Makale

İbni Rüşd'ün hadisçiliğine Genel Bir Bakış

İBN RÜŞD’ÜN HADİSÇİLİĞİNE GENEL BİR BAKIŞ

Enbiya Yıldırım*

Özet
Başta felsefe olmak üzere fıkıh, edebiyat, tıp ve kelam alanında önemli eserler veren İbn Rüşd hadis alanında da kendisini yetiştirmiş bir insandır. Muvatta’yı ezberleyerek babasına arz etmiş olması ile mukayeseli hukuk konularındaki hadislere vukufiyeti onun bu yöndeki birikimini yansıtmaktadır.
Biz bu makalemizde Bidâyetü’l-Müctehid’i merkeze almak suretiyle hadisçiliğini genel hatlarıyla ele alacağız. Bu bağlamda zikrettiği hadislerin kaynaklarını vermeye önem verişini, hangi konularda sahih hadis bulunmadığını belirtmesini, hadislerin sıhhatlerini ele alışını, ‘ihtilafü’l-hadis’ konusunda son derece birikimli oluşunu, hadisleri değerlendirirken mezhep taraftarlığından uzak oluşunu ele alacağız. Tüm bunları yaparken eleştirel bir bakış açısıyla konuları ele alacağız. Makale okunduğunda “İbn Rüşd ve hadis” çerçevesinde okuyucuda bir kanaat oluşacağı düşünülmektedir.
Anahtar Kelimeler: Hukuk, İhtilafü’l-Hadis, Kaynak, Mezhep, Taraftarlık, Birikim.

An Overview Of Ibn Rushd’s Expertise İn Hadith

Abstract
Ibn Rushd wrote important works in the field of medicine, theology jurisprudence, literature and particularly in philosophy. He was also trained himself in the field of hadith. He was memorized Muwatta and read it to his father from his mind. Also he was informed about the hadiths in the field of comparative law. This situation reflects his accumulation in the field of hadith.
In this article, we will put his Bidayatu’l-Muctahid in the center and will discuss his expertise in field of hadith in general terms. In this context, we will examine his putting emphasis on sources of hadiths and his declaring the issues that there is not a sahih hadith in them and his handling reliability of the hadiths and his high cumulative in the area of ihtilafu’l-hadith and being away from sectarian evangelism when examining the hadiths. While all of these, we will deal with issues from a critical perspective. We believe that after reading the article the reader will have an opinion about “Ibn Rusdh and hadith”.
Key Words: Jurisprudence, İhtilafu’l-Hadith, Source, Doctrine, Favor, Accumulation.

GİRİŞ
İslam dünyasının batıyla yüzleştiği en uç bölgede birkaç bilim dalında birden kendisini yetiştirerek İslam medeniyetini çeşitli veçhelerden insanlığa sunma başarısını göstermiş olan İbn Rüşd, pek çok açıdan incelenmeyi fazlasıyla hak etmektedir. Biz bu makalemizde onun Bidâyetü’l-Müctehid bağlamında hadisleri ele alışını ve bunları yorumlamasını ana hatlarıyla sunacağız. Ancak onun söz konusu alandaki konumuna geçmeden önce, işe ailesiyle başlamak en uygunu olacaktır. Bu bilgiler İbn Rüşd’ün hadis alanındaki birikimini ve yorumlarını daha iyi anlamamızı sağlayacak, içinden geldiği ailenin yetişmesi ve bakış açısındaki etkisi daha iyi kavranacaktır.
İbn Rüşd’ün dedesi “Şeyhu’l-Mâlikiyye” Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd el-Mâlikî’dir (405-520). Fıkıh, usûl ve ferâiz konularında son derece birikimli bir insan olduğu zikredilmektedir. Kadılık yapmış ve pek çok eser telif etmiştir. 18 ciltlik el-Beyân ve’t-Tahsîl onun birikimini anlamak için yeterlidir. Tahâvî’nin müşkil rivayetler üzerindeki eserlerine tehzîb çalışmaları yapmış olması, hem hadis alanının en problemli konularından birisi olan ihtilâfü’l-hadîs bahsine olan ilgisini hem de kadı olması hasebiyle özellikle ahkâm bahislerindeki ihtilafların kaynağında yer alan hadislere olan vukufiyetini göstermektedir. Ayrıca Maliki mezhebinde belli bir seviyede bulunan herkesin iyi bir Muvatta’ hafızı olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Dolayısıyla İbn Rüşd’ün dedesinin hadis alanında çaba sarf etmiş donanımlı bir kişi olduğunu söylemek mümkündür.
İbn Rüşd’ün babası Ahmed b. Ebi’l-Velîd b. Rüşd’e (487-563) gelince, o da babası gibi kadılık yapmıştır. Nesâî’nin Sünen’ine son derece dolu bir şerh yazdığı zikredilmektedir. Ayrıca o da babası gibi Muvatta’ hafızı olmalıdır. Zira aşağıda geleceği üzere İbn Rüşd Muvatta’ı kendisine ezberden arz etmiştir. Bu da onun mezkûr eseri ezberlediğini göstermektedir. Söz konusu durum, baba ile oğulun İslam hukukunun meselelerine derinlemesine vukufiyetleri yanında ahkâm hadisleri alanındaki donanımlarını göstermektedir. Buna bakarak, İbn Rüşd’ün yetiştiği geleneğin Kur’an dolayısıyla tefsir yanında mukayeseli hukuk ve hadis alanında güçlü bir çizgiyi temsil ettiği ifade edilebilir.
İbn Rüşd’e (520-595) gelince, hayatını ilme vakfetmiş bir insandı. Anlatıldığına göre, aklı ermeye başladıktan sonra sadece babasının vefat ettiği gece ile gerdek gecesi tetkik ve okuma işini yapamadı. 60’dan fazla eseriyle câmiu’l-ulûm bir mütefekkir olarak kelam, felsefe, fıkıh ve tıp yanında hadise de eğildi. Hadis meclislerine katılarak hocalardan hadis dinledi. Muvatta’ı ezberledi ve babası Ebu’l-Kâsım’a arz etti. Ancak onun “dirayet yönü rivayet yönünden baskın idi.” Bu tarafı eserlerinde kendisini gösterir. Kadılık yapan kuşağın bir ferdi olarak o da kadılık yaptı. Elimizdeki bu sınırlı bilgilere bakarak, geldiği kuşağın geleneğini devam ettirdiğini ve hadisin özellikle ahkâm alanında kendisini belli bir düzeyde yetiştirdiğini söylemek mümkündür.

