Makale

Ahiret Yolculuğunun İlk Durağı MEZARLIKLAR

Ahiret Yolculuğunun İlk Durağı MEZARLIKLAR

"Deryada sonsuzluğu fikretmeye ne hacet,
"AI sana derya gibi sonsuz Karacaahmet."
(Necip Fazıl Kısakürek)

Doç. Dr. Halil Altuntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Ölüm, insan oğlunun yaşadığı en acı gerçektir. "Nerede olursanız olun -sağlam ve tahkim edilmiş kaleler içinde bulunsanız bile- ölüm size ulaşacaktır" (Nisa, 78) ayeti bu gerçeği vurguluyor. Ölüm deyince, mezar ve mezarlıklar da kendiliğinden gündeme gelir.
Yahya Kemal "Bir bakımdan müzeler şanlı mezarlıklardır" diyor. (Bitmemiş Şiirler) Geçmiş dönemlere ait eserleri -çoğu kırılıp dökülmüş, çürümüş, asli şeklini kaybetmiş olarak- saklayan mekanlar olan müzeler gerçekten de tarihin, tarihte var olmuş birtakım eşyanın mezarlığı konumundadır. Konumuz müzeler ise onları, mezarlıklara benzetebilirsiniz. Ama, eğer mezarlardan ve mezarlıklardan söz etmekte iseniz karşı bakış açısıyla şairin ifadesini şöylece ter yüz edebilirsiniz: "Bir bakımdan mezarlıklar şanlı müzelerdir."
Müzeler ziyaret için kurulmuş mekanlardır. Buralarda sergilenen esreleri görenler, tarihin belli dönemleri hakkında düşünme, onlardan kendine ve içinde yaşadığı güne ve döneme pay çıkarma imkanına sahip olurlar. Bunu başarabilmek için sadece müzeyi ziyaret etmek yeterli değildir. Geçmişi değerlendirmede malzeme olacak bir alt yapı bilgisine, bir tarih kültür ve bilincine sahip olmak da gerekir.
Bir mezarın çağrıştırdığı duygularla bir mumyanın ki bir mi? Her ikisi de sonuçta sizi bir ölü insanla karşı karşıya getiriyor. Mumya çok kere, bir müzede sergilenen tarihi bir eşyadır insanın gözünde. Acaba nasıl oludu da öldü? Nerede yaşadı? Öldüğünde kaç yaşında idi. Hangi dönemde yaşamıştı? gibi soruları çağrıştırır. Ama bir mezar ile karşı karşıya isek bu tür sorular gensellikle arka plandadır. Her şeyden önce açık ya da gizli bir hüzün insanın içini kaplar. Ölüm denen gerçekle yüz yüze geliriz. Orada ne var, ne yok diye düşünmekten kendimizi alamayız. Hayat ile ölüm arasında buruk bir bağ kendiliğinden oluşuverir. Sonra insan ister istemez kendini gündeme alır. Hayatının bir gün son bulacağını, en son varacağı yerin bir mezar olacağını...düşünür.
Toprağın sırlı etkisi
Bir mumya hatta taze bir ceset ile bir mezarın aynı insan üzerinde farklı duygular bırakmasının sebebi ne olabilir? Mezarın bu farklı etkisini, cesedin toprakla buluşması ile açıklamak mümkün olamaz mı? Toprakla buluşmamış, ya da oradan koparılmış bir ceset, hidrojenle birleşmemiş oksijen gibidir. Hidrojen -tıpkı oksijen gibi- tek başına iken rengi kokusu ve tadı ile, sergilediği özelikler ve bıraktığı etkiler farklı iken, belli şartlar altında oksijenle buluşunca ortaya çok farlı yapıda, farklı izlenimler ve etkiler bırakan bambaşka bir madde (su) ortaya çıkıyor. Suyun ortaya çıkması için nasıl, birbiri ile birleşme özelliğine sahip bu iki elementin belli şartlar içinde buluşması gerekiyorsa, ölüm gerçeğinin insan üzerinde, o ince oya gibi işlenmiş manevi etkiyi, tefekkür ve ibretle karışık hüznü oluşturması için ölen insanın (cesedin) -mezar formu içindeki- toprakla buluşması gerekiyor. Bu durum, insan denen varlığın asli maddesinin toprak olduğu ve her şeyin aslına dönme eğiliminde olduğu gerçeği ile açıklanabilir. Kur’an bu gerçeği şöyle dile getirmektedir: "(Ey insanlar!) Sizi topraktan yarattık, (ölümünüzle) sizi oraya döndüreceğiz ve sizi bir kere daha oradan çıkaracağız." (Tâ-Hâ, 55)
Ölünün gömülmesi için mezar kazma fikrinin ilhamını bir karganın vermiş olması ilginçtir. ilk cinayeti insanlığın ikinci kuşağını oluşturan Adem’in iki oğlundan biri diğerini öldürerek işlemişti. Gelin görün ki, ortada bir ceset vardı ve ona ne yapacağını bilemiyordu. "Nihayet Allah ona, kardeşinin cesedini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek için bir karga gönderdi. ’Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtmekten aciz miyim ben?’ dedi." (Mâide, 31)
