Makale

Bir Kez Gönül Yıktın İse

GÜNDEM

Bir Kez Gönül Yıktın İse

Doç. Dr. Ülfet GÖRGÜLÜ
DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

“Çalabım bir şar yaratmış iki cihan aresinde
Bakıcak didar görünür ol şarın kenaresinde”

İki cihanın, dünya ve ukbanın, madde ve mananın, fena ve bekanın arasında yaratılmış bir şehirdir gönül. Beden ikliminin arş-ı âlâsı, nazargâh-ı ilahî, mana ve hikmetlerin membaı, beşeri insan yapan öz, kalpte oluşan manevi duyguların kaynağı, ruhun derinliklerindeki güç, kulun Rabbi ile ilişki ve irtibatının zuhur yeri… Yüklendiği bütün bu anlamlardan kaynaklanıyor gönlün değeri. Bu yüzden irfan geleneğimizde bir gönül yapmak ne kadar takdire şayan görülmüş ise bir gönlü incitmek de o derece günah addedilmiştir.
Gönül yıkmanın, insan darıltmanın vebalini anlatabilmek için büyükler ne diller dökmüş, ne manidar uyarılarda bulunmuşlardır. Gönül Kâbe’ye benzetilmiş, hatta Kâbe’den aziz kabul edilmiştir. Bu kabul, Zat-ı Risalet Penah’ın; “Ey Kâbe! Ne kadar hoşsun, kokun ne kadar da güzel! Şanın, hürmetin ne kadar da yüce! Ama canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah nezdinde malıyla, canıyla müminin hürmeti senin hürmetinden daha büyüktür.” (İbn Mace, Fiten, 2.) hitabına dayanıyor olsa gerektir. “Çün ki bildin müminin kalbinde Beytullah var / Niçin izzet etmedin ki ol evde Allah var.”
Kâbe, Yüce Rabbimizin zatını, azametini, tevhidi temsil ettiği gibi gönül de fuyuzat-ı Rabbaniyye ve marifet-i ilahiyyeye mazhariyetle şerefyap olmaktadır. Bu yüzden insan hem kendi kadr u kıymetini bilip gönlünü zenb u kasavetten muhafaza etmeli, hem bir canı incitmekten, bir gönle dokunmaktan, halka adavetten imtina eylemelidir. Bunun için her daim enfüsi bir mücadele ve deruni bir muhasebe içinde olmak gerekir. Zira bir anlık ihmal ile küçük bir kıvılcımın topyekûn bir ormanı yakıp yok etmesi misali, bir anlık gafletin zuhuru kem bir nazar ya da sözle nice kalpler kırılabilmekte, haysiyetler heder edilmekte, dostluklar yitip bitmektedir. Yalan, dedikodu, gıybet, nemime, suizan, alay, iftira ile sadece diller değil, yürekler kirletilmekte, muhabbet katledilmektedir. Öfkeyle kalkanın zararla oturacağı ise gün gibi aşikâr bir hakikattir. Elbette insan melek değildir. Kusurları, zaafları, müspet, menfi pek çok duyguları vardır. Ancak erdem ve olgunluk duyguları kontrol edebilmekte, nefsi dizginleyebilmektedir. Allah Rasulünün ifadesiyle gerçek pehlivan olmak da ancak böyle mümkündür: “Pehlivandır şol kişi ki nefsini katleyledi, / Hep erenler meclisinde ana eyvallah var.”
Rasulüllah Efendimiz (s.a.s.) cahil, kaba saba, söz dinlemez, hâlden anlamaz ne çok insanla muhatap oluyor, tahammülü zor söz ve davranışlara maruz kalıyor lakin sükûnet ve vakarından taviz vermiyordu. Bazen bu muameleler gayretullaha dokunuyor da örneğin Hucurat suresi nazil oluyordu. Kur’an bize, Allah’ın merhametinin bir eseri olarak O’nun insanlara yumuşak davrandığını, katı ve kaba muamelede bulunsaydı çevresindekilerin dağılıp gitmiş olacağını duyurduğuna göre (Âl-i İmran, 3/159.) bu ayetten payımıza düşen dersi almış olmalıyız.
Fahr-i kâinat Efendimiz (s.a.s.)’in, “elinden ve dilinden başkalarının zarar görmediği kimse” şeklindeki Müslüman tanımını, gönül incitmekten sakındırmaya yönelik nebevi bir ikaz olarak okumak mümkündür. Hadis-i şeriften mülhem “eline, diline ve beline sahip olmak” düsturu irfan talibinin uyması beklenen kuralların başında yer almaktadır.