I- İBN RÜŞD’ÜN HADİS BİRİKİMİNİ YANSITAN BİDÂYETÜ’L-MÜCTEHİD’İN KISA BİR TANITIMI

İbn Rüşd’ün hadis alanındaki birikimi ve bu birikimin yansıması, muhtasar mukayeseli İslam hukuk ansiklopedisi olarak kabul edilebilecek Bidâyetü’l-Müctehid’de görülür. Bu nedenle onun söz konusu yönünü bu eser üzerinden değerlendirmek gerekir. Adı geçen esere bakıldığında, felsefi yönüyle meşhur olan İbn Rüşd’ün -kadılık yapmış olması hasebiyle- mukayeseli hukuk alanında oldukça üst düzeyde bir birikime sahip olduğu rahatlıkla söylenebilir. Özellikle kendi mezhebi olan Maliki mezhebinin delilleri ile diğer mezheplerin dayanaklarını çok yalın ve özlü bir şekilde ortaya koymuş olması vukufiyet yanında özümsenen bilginin hulasasının takdimi açısından da önem arz etmektedir. Mezheplerarası ihtilafları görme açısından önemli bir müracaat kaynağı olan bu eser, bir anlamda hilâfiyyât çalışması olduğundan ihtilafların kökeninde yer alan hadisleri tanıma ve bunların nasıl yorumlandığını öğrenme açısından da son derece önem arz etmektedir. Bir açıdan, İbn Kuteybe’nin Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs’i ile İbn Fûrek ve Tahâvî’nin çalışmalarının ahkâm hadislerine ayrılmış bir versiyonu olarak kabul edilebilir. Aralarındaki tek fark, ihtilafların çoğunlukla giderilmemiş olması, tarafların delillerinin sunulmasıyla yetinilmiş olmasıdır. Bu itibarla, Beyhakî’nin Hanefî mezhebi ile Şâfiî mezhebi arasındaki farkları incelediği Hilâfiyyât’a benzer. Ondan ayrılan yönü tarafsız oluşudur.
Genel yapısı bu olan Bidâyetü’l-Müctehid’in en önemli yanlarından birisi, İslam hukukunun ana meselelerini karşılaştırmalı olarak vermeyi, söz konusu konularla ilgili olarak okuyucuyu orta düzeyde bilgilendirmeyi hedefleyen bir çalışma olmasıdır. Zaten adı da kitabın amacını ortaya koymaktadır: Bidâyetü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Muktesid (Çalışanın Başlama Noktası, Orta Düzeydekinin Varacağı Son Merhale). Dolayısıyla bu eser, konuları karşılaştırmalı olarak delileriyle ama fazla detaya inmeden öğrenmek isteyenler düşünülerek hazırlanmıştır. Bu eseri okuyan kişi, mezhepler arasındaki ihtilafların ana sebeplerini, ittifak ettikleri hususları, konuyla ilgili ayet ve hadisler yanında bunların yorumlarını ve yapılan kıyasları ana hatlarıyla öğrenme ve belli bir düzeye ulaşma imkânına sahip olabilecektir. Zaten İbn Rüşd’ün kendisi de yer yer çalışmasının muhtasar bir çalışma olduğuna vurgu yapar ve mufassal çalışmalar gibi meseleleri uzatmaz. Nitekim imamlığın şartlarına dair bilginlerin ihtilaf ettiği hususları o konularda nas olmadığı için ele almadığını söylerken , kira akdiyle ilgili bir babta “Bu babın konuları çoktur ancak bizim amacımız teferruata girmek değildir.” der.
Fıkıh babları tertibince hazırlanan çalışmaya mevzuların ele alınış tarzı açısından baktığımızda, konuların girişinde genellikle o konunun temelini oluşturan ayet ve hadisler ile bilginlerin ittifak ettikleri hususu zikrettiğini görürüz. Dolayısıyla konunun alt yapısını girişte hazırlamış olur. Guslü gerektiren şeyler bahsine meninin inzali ve hayıza dair ayetler ve hadislerle başlayarak bilginlerin bunlarda ittifak ettiklerini söylemesi , başka bir yerde hayız ve istihazeye dair ayet ve icma edilen hususları zikretmesi , taharet bahsi girişinde konunun temelini oluşturan ayet ve hadisler yanında âlimlerin necasetten taharetin şeriatta emredilen bir husus olduğunda ittifak ettiklerini aktarması ile namazın sahih olma şartları konusuna başlarken konuşmamak gerektiği hususunu ayet ve hadis ışığında ele alması böyledir.
İbn Rüşd’ün bu eserde kullandığı dil, son derece yumuşak bir üsluptur. Okuyucu Maliki olmasına rağmen kendi mezhebinin tarafgirliğini yapmayan, bilmediği yerde bilmediğini rahatlıkla ifade eden bu mütevazı söylem karşısında etkilenir. Örneğin, çocukların zekât verip vermeyeceği bahsinde, topraktan çıkanlarla çıkmayanlar arasında ayrım yapanların neye dayandıkları hususunda bir bilgisi olmadığını söyler. Başka bir yerde de “Bu konunun dayandığı bir delil bilmiyorum.” der. Mezhep imamlarına karşı kullandığı ifadeler de onun bu nezaketini teyit eder mahiyettedir. “Herhâlde Mâlik ile Şâfiî bu hadisi sahih bulmamışlardır.” demesi gibi. Onun bu nezaketi bazen konular çerçevesinde ahlaki öğüt vermeye kadar gider. Bunu, hem hukuk alanında yetişecek olanlara bir nasihat hem de önlerine gelecek meselelerde insanları irşad etmelerine yardımcı olmak amacıyla yaptığı düşünülebilir. Örneğin, hibeden dönen kimseyle ilgili hukuki tartışmaları ve Hz. Peygamber’in hibesini geri isteyeni ağır şekilde eleştiren hadislerini zikrettikten sonra söylediği şu söz böyledir: “Yapılan hibeden dönmek iyi bir davranış değildir. Ayrıca şeriat sahibi (s.a.s.) ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderilmiştir.”

II- İBN RÜŞD’ÜN HADİSÇİLİĞİ

Bu kısımda İbn Rüşd’ün Bidâyetü’l-Müctehid’deki hadisçiliğini, açıklamalarından ve uygulamalarından yola çıkarak, birkaç açıdan ele alacağız.

A- Hz. Peygamber’in Teşrî Açısından Konumu
Eserinin başında temel usûl konularına çok kısa bir şekilde değinen İbn Rüşd, Hz. Peygamber’in konumuyla ilgili olarak da özet bilgi verir, yaklaşımını ortaya koyar. Kur’an yanında teşrî sahibi olarak Hz. Peygamber’i kabul eder ve ondan ahkâm alma yollarının üç tane olduğunu belirtir: Lafız, fiil ve ikrar.
Hz. Peygamberin ifadelerinin teşrîdeki yeri hususunda genel anlamda bir ihtilaf olmadığı için bu hususa fazla girmeyen İbn Rüşd, Hz. Peygamber’in fiillerinin, ulemanın çoğunluğuna göre, şer’î hükümlerin öğrenildiği yollardan birisi olduğunu belirtir. Bazılarıysa, sözlü anlatım içermediği için fiillerin hüküm ifade etmediğini söylemişlerdir. Hüküm ifade ettiğini söyleyenler de ne tür bir hüküm ifade ettiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları vucûb, bazıları mendubluk ifade eder demişlerdir. İbn Rüşd, muhakkikler nezdinde makbul olan yaklaşımın şu olduğunu söyler: Eğer vacip olan bir mücmeli açıklıyorsa vücûba, mendub olan bir mücmeli açıklıyorsa mendubiyete işaret eder. Eğer bir mücmeli açıklamıyor ve Allah’a yakınlık türünden bir şeyi ortaya koyuyorsa onun mendubluğunu, mubahlık türünden bir şeyi ortaya koyuyorsa onun mübahlığını gösterir. Görüldüğü üzere İbn Rüşd, Hz. Peygamberin eylemlerini kategorize ederek değerlendirmekte ve eylem türüne göre bir konum belirlemektedir. İbn Rüşd aynı yerde ikrarın da, o şeyin caiz olduğunu gösterdiğini belirtir.

B- Özel Istılahları
İbn Rüşd’ün çalışmasının en dikkat çekici yönlerinden bir tanesi kendine özgü ıstılahlarıdır. Bunlarla neyi kastettiği bilinmezse yanlış anlamalar ve yorumlar söz konusu olabilir. Bu tehlikeden dolayı, yer yer okuyucuyu özel kullanımları hususunda uyarır:
1- Sâbit: İbn Rüşd bu ifadeyi Sahîhayn’ın veya ikisinden birinin rivayet ettiği hadisler için kullanmaktadır. Bir yerde şöyle demektedir: “Ben bir hadis için ‘sabittir’ dediğim zaman, Buhârî’nin veya Müslim’in veyahut da ikisinin birden rivayet ettikleri hadisleri kastetmekteyim.”
2- Eser: İbn Rüşd eserinde hadisleri “eser” diye de isimlendirir. Bilindiği gibi bu tarz bir kullanım hadisçilerin genel kullanımı değildir. Zira eser daha ziyade hadis dışı rivayetler için kullanılan bir ifadedir. Örneğin birkaç yerde şöyle der: “Hz. Peygamber’in nasıl abdest aldığını belirten sahih eserlerin (الآثار الصحاح) hiçbirinde sakal ovmak geçmez.” “Hz. Peygamber’den ‘Müdebber köle sahibinin (ana malından değil) terekesinin üçte birinden çıkar.’ hadisi rivayet edilmiştir ancak bu eser hadisçiler nezdinde zayıftır.” “Bu konudaki ihtilafın sebebi eserlerin çelişik olmasıdır.”
3- Cumhûr: Bu ifade için de şöyle söyler: “Ben ‘cumhûr’ dediğim zaman üç fakih yani Mâlik, Şâfiî ve Ebu Hanife bunun içindedir.”

C- İbn Rüşd’ün Yararlandığı Temel Kaynaklar
İbn Rüşd, mezheplerin bakış açılarını ve konuyla ilgili mutenâkız hadislere yaklaşımlarını ele alırken yararlandığı üç şahsiyet ön plana çıkmaktadır. Hadislerin sıhhat durumlarıyla ve mezheplerin yaklaşımıyla ilgili olarak İbn Abdilber temel referansıdır. Hatta Bidâyetü’l-Müctehid’in İstizkâr başta olmak üzere İbn Abdilber’in çalışmalarını temel başvuru kaynağı olarak kullanan bir eser olduğunu söylemek mümkündür. Zaten İbn Rüşd’ün kendisi de kitabında naklettiği görüşlerin çoğunu İstizkâr’dan aldığını söylemektedir. Tahâvî’nin çalışmalarını da, konuların merkezinde bulunan muhtelif hadisleri görmek ve bunların yorumlanışını aktarmak amacıyla çok kullanır. İbn Hazm’dan da gerek fıkhî yaklaşımlar ve gerekse hadislerin sıhhatleri hususunda yararlanır.