Ölen insanın gömüldüğü yere mezar diyoruz.."Kabir" kelimesi de aynı anlama geliyor. Arapça kökenli birer isim olan bu kelimelerin özellikle ilki yani "mezar" dilimizde yer etmiştir. Kabir ise nerede ise kullanılmaz durumdadır. Acaba niçin "kabir" değil de "mezar" tutundu dilimizde? Dillerin oluşumu ve gelişiminin "kendiliğinden" ve tabii bir sürece bağlı olduğu gerçeği göz ününde bulundurulacak olursa bu konuda kesin bir şey söylemenin mümkün olmadığı anlaşılır. Ancak şöyle bir yorum da pek aykırı görünmez sanırım: "Kabir" kelimesinin temel anlamı "gömmek"tir. Gömme işleminin ise bir "saklama", "elden çıkarma" ve "gözden kaybetme" yönü vardır ve "Gözden uzak olan gönülden de uzak olur". "Mezar" ise "ziyaret etmek" kökünden gelir ve "ziyaret edilen yer" anlamını taşır. Bu kısa açıklama, neden Türk Di- li’nin "kabir"i değil de, "mezar"ı tercih ettiğinin ip uçlarını verir gibidir. Belli ki, sevdiklerinin artık yok olduğu, kendileri ile aralarına "kara toprak" ın girdiği, onları elinden kaçırdığı izlenimini veren "kabir" değil de; maddi olarak ayrılmış olsalar da, ziyaret edilmek sureti ile en azından hatıralarının yaşatılabileceği çağrışımını yaptıran "mezar" bu milletin ferasetine daha sevimli gelir olmuştur.
Ölüler şehri
Mezarların bulunduğu özel mekânlara ise mezarlık diyoruz. Bu yerler dünyevi olanla uhrevi olan arasındaki şeffaf bir perde gibidir. Bir yönden bakarsınız, taşı ile, toprağı ile, çevreleyen duvarı ile, her şeyi ile maddedir, dünyamızdan bir "köşe"dir. Başka bir yönden bakarsınız, selvileri ile, mezar taşları, hüzünlü, düşünceli, dalgın ziyaretçileri ile maddi sınırların ötesinde bir yerde gibisinizdir. Bir ruhaniyet hakimdir size ve çevrenizdeki her şeye. Selvi ağacı hiçbir yere mezarlıktan daha yakışır değildir sanki. Mezar taşlarındaki nakışların çevrelediği yazıların mesajları istemeseniz de sizi bir yerlere alır götürür.
Hiçbir hareketliliğin görülmediği, canlılığını yitirmiş meskûn mahaller için "ölüler şehri" terimini kullanırız. Şüphesiz bu bir mecazi ifadedir. Aynı ifadeyi mezarlıklar için kullanmamız da mümkündür, tersinden bir mecazi anlam yükleyerek. Bu takdirde, mezarlıkta yatanların ölüler değil, yaşayan kimseler olduklarını anlatmış oluruz. Bu kullanım da bir bakıma bizim inancımızın biri ifadesi olmuş olur.
Bir önceki alfabemizin kullanıldığı dönemlere ait mezar taşlarını okuyup anlama şansı olmayan kuşaklar bile hal dili denen sırlı olgudan yararlanabilirler, mezarlıklar ve mezar taşları konusunda. Artık hemen hepsi bulundukları şehrin merkezinde kalmış olan bu lâhûti mekanlar, kendilerini çevreleyen demir parmaklıkların arasından, taş duvarların arkasından seslenir dururlar.. Çok kere bir mabedin koltuğuna sığınmış bu küçük mahşer yerlerinde kırılıp dökülen, yere yıkılan, yarısına kadar toprağa gömülü mezar taşlarının dili daha bir hüzün doludur, daha çok düşündürücüdür. Bir yanda gökleri fethetmek istercesine yükselen, günde beş kere ilahi kudretin hakimiyetini ilan eden, adeta,"hep var olacağım!" diyen minareler; bir yanda her an, her şeyin geçiciliğini haykıran mezarlıklar. Her ikisi yan yana. Bu, dünyaya bağlanma eğilimi ile, ölüm gerçeğini aynı düzlemde buluşturup makulleştiren idrakin, müslüman idrakinin şehircilik anlayışındaki yansımasıdır.
Her mezar aynı dili, farklı lehçelerle konuşur adeta. Her mezar taşı misafirinin erkek mi, kadın mı olduğunu, "ilmiye" sınıfından mı, "ümera" sınıfından mı olduğunu, anlayabilene daha sormadan söyleyiverir. Zihninize mezar sahibinin bir fotoğrafını çizer, ama zadece zihninize.