Vaktiyle dervişin biri mensubu olduğu meşrebin gereği saçlarını kazıtmak için berbere gider. Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Tıraşın ortasında içeriye bir kabadayı girer, dervişin yanına gelip başına okkalı bir tokat atar ve “kalk bakalım kabak, ben tıraş olacağım” der. Derviş karşılık vermeksizin kalkar; adam tıraşını olur; geldiği gibi çıkar; atına biner. Lakin birden huysuzlanan at sahibini üstünden atar; ayağı üzengiye takılan adam yerlerde sürünerek can verir. Adamın akıbetini dervişin gönül koymasına yorup da, “Erenler, keşke affetseydiniz bu haddini bilmezi” diyenlere derviş, “Ben değil, kabağın sahibi razı olmadı.” der. Kıssadan hisse, gönül ehli olanlar, varlığa hikmet nazarıyla bakanlar yaratılanı Yaratanın hatırına hoş tutar da değil insanı, eşyayı dahi incitmekten kaçınır; hayatlarında merhamet ve nezaketi şiar edinirler. “Kimseye ta’netme ey dil sırrı Hakka vakıf ol / Cümle eşya nuru Haktır sanma gayrullah var”
Bu rikkat ve dikkat sahiplerinden biri de eskilerin ehliilim ve’l-irfan dedikleri, ilmiye sınıfına mensup, mutasavvıf bir aileden gelen Sun’ullah Gaybi hazretleridir. Zat-ı muhterem Mevla’ya yakarmakta ve bir gönül incitmektense nelere razı olacağını bakın nasıl dile getirmektedir:
Ya ilahî neyler isen et beni
Tek heman benden gönül incinmesin
Bu kemale layık et can u teni
Tek heman benden gönül incinmesin
Ne ibadat ile mağrur olayım
Ne maarif ile mesrur olayım
Matlabımdan cümle mazur olayım
Tek heman benden gönül incinmesin
Halk içinde olayım hâk-i siyah
Gece gündüz edeyim tek ah u vah
İlmim erdi bundan ulu yok günah
Tek heman benden gönül incinmesin
Olmasın âlemde bana feth-i bab
Cevr u mihnetden yürek olsun kebab
Kailim her ne kadar varsa azab
Tek heman benden gönül incinmesin
Yere göğe sığmayan Hallak’a bak
Gönle sığmış, anı kılmış ol durak
Her amelden olayım Gaybi ırak
Tek heman benden gönül incinmesin
(Sun’ullah Gaybî Divanı, DİB Yayınları, Haz. Bilal Kemikli, Ankara 2013, s. 69-70.)
Bir gönül incitmektense bunca mihnete razı olmak ancak ehli dil olanların harcıdır. Bu kervanın kutlu yolcularından bir diğeri olan Hz. Yunus ise bir kimsenin hem namaz kılıp hem gönül kırabilmesine anlam veremediğinden olsa gerek, “Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil” serzenişinde bulunmaktadır. Vücudun zamanla bazı mikroplara bağışıklık kazanması gibi maalesef günahlara bağışıklık kazanıldığından mıdır, kalp kırmanın bardak kırmaktan kolay ve basit hale gelmesi? Evde, yolda, işte, alışverişte hâsılı gündelik hayatın her hangi bir yerinde ne çok tekrarlanmakta incitmeler, incinmeler, kalp kırmalar, gönül koymalar... Enaniyetimize yenik düşmemeyi, dilimizin dikenini kırmayı becerebilsek, kaşları çatmayı, öfkeyle bakmayı bırakabilsek, kusurları örtmeyi, hataları affetmeyi başarabilsek, güler yüzümüzü, tatlı dilimizi mezara saklamak yerine burada kullanabilsek, gönül yıkmak yerine kalbimizi masivadan yıkayabilsek ne güzel kul ve insan olurduk! İbadat u taatın hazzına erer, özüyle sözü, kavliyle hali bir olmanın emsalsiz huzurunu bulurduk! Kahrı lütfu bir bilebilseydik gamı neşeye çevirir, nedenlerin, niçinlerin eleminden azat olurduk!
Gönül yıkan değil yapan olabilmek, taş, toprak yapılarda değil, kalplerde mekân tutabilmek o kalbin sahibini tanımaktan, her yüzden bir yüze nazar kılmaktan geçer. Tevhit ile kemale erenler, âleme vahdet penceresinden bakanlar iğneyi değil sadece çuvaldızı da kendilerine batırırlar; batıracak başka bir varlık bulamazlar zira. Onlar gönül ehli olmanın incitmemek kadar incinmemekten geçtiğini bilirler. Sun’ullah Gaybi Efendi’yi bir kez daha rahmetle yâd edelim. Ne güzel söylemiş hazret:

Bela bârân gibi gökten yağarsa
Hakikat sûfîlik incinmemektir
Serapa bâr-ı gam sana ağarsa
Hakikat sûfîlik incinmemektir
Bütün âlem ederse ger seni zem
Olar hakkında sen bir söz deme kem
Düşüp şirke getirme kendine gam
Hakikat sûfîlik incinmemektir
Eğer Yusuf gibi çâha atılsan
Dönüp kul oluban Mısr’a satılsan
Girüp zindanlara habse katılsan
Hakikat sûfîlik incinmemektir
Hudayı fail-i mutlak bilirsin
Celalinden ya niçin incinirsin
Şikayetler edip zari kılarsın
Hakikat sûfîlik incinmemektir
Tutarsan işte budur hayr-ı a’mal
Ki bundan gayrısı hep kîl ile kâl
Yürü Gaybî bunu hal ide gör hal
Hakikat sûfîlik incinmemektir (Sun’ullah Gaybî Divanı, s. 54-55.)
Mevla bize anlayış versin...