D- İbn Rüşd Ve Hadislerin Kaynaklarına Atfı Sorunu
İbn Rüşd, eserinde zikrettiği hadislerin kaynaklarını belirtmeye önem verir ve çoğu kez bunları zikreder. Bu kaynaklar içinde, İslam dünyasında çok saygın yeri olan Buhârî ve Müslim özel bir yere sahiptir. Zikrettiği hadis Sahîhayn tarafından rivayet edilmişse mutlaka belirtir. Hadis Sünen’lerde geçiyorsa bunu da belirtmeye dikkat eder. Ancak bütün bir çalışma boyunca İbn Mâce’ye hiç atıfta bulunmaz. Bunun İbn Mâce’nin hadis kitapları içerisinde diğerleri kadar bir şöhrete ve itibar seviyesine ulaşamamış olmasının etkisi olduğu söylenebilir.
İbn Rüşd, zikrettiği hadislerin kaynaklarını belirtmeye önem verir ancak pek çok yerde zikrettiği hadislerle verdiği kaynaklar arasında uyumsuzluk söz konusudur. Bu hususu aşağıdaki başlıklarda ele alabiliriz:
1- Buhârî ve Müslim’e atfetmediği hadisin bu iki eserden birisinde bulunuyor olması: İbn Rüşd zikrettiği hadisin Buhârî ve Müslim’de bulunuyor olmasına son derece önem vermesine rağmen bazen bu eserlerde geçen hadise kaynak olarak başka eserleri verebilmektedir.
a) Hz. Peygamberin Uhud şehitlerini elbiseyle defnettirdiğine dair hadisi Ebû Davud’un rivayet ettiğini söyler. Oysa bu hadis Buhârî’de de vardır.
b) İbn Abbas’dan gelen “Hz. Peygamber yırtıcı dişleri olan vahşi hayvanlar ile pençeli kuşların etinin yenmesini yasakladı.” hadisi için “Bu hadisi Şeyhayn rivayet etmemiştir. Ebû Davud rivayet etmiştir.” der. Oysa bunu Müslim rivayet etmiştir.
c) Mâlik’in rivayetine göre, Ebû Leylâ > Sehl b. Ebî Hamse tarikiyle gelen hadiste Hz. Peygamber, Yahudi bölgesinde öldürülen Müslümanın diyetini isteyen akrabalarına “Yemin ederseniz adamınızın kanına sahip olursunuz.” buyurur. Yine Mâlik’in Buşeyr b. Yesâr’dan rivayet ettiği mürsel hadiste, Hz. Peygamber’in “Adamınızın kan hakkına sahip olmak için elliniz yemin eder mi?” dediği geçmektedir. İbn Rüşd bununla ilgili olarak şöyle söyler: “Buşeyr b. Yesâr’ın hadisinin isnadında ihtilaf edilmiştir. Mâlik mursel olarak rivayet ederken başkaları müsned olarak rivayet etmiştir. Bu illet Buhârî’nin bu iki hadisi rivayet etmemiş olmasının sebebi olmuş olabilir.” Oysa Şeyhayn her iki hadisi de rivayet etmiştir.
d) Nesâî’nin rivayet ettiğini söylediği Abdurrahman et-Teymî’den gelen, ihramlıyken hediye edilen kuşun veya ceylanın etinin yenebileceğine dair hadisi Müslim de rivayet etmiştir.
e) Câbir’in rivayet ettiği, hedy sahibinin mecbur kaldığında hedyine binebileceğine dair hadisi Ebû Davud’un rivayet ettiğini söyler. Oysa bunu Müslim de rivayet etmiştir.
f) Müslim’e göre önceliği olan Buhârî’yi zikretmeyerek sadece Müslim’e atıfta bulunması da bu çerçevede zikredilebilir. Örneğin, Ebû Hureyre’den gelen “Sizden biri, bir gün öncesini veya bir gün sonrasını da tutması hariç, cuma günü oruç tutmasın.” hadisini Müslim’in rivayet ettiğini söyler. Oysa Buhârî de bunu rivayet etmiştir.
2- Zikrettiği kaynakta hadisin bulunmayışı: Bazen atıfta bulunduğu hadis söz konusu eserde bulunmamakta veya farklı şekilde yer almaktadır:
a) Abdurrahman b. Zeyd b. el-Hattâb’ın şek günü hakkında insanlara hutbe irad ettiğine dair hadisi Ebû Davud’un rivayet ettiğini söyler. Oysa metni farklı Ebû Davud’daki hadiste, bu kişinin el-Hâris b. Hâtib olduğu geçer. Ayrıca bahsettiği rivayet başka eserlerde geçmektedir.
b) İbn Rüşd, Ebû Burde’den gelen rivayette, boynuzu veya kulağı kesik hayvan kurban etmek istememesi karşısında Hz. Peygamber’in ona “Hoşlanmadığını kurban etme ancak başkalarına da bunları haram etme.” buyurduğunu nakleder ve bunun Nesâî’de geçtiğini söyler. Oysa Nesâî’de bu hadis Berâ b. Âzib’den gelmektedir. Ayrıca boynuzu veya kulağı kesik hayvan kurban etmek istemediğini söyleyen kişi hadisin ravisi Ubeyd b. Feyrûz’dur. Hz. Peygamber’e nispet ettiği sözü söyleyen de Berâ’dır.
c) İbn Ebî Evfâ’dan naklettiği, savaşta bal ve üzüm gibi şeyleri yediklerine ve bunları toplanan ganimet arasına koymadıklarına dair hadisi Buhârî’nin rivayet ettiğini söyler. Oysa Buhârî’nin rivayet ettiği söz konusu hadis Abdullah b. Ömer’den gelmektedir. İbn Ebî Evfâ’nın hadisini ise Ebû Davud rivayet etmiştir.
d) Hafsa’nın Resulüllah’tan rivayet ettiği, “Geceden niyet etmeyenin orucu yoktur.” hadisinin Buhârî’de rivayet edildiğini söyler. Oysa bu hadis Buhârî’de yoktur.
e) Çocuğu için hac var mı diye soran bayana Resulüllah’ın “Evet, senin için de sevap vardır.” buyurmasını Buhârî ile Müslim’in rivayet ettiğini söyler. Oysa hadis sadece Müslim’de yer almaktadır.
f) “Buhârî ile Tirmizî İbn Mes’ûd’dan Hz. Peygamberin şöyle dediğini nakletmişlerdir: ‘Yanlışlıkla öldürmenin diyeti, sütten kesilmemiş 20 dişi deve yavrusu; sütten kesilmemiş 20 erkek deve yavrusu; 20, bir yaşında, 20, iki yaşında, 20, üç yaşında deve yavrusudur.’ Ebû Ömer, Huneyf b. Malik vasıtasıyla İbn Mes’ûd’dan rivayet edildiğinden dolayı bu hadisi illetli bulmuştur.” İbn Rüşd böyle demektedir ancak hadisi Buhârî rivayet etmemiştir. Etmiş olsaydı İbn Abdilber (büyük ihtimalle) bunu illetli saymazdı.
g) Avını üç gün sonra bulan kişiye Hz. Peygamber’in “Kokmamışsa yiyebilirsin.” buyurduğu hadisi Tirmizî’nin de rivayet ettiğini söyler. Oysa Tirmizî bunu rivayet etmemiştir.
3- İki hadisi tek hadis olarak vermesi: Bazen iki hadisi “Hz. Peygamberin kavli” diyerek tek hadis olarak verir. Örneğin “Ümmetimden, yanlışlıkla ve unutarak işledikleri şeyler ile içlerinden geçen şeylerin sorumluluğu kaldırılmıştır.” hadisinde geçen ‘içlerinden geçen şeylerden sorumlu olmadıkları’ kısmı farklı bir hadisin parçasıdır.
4- Rivayette takdim tehir yapması: Manayla rivayet ettiği hadiste takdim tehir söz konusu olabilmektedir. Örneğin “Hz. Peygamberin İbn Ömer’in 14 yaşında Hendek savaşına katılmasına müsaade etmediği, 15 yaşındayken Uhud savaşına katılmasına müsaade ettiği hadis” diyerek verdiği bilgide takdim tehir söz konusudur. Zira Uhud Hendek’ten öncedir.
5- İsim yanlışlıkları: İbn Rüşd’ün zikrettiği ravi isimleri, bahsini ettiği hadisin bulunduğu kaynakta farklılık arz edebilmektedir:
a) Enes b. Mâlik’in cenazenin neresinde durarak namazını kıldığına dair hadisi Ebû Davud’un Hemmâm b. Ğâlib’den rivayet ettiğini söyler. Oysa Ebû Davud bunu Ebû Ğâlib’den rivayet etmiştir.
b) Bir yerde “Kûfeliler Ebû Leyla hadisiyle amel etmişlerdir.” der. Aslında bu “(Abdurrahman) b. Ebî Leyla”dır. Gerçi çalışmasının diğer yerlerinde ismi doğru zikrederek “İbn Ebî Leylâ” der.
6- Bilgi yanlışlıkları: Bazen verdiği bilgi rivayetlerde farklı şekilde yer alabilmektedir. Örneğin, kaynağını zikretmeksizin Hz. Peygamber’in Müslüman olan Kays b. el-Hâris’e, nikâhındaki iki kız kardeş için “Dilediğini seç.” dediğini nakleder. Oysa Kays sekiz bayanla evliyken İslam’ı kabul eden kişidir. İki kız kardeşle evliyken Müslüman olan kişi Feyrûz ed-Deylemî’dir.
7- Zikrettiği hadisin kaynaklarda bulunmuyor oluşu: Bazen zikretmiş olduğu hadisi elimizdeki mütedavil kaynaklarda bulamadığımız olmaktadır.
a) “Buğdayın zekâtını ver.” hadisinin sıhhati hakkında fakihlerin ihtilaf ettiklerini belirtir. Buğdayın zekâtının verilmesi gerektiğiyle ilgili hadisler bulunmakla birlikte zikrettiği bu ifadeyi hadis olarak bulamadık.
b) Hz. Peygamber’in sözü diyerek verdiği “Kırda otlayan koyunlara zekât düşer.” hadisi aynı lafızlarla yer almamaktadır. Kırda otlayan koyunların ne kadarına ne miktarda zekât gerektiğini belirten hadislere bakılarak mana olarak rivayetlerde geçtiği söylenebilir. Ancak Hz. Peygamber’in sözü olarak verilmesi uygun değildir.
8- Meşhur kitaplarda yok dediği hadisin söz konusu eserlerde bulunuşu: İbn Rüşd, konu gereği zikrettiği bazı rivayetlerin meşhur eserlerde bulunmadığını söyler. Ancak durum öyle olmayabilmektedir.
a) “Bizlere iki ölü ve iki kan helal kılınmıştır: Balık, çekirge, ciğer ve dalak.” hadisi için şöyle söyler: “Büyük olasılıkla bu hadis meşhur hadis kitaplarında yer almamaktadır.” Oysa bu hadis Müsned, İbn Mâce ve Beyhakî’de yer almaktadır.
b) İmam Gazâlî Şâfiî’den kırlangıç ve balarısı gibi hayvanların öldürülmesinin haram olduğunu nakleder. İbn Rüşd bunun bir görüş olduğunu ancak ilgili eserlerin nerede varit olduğunu bilemediğini muhtemelen kendi yanlarında meşhur olmayan kitaplarda geçtiğini söyler. Oysa söz konusu rivayet, onun çokça nakilde bulunduğu Ebû Davud’da ve İbn Hazm’ın Muhallâ’sında bile geçmektedir.
c) “Şehirli köylüye simsarlık yaparak malını satmasın. Bırakın insanları, Allah onları birbirlerinden geçindirir.” İbn Rüşd rivayetle ilgili olarak “Müslim ve Ebû Davud rivayet etmiştir. Hadisin son kısmını tahminimce sadece Ebû Davud nakletmiştir.” Oysa söz konusu kısım ikisinde de vardır.
9- Bazen hadis diyerek verdiği rivayet sahabe kavli olabilmektedir: Örneğin, kadınların cemaatle namazda erkeklerin ardında durmasıyla ilgili olarak Hz. Peygamberin “Allah onları arkada bıraktığı gibi sizler de kadınları arkaya alın.” buyurduğunu söyler. Oysa bu İbn Mes’ûd’un sözüdür.
10- Mezheplerin dayandığı hadis hususunda yanlış tespitte bulunması: İbn Rüşd’ün mezheplerin delil olarak kullandığı hadistir dediği husus, bazen belirttiği şekilde olmayabilmektedir. Örneğin, namaz kazaya kaldığında, önce vaktin namazı mı yoksa kazaya kalan namaz mı kılınacak meselesindeki tartışmaları verirken “Biriniz farz namazı kılarken unuttuğu namazı hatırlarsa, kıldığı namazı tamamlasın. Namazı bitirince unuttuğu namazı kılar.” hadisini zikreder ve Şâfiîlerin bunu sahih gördüklerini belirtir. Oysa Şâfiîlerden aktardığı bu görüşün aslı yoktur veyahut da bunu hadis bilgisi az olan bazı Şâfiîlerden aktarmıştır. Zira söz konusu hadis sıhhat açısından eleştirilen bir rivayettir. Kaldı ki Nevevî bu babta gelen hadislerin tamamını zayıf kabul etmiştir.
11- İbn Rüşd’ün vermiş olduğu bazı bilgiler tarihsel açıdan yanlış olabilmektedir. Bir ayetin sebeb-i nüzûlüyle ilgili şu rivayet bunu teyit etmektedir: Setr-i avret farz olmakla birlikte namazın şartlarından mıdır değil midir hususu ihtilaflıdır. İbn Rüşd, Araf suresi 7/31. ayetteki “Ey Âdemoğulları! ‘Her mescide gi-dişte ziynetlerinizi alın!” emrini vücûbiyete hamledenlerin ayetle kastedilenin setr-i avret olduğunu ve sebeb-i nüzûlunu delil olarak getirdiklerini nakleder. Buna göre: Kadın çıplak olarak Kâbe’yi tavaf eder ve “Bugün bir kısmı veya tamamı görünüyor, görünen kısmını helal etmem.” derdi. Bunun üzerine ayet nazil oldu ve Resulüllah bu yıldan sonra müşrikin haccetmesini, çıplak kimsenin de tavaf etmesini yasakladı. İbn Rüşd’ün bu aktarımına göre, bayanların çıplak tavafı üzerine ayet nazil olmuş, Hz. Peygamber de söz konusu yasaklamayı getirmiştir. Oysa söz konusu ayet Mekkîdir. Hz. Peygamberin yasaklaması ise veda haccından bir önceki yıl yani Hz. Ebû Bekir’in hac emiri olduğu zaman gerçekleşmiştir.
Sonuç olarak, hadislerin kaynaklandırılması ve sağlıklı bir şekilde aktarılması noktasında eserin oldukça problemli olduğu söylenebilir. Bu hataların bir kısmının müstensih hatasından kaynaklandığı düşünülecek olsa bile geri kalan hatalar bütünü oldukça fazladır. Söz konusu hataların nedeni sorgulanacak olursa, bunların çok az kısmı (dipnotlarımızda da görüleceği üzere) İbn Abdilber’den kaynaklanmaktadır. Zira müellif bu hatalarda ona tabi olmuştur. Geri kalanların bir kısmı da İbn Rüşd’ün dikkatsizliğinden, yararlandığı nüshalardaki hatalardan, bu nüshalar üzerine tahric çalışmaları varsa onlardan kaynaklanmış olabilir. Büyük bir kısmı da, bu çalışması karşılaştırmalı bir derleme olduğundan, yararlandığı fıkıh kitaplarından veya mukayeseli hukuk kitaplarından kaynaklanıyor olabilir. Nitekim fıkıh kitaplarında hadislerin sağlıklı aktarımında veya geçtiği kitaba nispetinde sorunlar olabilmektedir.
Durum ne olursa olsun, zikrettiğimiz başlıklar altında toplanabilecek hususlarda İbn Rüşd’ün iyi bir tetkik yapmadığı anlaşılmaktadır. Özellikle de tahminde bulunarak bir hadisin son kısmının sadece Ebû Davud’da geçtiğini söylemesi İbn Rüşd’ün hadis kaynaklarını kullanırken güvenilir bir yöntem takip etmediğini ortaya koymaktadır. Bu olgu ise, zikrettiği hadislerin gerek kaynak ve gerekse metin açısından tetkike tabi tutulması zaruretini doğurmaktadır. Nitekim Bidâyetu’l-Muctehid’deki hadislerin kaynaklarını tespit etmek amacıyla son dönem tahric çalışması yapanların önde gelenlerinden olan Ahmed b. Muhammed b. Sıddîk el-Ğumârî (1960) el-Hidâye fî Tahrîci Ehâdîsi’l-Bidâye adıyla bir çalışma yapmıştır.

