Makale

Emanet Perspektifinden hayat

Dr. Mehmet Canbulat
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

Emanet Perspektifinden
hayat

Evrene şöyle bir baktığımızda insanın diğer canlılardan farklı bir yaratılışa sahip olduğunu görürüz. Zira diğer canlılara verilmeyen birtakım özellikler insana bahşedilmiştir. Kuşkusuz bu farklılıkta, insana verilen emanetin katkısı büyüktür. Nitekim bu husus Kur’an-ı Kerim’de; "Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir" (Ahzâb, 72) buyurulmak suretiyle veciz bir şekilde dile getirilmiştir. İslâmî literatürde bu ayet-i kerime ekseninde çeşitli yorumlar yapılmış ve buradaki emanetin "Allah’ın kullarına gönderdiği hak din, bu dinin yüklediği vecîbe ve hükümler, insanlar arasındaki bütün emanet çeşitleri, ruhî ve bedenî kabiliyetler, mârifetullah, akıl, okuma yazma" gibi anlamlara geldiği ileri sürülmüştür. (Toksan, Ali, Emanet, II, 81-82) Emanetle ilgili ileri sürülen bu görüşler, dikkatle incelendiğinde söz konusu görüşlerin ortak paydasını, insanın yüklendiği emanetin, başta akıl olmak üzere irade ve iradeyi serbestçe kullanmanın gerektirdiği sorumlulukların teşkil ettiği görülür. Çünkü insan, iyi ve kötü arasında seçim yapabilme yeteneğine sahip kılınmış olduğundan iradesini olumlu ya da olumsuz yönde kullanabilecek bir yeteneğe sahiptir. Bu özellik de onun diğer canlılardan farklı bir yapıda olduğunu göstermektedir.
İnsana bahşedilen en büyük nimetlerden birisi de şüphesiz hayattır. Esasen Kur’an-ı Kerim’e göre dünya, kulların amellerinin güzel- çirkin, hayır-şer noktasında tespiti açısından bir sınav mahallidir. Tabii olarak hayat ve ölüm, varlık ve yokluk bu düzlemde bir anlam ifade etmektedir. (Mülk, 2)
Hayatın, insan için oldukça önemli olduğu konusunda hemen herkes aynı fikirdedir. İslam dini açısından bakıldığında, canın temel haklardan kabul edilişi hayata verilen önemin temellendirilmesi noktasında ayrı bir önem arz etmektedir. Malum olduğu üzere canın korunması dinimizin vazgeçilmez kabul ettiği temel haklardandır. Bir başka açıdan bakıldığında Kur’an’ın ya da ilâhi vahyin hayat sahibi insanı muhatap alması ona ve hayata verilen öneme işaret etmektedir. Ayrıca bir insana hayat vermenin bütün insanlara hayat vermekle eşdeğer tutulması, buna karşın bir cana kıymanın bütün insanların hayatına kıymakla bir tutulması, hayata verilen önemi destekleyen argümanlar olarak zikredilebilir. Böylesi önem verilen bir olgunun insana bahşedilişi, aslında ona verilen emanetin ne derece anlamlı ve büyük olduğunu göstermesi açısından kayda değer bir husustur. Dolayısıyla hemen her bireye ilâhi bir emanet olarak verilen hayatı, İlâhi mesaj doğrultusunda kullanmak başta gelen kulluk görevidir. Cenabı Hakk’ın süreç içinde binlerce peygamber aracılığıyla insanlara iyi, doğru ve güzel olanı öğretmesi aslında onlara verdiği hayat emanetini olumlu yönde kullanma bilincini geliştirmeye matuftur. Zira İlâhi hitap ve yükümlülükler, hayatla zemin ve anlam bulmakta ve adeta hayatla yeşermektedir. İşte bu noktada insan, kendisine ne derecede değer verildiği bilincini daima zinde tutmalıdır. Hemen her nimetin hesabı sorulacaktır, insana verilen en büyük nimette şüphesiz hayattır. Zira hayatla diğer nimetlerle ilgili değer kazanmaktadır. Nimet denildiğinde çoğunun aklına genelde yiyecek içecek birkaç madde gelmektedir. Oysa nimet kavramı teneffüs ettiğimiz havadan, içtiğimiz suya, sahip olduğumuz mülkten çocuklarımıza, ulaştığımız makamdan sahip olduğumuz daha nice maddi ve manevi değerlere kadar her şey nimettir. Nimete ihanetin, onun kıymetini bilmemenin, nankörlük olduğu bilinen bir husustur. Buradan hareketle her nimetin korunması, zayi edilmemesi bilincinin geliştirilmesine yönelik olarak dinimizde emanete riayet prensibi getirilmiş ve bu ilkenin ihlali durumunda ağır manevi yaptırımlar öngörülmüştür. Öyle ki nimete şükür ya da emanetin değerini muhafaza, verilen