyor, o otursun diye sandalyeleri koltuklan çekmiyor, otobüste yer vermiyor, üşüyüp üşümediğini sormuyorlar. Hesap ödemeye yanaşmıyor, ağır çantaları taşımıyor, bilet almayı teklif etmiyor, ortak bir şey yenilecekse, bunu nasıl teklif edeceklerini bilmiyorlar. Bu ayrıntıları B., iş arkadaşlarında içgüdüsel olarak bulunması gereken birtakım dürtüleri kaybetmiş olmaya başlamanın birer göstergesi olarak önemli buluyor. ’Anlattıklarım zaman geçirdiğim insanlar, iş arkadaşlarım, asistanlarım ya da pek çok yerde karşılaştıklarım, pek çoğu benzer özellikler gösteriyorlar, tanıştığım yabancı uyruklu erkeklerde de aynı eğilimler var. Bir kadın kendini kadın gibi hissetmek ister, ona bunu hissettirebilecek nitelikte birini arar...’ diyor B. ’Hangisi hangisine yol açtı, kadınların güç gösterileri mi erkeklerin geri çekilmesine yol açıyor, yoksa erkeklerin yetersizliği mi kadınları güçlenmeye zorluyor?’ şeklindeki soruma ise, ’Bu kadının, özellikle de şehirli ve eğitimli kadının ben her şeyi yapabilirim önermesiyle hayatın içinde kendisine yer bulmasıyla başlayan bir süreç. Kadın her şeyi yapmaya kalktı, bunu yaparken erkekten rol çaldı...’ diye cevaplıyor.
Açık ki, B.’nin iş arkadaşları onu karşı cins olmaktan çok rakip olarak görüyorlar. B. ise, evlenmeyi düşündüğü halde neredeyse bütünüyle işine gömülü olarak yaşamaya devam ediyor. Annesinde görmediği denli romantik bir bekleyiş içinde, ’beyaz atlı prensinin yolunu gözleyen talihsiz bir vaka olarak anlatıyor durumunu. Güçlü olduğunu varsaydığı bir erkeği bulma gibi bir çabası yok, o erkeğin gelip kendisini keşfetmesini bekliyor. Fazla seçmeci davranmadan, az çok beğendiği bir erkekle evlenerek onu eğitmeye çalışma ihtimaline de hiç sıcak bakmıyor: ’Ama eğittiğin şey senin oyuncağın oluyor... Kim üzerinde böylesine kontrol kurduğu biriyle birlikte olmak ister ki... Benim istediğim benim isteklerime göre şekillenen biri değil... Öyle olduğu için benim onu isteyeceğim biri... O, bana doğru ve saygıdeğer gelen özelliklere sahip olacak ve ben onu isteyeceğim... Akıllı kadın erkeğe her istediğini yaptırtır ama bazı şeyleri de öğretmeyeceksin artık. Kimseyi parmağımda oynatmak istemiyorum, karşılıklı dengelerin olduğu, saygıya dayanan bir ilişki olsun istiyorum... Sahip çıkmak, birtakım sorumlulukları üstlenebilmek... Bunları özünde biliyor olması lazım evleneceğim adamın. Özünde bilmiyor olması, bir bozulma olduğunu gösteriyor.’
B.’nin paradoksu şurada: Otoriter bir eş istiyor ama onun değiştirmeye dönük taleplerine uyma konusunda kuşkuları var. Olduğu haliyle katılacağı, bir bakıma geleneksel kadın-erkek ilişkisinin gerektirdiği konuma yerleşebilir mi, bu soru önem kazanıyor burada. O zaman da ’aşk’ yeniden sihirli bir anahtar olarak ileri çıkıyor: ’İnsan çok seviyorsa adımlar atabilir. Kişiliğinden vazgeçmezsin belki ama önceliklerini değiştirebilirsin’ diye anlatıyor bu bağlamdaki görüşünü.
Annesinin, eşinde ’demokrat’ bir kişilik bulmaması nedeniyle yaşadığı hayal kırıklığına karşılık B.’nin evleneceği erkekte bir bakıma ’muhayyel’ bir otoriter duruş aradığını söylemek olası. B. istisnai bir örnek değil; bu bağlamda söyleşiler yaptığım başka genç kızlar da dürüstçe duygu ve düşüncelerini ortaya koyduklarında, kadınsı bir zera- fet ve kırılganlık içinde gördükleri erkekleri eş olarak benimsemekte zorluk çekeceklerini belirttiler. Bir taraftan babaları gibi aileye hakim, nispeten otoriter, koruyucu özelliğiyle öne çıkan erkekler arıyorlar evlenmek için; ama diğer yandan, bu erkeğin hayatlarına getirmesi muhtemel kısıtlamaları kaldırmaya yanaşacak gibi görünmüyorlar. Mesleklerinde kendini kanıtlamış genç kızların evlenecekleri erkekte, eski kuşaklar tarafından sorgulanan evin reisliğini üstlenebilecek niteliklere sahip olma özelliğini araması, aile ve evlilik konusunda kuşakların bir döngüsü olduğunu ortaya koyuyor.
Ardımızda bıraktığımız yüzyıl, kadınların hemen her alanda geleneksel zeminlerden koparak kendilerine yeni bir konum arayışlarına sahne olan bir geri çevirme yüzyılıydı. Kadınlar kendilerini kanıtlama, kendi ayakları üzerinde durma, kendini gerçekleştirme gibi gerekçelerle babalarının otoritesinden uzaklaşırken, dinde, ideolojide ve devlette ya da kolektif hayatlarda bir baba arayışına düştüler. Genç kızlardaki bu yeni eğilimleri dikkate aldığımızda şunu görmekteyiz: Ardımızda bıraktığımız yüzyıl aynı zamanda babayı reddetmenin ve özlemenin yüzyılı da.
Aynı ortamlarda olunsa bile, birbirini görmemeye dönük bir savunma ya da korunma psikolojisi, karşı cinslerin arasında bir uçurum oluşturuyor. Güçlü kadınlar erkekleri davranışlar bağlamında kararsızlığa sürüklüyor, bu kararsızlığın oluşturduğu tutumlar da güçlü kadınlara itici geliyor. Kuşaklar arasında var olan bir döngü tamamlanıyor sanki, meslek sahibi genç kızlar, annelerinin aksine babalarına benzeyen ya da baba imgesinin sunduğu nitelikleri taşıyan erkeklerle evlenmek istiyorlar. Ancak bu otoriter ve koruyucu erkeğin oluşumunda geleneksel kadının yüklendiği, geleneksel kadın tarafından geliştirilen ’rol modelini’ benimsemeye de hazır görünmüyorlar.
Kadınlarla erkeklerin karşılıklı beklentilerindeki değişim açık ki, kadının aile kurumu ve toplum içindeki konumunda meydana gelen değişimden fazlasıyla etkilenmiş bulunuyor. Olumlu bir bakışla, kadının aile içindeki konumunun, bu kurumu daha güçlendirecek şekilde bir değişmeye zorunlu kaldığını öne sürebiliriz. Sanki, modern hayatın getirdiği yeni hayat tarzları ve algıları bağlamında kendini ayakta tutan dengelerin yeniden kurulmasını sağlamak üzere, zorlu bir sarsıntıya maruz kalmış gibidir aile. Bununla birlikte, globalleşmeye ilişkin iddiaların meydana getirdiği toplumsal kasırgalara karşı, yaşadığı küçük depremlerle birlikte bir dayanıklılık kazanmaktadır.