E- Hadislerin Sıhhatlerini Ele Alması
İbn Rüşd “Sıhhatine icma edilmemiş hadisle amel etmek vacip değildir.” der. Bu nedenle de mukayeseli olarak meseleleri ele alırken mezheplerin kullandıkları hadislerin sıhhatlerine, ravilerin durumlarına yönelik tahlillere ve cerh edici ifadeler varsa bunlara yer verir. Böylece okuyucunun mezheplerin kullandıkları rivayetlerin genel durumu hakkında bilgi sahibi olmasına ve deliller ışığında kendisinin karar vermesine imkân hazırlamış olur. Gerçi bu değerlendirmeler yüzeysel derlemelerdir ve İbn Rüşd’ün kendi tetkikleri değildir ancak Bidâyetü’l-Müctehid’in hazırlanma amacı ve hacmi düşünülecek olursa, bunu bir ölçüde yeterli saymak mümkün olabilir.
Örneğin, besmele çekmeyenin abdestinin sahih olmayacağına dair “Besmele çekmeyenin abdesti yoktur.” rivayeti için bunun nakil âlimleri nezdinde sahih olmadığını belirtir. Keza başka yerlerde “Muhaddislere göre bu hadis maktû’dur.” , “Bu hadis sahih kitaplarında geçmemektedir.” , kusurun satış akdini etkileme süresiyle ilgili iki hadis için de “Hadisçilerce malul sayılmıştır.” Talak’ın erkeklere, iddetin de bayanlara olduğuna dair rivayet hakkında da “Sahih hadis kitaplarında geçmemektedir.” der.
Bazı ravilerin durumlarına dair bilgi vermesi de ravi tahlilleri sadedinde zikredilebilecek uygulamalardır: “Bu eser hadisçilerce zayıftır. Çünkü Ali b. Zabyân bunu Nâfi’ vasıtasıyla Abdullah b. Ömer’den rivayet etmiştir. Ali b. Zabyân ise hadisçilerce metrûk biridir.” , “Sika kimseler rivayet ettiğinde Amr b. Şuayb’ın hadisleriyle amel etmek vaciptir.” İbn Habîb Hz. Peygamber zamanında Cuma namazı için istihdam edilen müezzinlerin üç tane olduğunu (dolayısıyla üç kez ezan okunduğunu) nakleder. İbn Rüşd, İbn Habîb’in rivayetlerinin -özellikle de tek başına rivayet ettiğinde- hadisçiler nezdinde zayıf olduğunu belirtir.