nimetin artırılmasına; küfran-ı nimette bulunulması da nimet ya da emanetin yok oluşuna gerekçe kılınmıştır. Nitekim "Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir" (İbrahim, 7) ayeti, ifadelerimize ne güzel de tercüman olmaktadır. Hayat da böyledir. Hayatın değeri ya da değersizliği, geçirilen süre ile değil onda yapılan olumlu/faydalı/salih amellerle yakından ilintilidir. Bu bakımdan hayatımızı, İlâhi rızaya uygun geçirme, insanlığa faydalı olma sevda ve gayretiyle sürdürmeye çalışmak durumundayız. Zira Kur’an- ı Kerim’de, Allah’ın yapılan her türlü amelin en ince detayına kadar bildiği ve bunu bir şekilde mükafata tabi tutacağı bildirilmektedir. (Zilzal, 7-8)
Allah’a ve onun rahmet yüklü mesajlarına gönül veren her mümin, hayatın kendisine verilen bir emanet olduğu bilinciyle hareket eder. Kendisine insanlar tarafından verilen bir emanete gösterdiği riayeti, aşkın bir varlık olan Allah’ın vermiş olduğu emanete fazlasıyla göstermesi gerektiğine kalpten inanır. Zaten bu inanç, imanın da gereğidir. Çünkü iman ettiğimiz Allah hiçbir şeyi anlamsız/boşuna/beyhûde yere yaratmadığı gibi, saygın bir varlık olarak yarattığı insanı da başıboş/gayesiz/sorumsuz bir varlık olarak yaratmamıştır. Onun yaratanına, kendisine, çevresine karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu bir misyonu vardır. Bu misyon da öncelikle Allah’a yaraşır bir kul olmak ve çevresine karşı sorumluluklarını yerine getirmektir. Bütün bu sorumlulukların odaklandığı nokta da hayattır, emanete riayet bilincinin gelişmesidir. Ayrıca başta hayat olmak üzere her nimetten o nimeti verene karşı sorguya çekileceğimizi unutmamalıyız. Zira Kur’an-ı Kerim’de "Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz?" (Tekâsür, 8) buyurulmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de emanete riayet müminlerin başlıca meziyetleri arasında zikredilmiş (Müminûn, 8; Meâric, 32), emanet ehli övülmüş, buna karşılık emanete hakkıyla riayet etmeyen kişiler de yerilmiştir: "Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen, onu sana (eksiksiz) iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine dikilip durmadıkça (peşine düşmedikçe) onu sana iade etmez. Bu da onların, "Ümmîlere karşı (yaptıklarımızdan) bize vebal yoktur" demelerinden dolayıdır. Onlar, bile bile Allah’a karşı yalan söylerler." (Âl-i Imrân, 75) Hz. Peygamber de emanete hıyanet etmeyi nifak alameti olarak zikretmiştir. (Buharı, İman, 24; Şehadet, 28; Müslim, İman, 107, 108)
Müslüman emanet ehli olan insandır. Kendisine verilen her şeye emanet nazarıyla bakar. O, "kendisine güvenilen kimsenin emanetini (borcunu) ödemesi" (Bakara, 283) gerektiği bilinciyle hareket eder. Bu sebeple başta kendisine verilen hayat olmak üzere ruh, beden, evlat, mal, mülk ve dünyalık namına ne varsa hepsini emanet olarak değerlendirir ve bunların korunması için üzerine düşen her görevi hakkıyla yerine getirmeye çalışır. Hz. Peygamber, kendisinden kamu görevi isteyen Ebû Zer (r.a)’re "Ebû Zer! Sen zayıf bir adamsın, istediğin görev ise bir emanettir. Bu emaneti ehil olarak alan ve üzerine düşeni yapanlar müstesna, aslında bu görev kıyamet gününde bir rezillik ve pişmanlıktır" (Müslim, imare, 16) buyurarak kamu görevini emanet olarak nitelendirmiştir. Ebû Hüreyre (r.a)’nin rivayet ettiği diğer bir hadisde ise Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Siz memuriyet alma konusunda pek istekli davranacaksınız. Halbuki o yanıp tutuştuğunuz görev, kıyamet gününde bir pişmanlık sebebi olacaktır." (Buharî, Ahkâm, 7) Sonuç olarak ifade etmek gerekirse emanet, hayatımız, çoluk- çocuğumuz, sahip olduğumuz makam ve mevkiler, öz bir ifadeyle maddi ve manevî nimetlerin hepsi bizim için emanettir. Emanete riayet ise, imanımızın gereğidir. İnsan olarak saygın bir varlık olarak yaratıldık. Allah’ın bize verdiği bu saygınlığı emanete hıyanet etmek suretiyle yok etmeyelim.