F- Sahih Hadis Bulunmayan Konulara Değinmesi
İbn Rüşd’ün hadis araştırmacıları açısından sağladığı en büyük faydalardan bir tanesi, belli konulardaki hadislerin bütünüyle ilgili verdiği karar hükümleridir. Şüphesiz bu karar hükümleri İbn Rüşd’ün bizzat kendisi tarafından ilgili alandaki hadislerin tamamının araştırılması sonucunda verilmiş kararlar değildir. İbn Rüşd bunları yararlandığı kaynaklardan derlemiştir. Ancak ahkâm bahislerindeki bu genellemeler, fıkıhçıların uzun yıllara dayanan araştırmaları sonunda vardıkları sonuçları yansıttığı için, biz araştırmacılar için son derece önem arz etmektedirler. Zira hukuksal kararların inşasında o konu çerçevesinde bulunan hadislerin fıkıhçılar tarafından mutlaka mütalaa edildiği düşünülecek olursa, bir konuyla ilgili hadislerin bütününe yönelik genel bir değerlendirmenin ne kadar önemli olduğu anlaşılır. İbn Rüşd’ün aktarmış olduğu bu genellemelerin en azından bir kısmı tüm mezheplerin ortak kabullerini yansıtmasa ve bir kısmına itirazlar vaki olsa ve hatta hadisçilerin kendileri de bunların bir kısmına itirazlar yöneltmiş olsa bile, söz konusu değer hükümleri araştırmacılar için önemli uyarı işaretleri olarak durmaktadır.
İbn Rüşd’ün yönteminden anlayabildiğimiz kadarıyla, herhangi bir konuda sahih hadis olmadığını söylerken, mevcut hadislerin tamamında az veya çok sıhhatine halel getirecek bir yön bulunduğunu düşünmektedir. Dolayısıyla delil olacak hadisin muhaddislerin değerlendirmelerine göre sıhhatini zedeleyecek kusurlardan mutlaka vareste olmasını istemektedir. Zikrettiği genellemeler kapsamında geçen hadislerin de büyük oranda sıhhat açısından eleştiriye uğradığını görmekteyiz.
1- Normal hayız müddetinden sonra kan kaç gün geldiğinde istihaze sayılacağı hususunda Hz. Peygamber’den sahih hadis gelmemiştir.
2- Lohusalığın süresi hakkında Hz. Peygamberden bir sünnet gelmemiştir. Kadınların durumları da değişik olduğundan bunu tecrübeyle bilme imkânı yoktur.
3- Eşiyle adetliyken cima edene ne gerektiği hususunda gelen hadisleri sahih bulmayan cumhur, bunlarla amel etmemişlerdir. İbn Rüşd bunu şöyle yorumlar: İlgili hadislerden hiçbirini sahih kabul etmeyen cumhur, hükmünü ortaya koyan bir delil sabit oluncaya dek bu hususu hükümsüz saymıştır.
4- Hz. Peygamber’in abdest alırken mazmaza yaptığı rivayet olunmakla birlikte bunu bir başkasına emrettiği rivayet edilmemiştir.
5- Sakalı ovmayı emreden eserlerin sıhhati hususunda âlimlerin ihtilafı söz konusudur. Bilginlerin çoğu bunların sahih olmadığını söyler. Ayrıca Hz. Peygamber’in nasıl abdest aldığını belirten sahih eserlerin hiçbirinde sakal ovmak geçmez.
6- Hz. Peygamberin abdesti tertibe uymadan aldığı hiçbir rivayette geçmez.
7- Yırtık veya delik mestin meshi konusunda Hz. Peygamberden bir rivayet gelmediğini söyleyen İbn Rüşd “Bu meseleyle ilgili bir hadis gelmemiştir. İnsanlar genelde buna müptela olmasına rağmen, -hüküm verilmesi gereken bir husus olsaydı- Hz. Peygamber bunu açıklardı. Nitekim ayette de “İnsanlara indirileni açıkla diye seni peygamber gönderdik.” buyrulmaktadır. İbn Rüşd bu ifadesiyle, delik ve yırtığın önemli olmadığını belirtmek ister.
8- İbn Rüşd, bazılarının abdestsiz Kur’an’a dokunmaktan nehyeden hadisleri sahih kabul etmediklerini, ‘mushafa abdestsiz dokunulmayacağına dair sahih hadis yoktur’, dediklerini nakleder.
9- Fasığın imamlığı hususunda bir nas yoktur.
10- Hz. Peygamber hutbe okumaksızın Cuma namazı kıldırmamıştır.
11- Hz. Peygamber cemaatle kıldığı namazları her zaman ezanla kılmıştır.
12- Hz. Peygamber kametsiz namaz kıldırmamıştır.
13- Bayram namazlarındaki tekbirlerin sayısıyla ilgili olarak Hz. Peygamberden gelen sahih hadis yoktur.
14- Bayramda tekbir getirmenin müddeti hakkında sahabenin uygulaması nakledilmiştir ancak bir hadis nakledilmemiştir.
15- Hz. Peygamberin yolculukta namazı tam kıldığına dair sahih hadis yoktur.
16- Öğleden önce görülen hilalin önceki geceye mi gelecek geceye mi ait olduğu hususunda Hz. Peygamberden bir eser gelmemiştir.
17- Üzerine oruç kefareti gereken kimse sonradan varlıklı olursa yine de bunu vermesi gerekir mi gerekmez mi meselesi şeriatta meskût geçmiştir.
18- Hz. Peygamber ramazan dışında bir ayın tamamını oruç tutmamıştır.
19- Mâlik’den: Hacda, Zilhiccenin sekizinci günü Mina’da, Arafa günü Arafat’ta ve Bayram gecesi Müzdelife’de Hz. Peygamberin ardında namaz kılanlardan hiç kimsenin -seferi olsun veya olmasın- onun selam vermesinden sonra kalkıp namazını tamamladığı rivayet edilmemiştir.
20- Hz. Peygamberin recm cezasından önce celde attırdığı rivayet edilmemiştir.
21- Efendisi ölen çocuklu cariyenin iddeti hususunda nas yoktur.

G- İhtilâfu’l-Hadis Durumunda Başvurulan Yolları Aktarması
Hz. Peygamberden nakledilen çelişik hadisleri cem ederek hepsiyle amel edilmesini sağlamak ve böylece hadis veya sünnette geçen her hususa hayat vermek İslam bilginlerinin genel tercihidir. Elbette bu gerçekleştirilirken zorlama tevillerden kaçınılmalı ve tatminkâr olmayan teliflerden uzak durulmalıdır. Bu nedenle Hz. Peygamberden gelen hadislerin telifine önem vermek kadar telif etmek adına kabul edilemeyecek yollara başvurmamak da önemlidir. Bir anlamda muhtelifü’l-hadis çalışması olan Bidâyetü’l-Müctehid’in müellifi İbn Rüşd de Hz. Peygamberden gelen rivayetlerin biri tercih edilirken diğerinin bir yanda bırakılmasına gönlü razı olmayan biridir. Bu nedenle “Telif tercihten iyidir.” der.
Telif arzulanan durum olmakla birlikte bu her zaman mümkün olmayabilmektedir. Bu nedenle hadislerin ihtilafı durumunda fukahanın başvurdukları yollar ana hatlarıyla binâ , cem’ (telif) , tahyîr , nesh , tercih ve iskât olarak altı guruba ayrılır. Fakihler kendi yöntem ve bakış açılarına göre, önlerindeki çelişik rivayetler karşısında bu yollardan birisini benimserler. İbn Rüşd, fukahanın farklı görüşlere yönelmelerine neden olan çelişkili hadisleri konular içerisinde ele alırken, mezheplerin bu rivayetleri tahlilde hangi yolu benimsediklerini de zikreder. Bu nedenle söz konusu yolların uygulamasını görmek açısından Bidâyetü’l-Müctehid derli toplu bir çalışma olarak kabul edilebilir. Aşağıda bu yolların uygulandığı iki örnek sunmak istiyoruz:
1- İstihaze gören kadının gusletmesi: İstihaze gören kadının ne zaman gusletmesi gerektiği hususunda dört görüş vardır: a) Sadece hayız kanı kesildiğinde. b) Her namaz için. c) Günde üç kez. d) Günde bir kez. İhtilafın nedeni ise konuyla ilgili hadislerin zahirlerinin farklılık arz etmesidir. Varit olan dört meşhur hadisten bir tanesinin sıhhati hususunda ittifak edilmiş, üçü hakkında ise ihtilaf edilmiştir.
Sıhhatinde ittifak edilen hadis, kanı durmaksızın akan ve namazları ne yapacağını soran Fatıma bnt. Ebî Hubeyş’e Hz. Peygamberin “Namazı bırakma. Bu damardan gelen kandır, hayız değildir. Hayızın geldiğinde namazı bırak, kesildiğinde de kanı yıka ve namazı kıl.” buyurduğu hadistir. Hadisin bazı tariklerinde “Her namaz için abdest al.” ziyadesi vardır.
İkinci rivayet Hz. Peygamberin istihaze olan Ümmü Habîbe bnt. Cahş’a her namaz için gusül almasını söylediği hadistir. Bu hadisin bir diğer varyantında ise, Hz. Peygamberin ona gusledip namaz kılmasını emrettiği onun da bu emirden (her vakit için gusletmesi gerektiğini anlayarak) her namaz için guslettiği geçmektedir.
Üçüncü rivayet, Hz. Peygamberin istihaze olan Fatıma bnt. Ebî Hubeyş’e öğle ve ikindi, akşamla yatsı keza sabah için birer kez gusül almasını, bunların arasında da abdest almasını emrettiği hadistir.
Dördüncü rivayet, Hz. Peygamberin Hamne bnt. Cahş’ı kanın kesildiğini gördüğünde gusledip namazları bu gusül ile kılmak ile -Fatıma’ya tavsiye ettiği gibi- günde üç kez gusletmek arasında muhayyer bıraktığı hadistir. Öncekinde üç kez gusül mecbur tutulurken burada tercihe bırakılmaktadır.
Hukukçular bu dört farklı hadis karşısında beş yol benimsemişlerdir: Tercih, binâ, nesh, cem’, tahyîr.
Tercih yolunu tutanlardan bir kısmı, Fatıma hadisinin zahirini alarak Hz. Peygamberin bir kez bile olsa guslü emretmediğini söylerler. Cumhur bu görüştedir. Söz konusu hadisin bazı tariklerinde geçen, “Her namaz için abdest al.” ziyadesini sahih bulmayanlar ise bunu da gerekli görmezler.
Binâ görüşünü benimseyenler ise, Fatıma hadisi ile ikinci hadisin ilk varyantı arasında bir çelişki görmezler. Ümmü Habîbe hadisinde Fatıma hadisine göre ziyade bir durum vardır. Şöyle ki, Fatıma Hz. Peygambere söz konusu kan abdeste mani olan hayız hâli midir diye sormuş, Hz. Peygamber de bunun namaza mani hayız olmadığını söylemekle yetinmiştir. Ona her namaz için gusül alıp almaması gerektiği, gerekiyorsa ne zaman alması gerektiği hususunda bir şey dememiştir. Ümmü Habîbe hadisinde ise, ona bir tek şey emretmiştir, o da her namaz için gusül almasıdır.
Nesh görüşünü benimseyenler ise, Ümmü Habîbe hadisinin üçüncü hadisle neshedildiğini söylemişlerdir. Buna delil olarak da, Hz. Peygamberin istihaze olan Sehle bnt. Suheyl’e her namaz için gusletmesini emrettiği, bunun ona zor gelmesi üzerine öğle ile ikindi için bir gusül, akşam ile yatsı için bir gusül, sabah için de bir gusül almasını emrettiği hadisi zikrederler.
Cem’ yolunu tutanlar ise, Fatıma hadisini hayız ile istihaze durumlarını bilen kadına, Ummu Habîbe hadisini de bunu ayırt edemeyen kadına yorarak Hz. Peygamber ihtiyaten her namaz için gusül almasını emretmiştir; çünkü her namaza kalktığında hayız kanı kesilmiş de gusletmesi gerekiyor olabilir, demişlerdir. Üçüncü hadisi de, hayız günlerini istihaze günlerinden ayırt edemeyen ve ara sıra kanı kesilen kadınlara hamletmişlerdir. Bu kadınlar kanları kesildiğinde guslederler ve bu gusülle iki namazı kılmaları gerekir demişlerdir.
Ümmü Habîbe hadisi ile üçüncü hadis arasında tahyîr yolunu tutanlar da vardır.
2- Oruçluyken kan aldırmak: İbn Rüşd, görüş sahiplerini de belirterek oruçluyken kan aldırmanın hükmü hakkında üç görüş olduğunu belirtir: Oruç bozulur, oruç bozulmaz ancak mekruhtur, oruç bozulmaz ayrıca mekruh da değildir. İhtilafın nedeni iki hadis arasındaki çelişkidir. Hadislerden birisi “Kan alan ve aldıranın orucu bozulmuştur.” , diğeri de “Hz. Peygamber oruçluyken kan aldırdı.” rivayetidir. Bilginler bu iki hadisin yorumlanmasında üç farklı tutum benimsemişlerdir: a) Tercih. b) Telif. c) Tearuzda, nasih ve mensuh bilinmediğinden iskâta başvurmak ve berâet-i asliyeye dönmek. Tercihi benimseyenler, ilk hadisi benimsemişlerdir. Zira ilk hadis, hükmü ispat etmekte ikincisi ise nefyetmektedir. Pek çok bilgine göre de, hükmü ispat eden nefyedene takdim edilir. Zira amel etmeyi gerektiren bir yolla sabit olan hüküm, sadece, onunla amel etmeyi kaldıran bir yolla kalkar. Burada da, ilk hadisle amel etmenin vacip oluşu sabittir ancak ikinci hadisin nasih veya mensuh mu olduğu hususunda şüphe vardır. Şüphe yakînin hükmünü kaldırmaz diyenlere göre ikinci hadis birincinin hükmünü kaldırmaz. İki hadisin arasını cem edenler ise ilk hadisi kerahete, ikinci hadisi ise yasağın kaldırılmasına hamlederler. Her ikisinin de hükmünü ıskat edenler oruçlu kişinin kan aldırabileceğini söylemişlerdir.
İbn Rüşd’ün ihtilâfü’l-hadis çerçevesindeki tutumuna gelince, telifi her zaman önceleyen ve bunu açıkça ifade eden yaklaşımını uygun bulduğu yerde devreye sokar. Dolayısıyla bireysel içtihadını uygulamış olur. Örneğin Hz. Peygamberin abdest esnasında azalarını bazen birer, bazen ikişer bazen da üçer kez yıkadığı sahih hadislerde geçmektedir. İbn Rüşd söz konusu rivayetler nedeniyle şöyle der: “Birer kez yıkamak farz, ikişer ve üçer kez yıkamak sünnettir.”
Keza, teyemmümün nasıl alınacağına dair hadislerin bir kısmında ellerin, bir kısmında ellerin dirseklere kadar diğer bir kısmında da ellerin omuzlara kadar meshedileceği geçmektedir. İbn Rüşd bu rivayetler arasındaki farklılığı telif eder. Buna göre, elleri meshetmek vacip, diğer rivayetlerde geçenleri yapmak ise mendubtur. İbn Rüşd bunun ardından yaklaşımını ortaya koyar: “Fıkıhta otorite olanlara göre, telif etmek tercihten evladır. Bu da hadisler sahih olduğunda başvurulacak bir yöntemdir.”
Aynı şekilde, namazdaki oturuşu değişik şekillerde anlatan hadisler ile fukahanın farklı yaklaşımlarını arz ettikten sonra Taberî’nin bu hadisleri tahyîre yorduğunu ve hepsinin caiz olduğunu söylediğini aktarır. Ardından şöyle der: “Bu güzel bir yorumdur. Zira değişik fiilleri tahyîre hamletmek teâruza hamletmekten iyidir.”
İbn Rüşd bu uygulamayı yeri geldiğinde çelişik gözüken ayetlerle hadisler arasında uygular. Örneğin ashab-ı kiram namazı kaçırmamak için seğirterek gitme hususunda ihtilaf etmişlerdir. Hz. Ömer, İbn Ömer, İbn Mesud’un kameti işittiklerinde seğirttikleri rivayet edilirken, Zeyd b. Sabit ve Ebû Zer gibi bazı sahabilerin bunu hoş görmedikleri, vakar ve sükûnetle gelinmesini istedikleri nakledilmiştir. Ancak Ebû Hureyre’den gelen, namaza vakar ile gelmeyi emreden hadis sabit olduğundan fakihler bunu benimsemişlerdir. Sahabe arasındaki bu ihtilafa gelince, hadisin onların bir kısmına ulaşmamış olması mümkündür. Kur’an’ın bu hadise muarız olduğunu düşünmüş de olabilirler. Nitekim ayetlerde hayra koşmak teşvik edilmektedir. İbn Rüşd bu noktada hadisi, hayra teşvik eden ayetler bütününden farklı bir konuma çeker ve şöyle der: “Sözün özü, şeriatın esasları hayra koşmayı tavsiye etmekle birlikte buradaki hadis sahihtir, bu nedenle diğer hayırlardan ayırt edilmesi gerekir.” Dolayısıyla hadisin dile getirdiği husus farklı bir yöne vurgu yapmaktadır ve aralarında bir çelişki yoktur.

H- İbn Rüşd’ün Ayetler Ve Hadisler Çerçevesinde İhtilaflı Konularda Mezheplere Bakış Açısı
Klasik fıkıh kitaplarında farklı mezheplerin yaklaşımları sunulurken genelde o mezhebin hatalı olduğu vurgulanır ve kendi savundukları delilin geçerli olduğu savunulur. Dolayısıyla -çeşitli gerekçelerden ötürü- farklı kabulü benimsemiş olan diğer mezhep çoğunlukla haksız çıkarılmaya çalışılır. Hanefî mezhebi ile Şâfiî mezhebinde yapılan çalışmalarda karşı mezhepten bahsedilirken bu hususun öne çıktığına çok rastlarız. Bölgesel rekabetin bunda çok etkili olduğu aşikârdır.
İbn Rüşd’ün Bidâyetü’l-Muctehid’inde işin bu boyutu çok alt düzeydedir. İbn Rüşd kendi mezhebine -işin tabii gereği olarak öncelik verir ancak- bu bir mezhep savunuculuğu düzeyine hiçbir şekilde varmaz. Onun yaklaşımı kendi mezhebini savunmak veya diğer mezheplerin savunduklarını ret mantığı değildir. Bütün yaptığı, mezheplerin olaylara yaklaşımını hukuk mantığı açısından yakalayarak yalın bir şekilde ortaya koyabilmektir. Çalışmanın bütününe bakıldığında, çoğunlukla delillerin ortaya konulduğunu ve okuyucunun kendi tercihine bırakıldığını görmemiz mümkündür. Hadislere dayalı ihtilafları sunuşu sonucunda okuyucu, mezheplerin farklı uygulamalarının hepsinin de ayetlere çoğunlukla da hadislere dayandığına dair bir kanaate erişir ve mezhep taassubu kalkar. Bu nedenle onun “bu tutumunun gerisinde, mezhepleri birbirine yaklaştırmak endişesinden ziyade bu delilleri şâriin maksatları ışığında değerlendirme düşüncesinin yattığını söylemek mümkündür. Bu yönüyle İbn Rüşd, sıradan bir fakih olarak değil bir hukuk filozofu olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir. Bir filozof da hukukta şu veya bu mezhebe bağlanmayı reddedebilir ve buna karşılık mutlak içtihadı önerebilir.”
Bu yüzden onun mezhepler arası ihtilafları kaldırmaya bir niyeti yoktur; zaten bu ihtilaflar öteden beri vardır ve olmaya da devam edecektir. Nitekim bir yerde “Bu ihtilaf ilk asırdan beri vardır.” demesi bu gerçeğe vurgudur. Örneğin cünüp olanın Kur’an okuyup okuyamayacağı ihtilaflıdır. Cumhur caiz olmadığını söylerken, bazıları caizdir demiştir. İhtilafın nedeni Hz. Ali’nin “Hz. Peygamberi cünüplük dışında hiçbir şey Kur’an okumaktan alıkoymazdı.” hadisinin net bir vurgusunun olmamasıdır. Nitekim cünüpken Kur’an okumaya cevaz verenler, bu ravinin kanaatidir denilerek bir hüküm ifade etmeyeceğini, Hz. Peygamber Kur’an okumama nedenini cünüplük olarak açıklamadıysa bunu bir başkasının bilemeyeceğini belirtmişlerdir. Cumhur ise, Hz. Ali’nin bunu kendi zannına göre söyleyemeyeceğini düşünmektedir. Hz. Ali kesin olarak bildiğinden dolayı böyle demiştir.
Bu nedenle onun amacını, delilleri belli düzeydeki insanlara sunmak suretiyle, kendi varlıklarını ortaya koyarak mezhep kabullerinin dışına çıkabilmelerine ve içtihat etmelerine imkân tanımak olarak özetleyebiliriz. Nitekim eserinin bir yerinde Mâlik’in mezhebinin usulünü ve bu minvaldeki meşhur meselelerini toplamayı hedefleyen bir çalışma yapmak istediğini, İbnu’l-Kâsım gibi Mâlik’in görüş belirtmediği meselelerde fetva vermek istediğini ortaya koyduktan sonra şöyle söyler: “Zira insanlar ahkâm ve fetva konularında başkasına uyup taklit etme tabiatındadırlar. Ancak (elinizdeki) bu kitabımız -kendisini yetiştirip dil, usûl-i fıkh konularında yeterli düzeye ulaşmış- insanı içtihat seviyesine çıkaracak güçtedir.” Başka bir yerde de, dedesinin Mâlik’ten gelen bir fetvaya muhalif fetva vermesi nedeniyle Kurtuba’da büyük bir baskıya ve eleştiriye maruz kaldığını aktararak hoşnut olmadığı bir durumu yansıtmış olur.
İbn Rüşd, mezheplerin yaklaşımlarını ayetler ve hadisler ışığında ortaya koyarken çok önemli bir şey daha yapar: Meseleleri ele alırken okuyucuya her tarafın görüşlerini sunarak kendi bireysel tercihini yapmasına imkân sağlarken kendisi de uygulamalarıyla bunu fiili olarak gösterir. Deliller kendisini nereye götürüyorsa o noktada mezhep taassubu içinde olmaz ve doğru gördüğü görüşü tercih eder. Mezhebin görüşü olmayan konularda da bireysel tercihini rahatlıkla ifade eder. Onun bireysel tercihlerinde insan yaşamının kolaylaştırmanın ön planda tutulduğu söylenebilir.
Söylediğimiz hususları teyit etmek amacıyla çalışmasından bazı örnekler sunmak istiyoruz:
1- Mâlikî mezhebine katılmaması
a) Namazlarda ellerin bağlanmasını emreden hadisler yanında namazı teferruatlı şekilde anlatan hadislerin biri hariç diğerlerinde el bağlamak geçmez. Mâlik farz namazlarda el bağlamayı caiz görmezken nafile namazlarda caiz görür. Durumu değerlendiren İbn Rüşd ise Malik’e katılmayarak şöyle söyler: “El bağlamak saygı ifadesi olduğu için alınmaya daha uygundur.”
b) Mâlik, oruçluyken deliren kimseye kaza gerektiğini benimsemiştir. İbn Rüşd bu görüşte zafiyet bulunduğunu çünkü Hz. Peygamber’in “Kendine gelene kadar deliye sorumluluk yoktur.” buyurduğunu söyler.
c) Vahşileşip kaçan ve kesilme imkânı kalmayan hayvanların avlanması ihtilaflıdır. Mâlik, ehlî hayvanların kesilmezlerse etlerinin yenmeyeceğini söyler. Ebû Hanife ile Şâfiî ise, bu tür hayvanların av gibi avlanarak öldürülmelerine cevaz vermişlerdir. Onların bu konuda ihtilaf etmelerinin nedeni şer’î aslın hadis ile çelişmesidir. Zira şer’î asla göre ehlî hayvanlar sadece kesilerek yenebilir. Vahşi olanlar ise avlanarak yenebilir. Râfi’ b. Hadîc’ten gelen rivayet ise bu şer’î asla muhalefet arz etmektedir: Kafileden kaçan deveyi yakalamak için peşinden koştururlar ancak yakalayamazlar. Bunun üzerine içlerinden biri ok atarak onu vurur. Hz. Peygamber de “Bu hayvanların bazısı vahşî hayvanlar gibi yabanileşir. Bunlardan kaçıp yakalanamayana böyle yapın.” buyurur. Sahih olması nedeniyle bu hadisle amel edilmesi evladır. Bunun söz konusu asıldan müstesna olması gerekmediği gibi onun kapsamında olduğunu söylemek mümkündür. Zira bazı hayvanları kesmek yerine avlamanın caiz olması, sadece vahşî olmalarından ötürü değil aynı zamanda yakalanamayışlarından ötürüdür. Bu durumda, ehlî hayvan vahşi hayvan gibi olursa, vahşi hayvan gibi öldürülmesi caiz olur. Bu durumda hadis ile kıyas uyuşmuş olur.
2- Hanefi mezhebini tercih etmesi
a) Hadiste iddet müddeti olarak zikredilen üç kur’dan ne anlaşılması gerektiği hususunda şöyle der: “Hanefi mezhebinin (üç hayızdır) görüşü daha zahirdir. Naklî deliller açısından da delilleri eşittir veya ona yakındır.”
b) Liandan çekinen kadına uygulanacak ceza hususunda üç mezhep, kocasıyla temas gerçekleşmişse veya muhsan olma şartları tahakkuk etmişse recm, gerçekleşmemişse yüz değnek vurulur derken , Ebû Hanife lian edinceye kadar hapsedileceğini savunur. Ebû Hanife’nin delilini ve yaklaşımını daha sağlam bulan İbn Rüşd “Allah bilir ya, Ebû Hanife bu meselede daha doğrudur.” der.
c) Hanefilerin necaseti hafif ve ağır diye ikiye ayırarak ağır olandan bir dirhem, hafif olandan da elbise parçasının dörtte birini mazur görmeleri, hafif necasetin ehlî hayvanların pislikleri ile yollarda sakınılması zor olan necasetler gibi şeyler olduğunu söylemeleri gerçekten güzel bir görüştür, der.
d) Şâfiîlerin -Hanefilerle olan tartışmalarında- necasetin giderilmesi için sadece suyun kullanılmasındaki hikmeti göz ardı ederek “taabbudidir” demekle yetinmelerini eleştiren İbn Rüşd, necasetin giderilmesinde suyun kullanılmasının, içerdiği özellik nedeniyle olduğuna inanmanın vacip olduğunu söyler ve ekler: Şâfiîler böyle demiş olsalardı, her hükümde bir hikmet bulunduğu kabulüne uygun bir söz söylemiş olurlardı. Ayrıca fakih, hasmıyla olan tartışmalarında sadece mecbur kaldığında “taabbudidir” demelidir.
3- Bireysel fetvaları
İbn Rüşd’ün mezhepler arasında uygun gördüğü fetvayı tercih etmesi yanında kendi bireysel fetvasını ortaya koyması da önemlidir. Birkaç misal vermek konuyu aydınlatmak açısından yerinde olacaktır.
a) İbn Rüşd abdest esnasında ayakların meshedilebileceğini benimser. Ayette geçen kelimeyi “erculekum” şeklinde okuyan cumhurun görüşlerini desteklemek için “Ateşte yanacak o topukların vay hâline.” hadisini delil getirmelerini ve “bu hadisle ayakları yıkamanın farz olduğu anlaşılmaktadır, zira farz olmayan bir şeyin yapılmamasında tehdit olmaz” demelerini kabul etmez. Özetle şunları söyler: Bu hadis cumhur için delil olmaz. Zira ayakları yıkamaya başlayan kişinin elbette ayaklarının tamamını dolayısıyla topuklarını da yıkaması gerekir. Zaten ayak yıkanabilir de meshedilebilir de diyenler ayağını meshetmeye başlayan kimsenin tamamına mesh yapmasının artık farz olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Müslim’in rivayet etmiş olduğu eser de buna işaret etmektedir. Bunda ayaklarını mesheden kişilere Hz. Peygamberin “Ateşte yanacak o topukların vay hâline” buyurduğu geçmektedir. Dolayısıyla bu rivayet meshin caiz olmadığına delil olarak gösteriliyorsa da, caiz oluşuna olmamasından daha çok işaret etmektedir. Zira Hz. Peygamber onları ayaklarını niçin yıkamadıkları için değil tamamını meshetmemeleri nedeniyle kınamaktadır. Bu da meshin caiz oluşunu göstermektedir. Ayrıca meshin caiz olduğu sahabe ve tabiinden bazılarından da nakledilmektedir. Her şeye rağmen, baş için meshetmek yıkamaya göre nasıl daha uygun ise yıkamak da ayaklar için daha uygundur. Zira ayakların kiri daha ziyade yıkamakla, başınki de meshetmekle gider. Bunun yanında, ibadetlerde ruhun temizlenmesi yanında beden temizliğinin de hedeflendiği anlaşılmaktadır.
b) Hangi hayvan dışkısının necis olduğu hususundaki ihtilafları aktaran İbn Rüşd, kendi bireysel tercihini çok nazik ve mütevazı bir ifadeyle dile getirir ve şöyle söyler: Bu konuda ihtilaflar olmasına rağmen, herhangi bir müçtehit tarafından daha önce söylendiği meşhur olmayan bir sözü söylemek caiz olsaydı, şöyle denebilirdi: Hayvan pislikleri içerisinde kokanlar ve tiksinti duyulanlar ile böyle olmayanlar özellikle de güzel kokanlar bir değildir. Nitekim amberin mübah olduğunda ittifak edilmiştir ve çoğunluğun söylediğine göre bu, denizde yaşayan bir hayvanın pisliğidir. Misk de böyledir. Söylendiğine göre, içinde misk bulunan bir hayvanın kan pisliğidir.
c) Tekbirde ellerin nereye kadar kaldırılacağına dair hadisler mevcutsa da daha sabit ve meşhur olanı omuz hizasına kaldırılacağıdır.
d) Vitir namazına dair rivayetlerin farklılık arz etmesi karşısında bunların muhayyerlik ifade ettiğini söyler.
e) Bir grup bedevi yanlarındaki sürüyle beraber Medine yakınlarına gelip gecelerler. İki yabancı da onlara katılır. Sabahleyin develerden birkaçının kaybolduğunu anlarlar. Hz. Peygamber ikisinden birini hapseder, diğerine de kaybolan develeri bulup getirmesini söyler. O da götürdüğü develeri geri getirir. Ebû Ubeyd’in nakline göre, bazıları, Hz. Peygamber’in yaptığının hapis olduğunu söylemiştir. İbn Rüşd buna katılmaz: “Bu yorum benim hoşuma gitmiyor. Zira sırf şikâyet oldu diye adamın hapsedilmesi gerekmez. Kanaatimce Hz. Peygamber, henüz (kesin olarak) sabit olmamış bir hakkın kefili olarak adamı alıkoymuştur. Zira kendisiyle arkadaşı kafilenin yanında kaldıklarından hayvanların onlar tarafından götürülmüş olma şüphesi vardı.”
f) “Kişi ile küfür veya şirk arasındaki sınır namazı terk etmesidir.” gibi hadislerde namazı terk eden küfre nispet edilmektedir. Bazılarının bu hadisleri mesnet alarak namazı terk edenin öldürüleceğini söylemelerini zayıf bulan İbn Rüşd şu yorumu getirir: Küfür kelimesi hakiki anlamıyla sadece dini inkâr için kullanılır. Malum olduğu üzere, namazı terk eden kimsenin böyle bir durumu yoktur. O hâlde, hadislere iki manadan birini vereceğiz: Hz. Peygamber ya inkâr ederek namazı terk edip küfre giren kimseyi kastetmiştir ya da küfür kelimesi hakiki anlamında değil de şu iki anlamdan biri için kullanılmıştır: a) Namazı terk edenin hükmü kâfirin hükmüdür, öldürülme ve diğer kâfirlerle ilgili hükümlere tabidir. b) Namaz kılmayışı kâfirlerin işidir, zira kâfirler namaz kılmazlar. Nitekim Hz. Peygamber zina yapanlar için “Mümin, zina yaparken mümin olarak zina yapmaz.” buyurmuştur. Birinci ihtimal söz konusu olmaz, zira elimizde bununla ilgili delil yoktur. Bilakis bunun zıddı yani Müslüman olduğu sabittir.

İ- Konuları Fıkhî Boyutunun Dışına Taşıması
İbn Rüşd, mevzuların akışı içerisinde kitabın konusuyla direkt ilgisi olmayan hususlara da girebilmekte, günlük yaşam içerisinde yararlı olabileceğini düşündüğü bilgileri vermekte, hikmet boyutuna değinmektedir. Bunu yaparken, dinî ilimlerde ihtisas yapan insanların bu temel bilgilere sahip olmasını ister görünmektedir. Bazen tıbbî bilgiler vermesi böyle değerlendirilebilir. Ayrıca bunlar onun câmiu’l-ulûm olmasının da bir yansımasıdır. Köpeğin ağzını değdirdiği kabın yıkanmasına dair hadisleri yorumlayan İbn Rüşd, dedesinden naklen bu hadiste bir hikmet olduğunu, kabın yıkanmasının kabın necis olmasından ötürü değil de kaba ağzını sokan köpeğin kuduz zehrini taşıyor olması ihtimalindendir; yedi kez yıkama emri bunun içindir ve bu sayı şeraitte birçok yerde tedavi ve ilaçlar için zikredilmiştir, der. Aynı şekilde, hasta vefat ettikten sonra bekletilmeksizin defnedilmesinin varit olan hadisler nedeniyle müstehab olduğunu söyleyen İbn Rüşd, suda boğularak ölenin defnine acele edilmemesi gerektiğini zira su nefes almasını engellemiş olabilir, der. Böyle bir durumda hayatta olduğu anlaşılmaz. Damar tıkanıklığı gibi hastalıklardan ölen kimseler için de aynı durum söz konusudur, diye belirtir.
İbn Rüşd tıbbi bilgiler sunması yanında hukuksal sorunların çözümünde fen bilimlerinden de yararlanılması gerektiğini ortaya koyar. Örneğin öğleden önce görülen hilalin önceki geceye mi gelecek geceye mi ait olduğu hususunda ulemanın ihtilaf ettiğini belirterek şöyle söyler: “Bu konuda ihtilaf etmelerinin nedeni, deneme ile öğrenilecek bir hususu öğrenmek için denemeyi bir tarafa bırakarak rivayetlere yönelmeleridir. Oysa bu hususta Hz. Peygamber’den gelen bir eser yoktur.”
İbn Rüşd’ün çalışmasında sınırlı sayıda yer alan bu örnekler, hadislerin söylenmesine neden olan arka planı ve hikmeti anlamak gerektiğini ortaya koymaktadır. Bunun yanında, sorunların çözümünde bilimsel gelişmelerden yararlanmanın, rivayetlere bağlanıp kalmamanın önemine dikkat çekmektedir.


SONUÇ
İbn Rüşd, pek çok alanda eser telif etmesi yanında düşünce alanında hem İslam dünyasını hem de Batı’yı etkileyen bir mütefekkirdir. Onun bu etkisinde İslam medeniyeti yanında Batı medeniyetini de tanımasının katkısı büyüktür. İki medeniyetin buluşma noktalarından birini oluşturan bir coğrafyada yetişmiş olması, Hanefîlerle Şafiîler arasındaki mezhepsel rekabet ortamından uzak oluşu nedeniyle de işlediği konuları ele alışında ve hayata bakışında kavgacı olmayan bir tutum kendini belli eder. Bunun sonucu olarak son derece mutedil bir çizgiyi benimsemiş, farklı yaklaşımları da tolere eden bir bakış açısına sahip olmuştur. Nitekim bir filozofun eliyle hazırlanan ve belli düzeydeki insanları müçtehit derecesine çıkarmayı hedefleyen eseri okunduğunda, diğer mezheplerin görüşleriyle de amel edilebileceği ve bunların da Kur’an ve sünnette kuvvetli delilere dayandıkları anlayışı oluşur. Zaten kendisi de zaman zaman ayet ve hadisler ışığında Malikî mezhebinin kabulü dışına çıkabilmekte ve bireysel tercihini ifade etmekte, farklı bir içtihat benimsemektedir.
Muvatta’ı ezberlemiş olan ve ahkâm hadisleri alanında birikimli olan İbn Rüşd, mezheplerin yaklaşımlarını deliller ışığında veren İstizkâr ile Temhîd’in özeti gibi duran Bidâyetu’l-Muctehid’de bu bakış açısını vermeye, delillerin felsefi arka planını irdelemeye çalışırken temel fıkhî konular ile bunların dayandığı ayetler ve hadisleri zikreder. Bu amaçla Mâlikîlerin kaynaklarına bakmakla birlikte diğer mezheplerle ilgili olarak da elinin altında temel başvuru kaynağı olarak İbn Abdilber, Tahâvî ve İbn Hazm’ın eserlerini bulundurur. Bu eserlerden ve benzerlerinden mezheplerin yaklaşımlarını ve dayandıkları delilleri ana hatlarıyla aktarır. Hadisler ile bunların sıhhat durumlarıyla ilgili olarak da hadis kitaplarına bakmak yerine zikri geçen kitaplardan yararlanır. Dolayısıyla zikrettiği hadis kaynakları ile rivayetlerin sıhhat durumlarına dair bilgiler bizzat kendi tetkikleri olmaktan ziyade yararlandığı eserlere dayanmaktadır denebilir. Bu nedenle de kullanılan hadislerin bir kısmı nispet edildikleri kaynaklar açısından problemler taşımaktadır. Bazen de zikrettiği hadisler andığı kaynaklarda bulunmayabilmektedir.
Bununla birlikte, hadisleri incelerken zaman zaman hikmet boyutuna da değinen İbn Rüşd, hadislerin anlaşılmasına ve yorumlanmasına yönelik özel bir çalışma yapmış olsaydı, ortaya çok farklı bir çalışmanın çıkacağını düşünmekteyiz. Temel İslami ilimlere olan vukufiyeti yanında kadılık yaparak sosyal hayatın ve onun problemlerinin içinde yer alması, felsefi ve müspet ilimlere yönelik birikimiyle birleştiğinde ortaya nasıl bir çalışma çıkacağını tahmin etmek zor olmasa gerektir.