Günümüzde mezar taşları artık bu gücünü büyük oranda yitirmiştir. Mezarlıklarınızda, hattatların kalem zevki, taş ustasının vakur kişiliği değil, mermercinin kazanç hesapları hakimdir. Artık nefis hatlarla yazılmış "besmele-i şerefelerin yerini garip telaffuzlarla yazılmış rast gele dualar, derilikten yoksun "beyitler", "dörtlükler" aldı. Eski mezar taşlarına hakim olan "teslimiyet ruhu", ölüm denen gerçek karşısında sergilenen "rıza" halinin seyrek de olsu "isyan1^ dönüştüğünü görmek insanı alt üst ediyor. Ölümü "âsûde bahar ülkesi" (Yahya Kemal) bilen bu topluma bir şeyler oluyor.
Ruhun ebediliği inancına sahip olmayan din ve kültürlerde ölülerin yakılıp küllerinin nehre, denize atıldığı, ya da başka işlemlere tabi tutulduğu biliniyor. Oysa topraktan yaratılan insanın, ölümü halinde yine toprağa verilmesi en tabii olan uygulamadır. Bir bakıma bu ölen insana yapılmış bir ikramdır. Bu sebeple "Allah onu (insanı) hangi şeyden yarattı? Az bir sudan (meniden). Onu yarattı ve ona ölçülü bir şekil verdi. Sonra ona yolu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü ve kabre koydu. Sonra dilediği vakit onu diriltir" (Abese, 18-22) ayetlerinde yer alan "kabre koydu" ifadesinin, "Onu, toprağa gömülen, kabre konulan, bir varlık yani insan olarak yarattı," anlamında olduğu, mezarın ise insan oğluna yapılan bir ikram olduğu da ifade edilmiştir. (Usanü’l-Arab/Kabere11 md.)
Ölüm ötesi hayata inanmayı temel esasları arasına alan tevhit inancı, mezarı ve orada geçirilen süreci, ebedi hayat yolunun ilk durağı olarak görür. "Mezar, ahiret menzillerinin ilkidir" (Ahmed, Müsned, l, 63) buyuruyor Hz. Peygamber. Adı üzerinde "durak". Yani terk edilip gidilecek bir yer. Bu ter ediş, kıyametten sonra yeniden diriltilip kaldırılmakla olacaktır. Kur’an, ölüm gerçeğinin önümüze koyduğu mezar olgusunu ahiret inancını telkin işinde bir araç olarak kullanır: "Kıyamet mutlaka gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur ve Şüphesiz Allah mezardaki kimseleri diriltecektir." (Hac, 7)
Perdenin ötesini görebilmek
Mezarlar, insanların elinden, sevdiklerini, yetiştirdikleri büyük şahsiyetleri, değer verdikleri kimseleri koparıp alır. Ama geride kalanlar onlardan kopmak istemezler. Onlarla bağlarını sürdürmek, hatıralarını yaşatmak isterler. Mezarların, mezarlıkların ziyaret edilmesi bir bakıma bu olgunun bir sonucudur. Bu olgu insanları zaman zaman aşırı tutum ve uygulamalara götürür. Tekâsür süresinin ilk iki ayetine getirilen bir yoruma göre, bu ayetlerde Mekkeli müşriklerin yaşadıkları böyle bir aşılığa dikkat çekilmektedir: "Çoklukla övünmek sizi öyle oyaladı ki, nihayet (ölüleri bile saymak için) mezarları ziyaret ettiniz." Mezarlarda yatanlara duyulan aşırı saygı ve bağlılığın, "atalara ibadet" sapmasına zemin hazırladığını dinler tarihi bilimi ortaya koyuyor. Henüz oluşum safhasındaki İslam toplumu için böyle bir tehlikenin bulunması sebebi ile olacaktır ki Hz. Peygamber başlangıçta mezar ziyaretlerini yasaklamış, İslam imanı gönüllerde kök salıp bu tehlikenin ortadan kalkması ile de mezarlık ziyareti yasağını kaldırmıştı. Bu konudaki nebevi ifade şöy- ledir: "Size mezarları ziyaret etmeyi yasaklamıştım. Artık Muhammed’e annesinin mezarını ziyaret etme izni verildi. Siz de mezarları ziyaret ediniz. Çünkü mezarlar ahireti hatırlatır." (Tirmi- zi, Cenaiz, 60) Ancak belirtmek gerekir ki, İslâmî bilgi ve bilincin zayıfladığı noktalarda, mezar ziyaretini yasaklayan gerekçenin habis bir ur gibi nüks etmesi her an mümkündür ve bu durumu özellikle günümüz müslümanları ölçeğinde en acı biçimde yaşıyoruz. Ancak Allah’a yöneltilebilecek bir çok isteğin mezarlara yöneltilmesi, dinin ruhuna, temel esaslarına aykırı pek çok tavır ve tutumun mezarlar ve türbeler etrafında sergilenmesi, dini hayatımızın en azından toplumun belli kesimleri açısından ne derece örselendiğinin acık göstergesidir. Mezarda yatanlar Allah’a muhtaç. Başkalarına ne faydaları dokunabilir?
Gündelik hayatımıza maddi yönümüz hakimdir. Çünkü elle tutulur, gözle görülür yanımız maddi varlığımızdır. Bizi kuşatan maddi dünya, ruhî-manevî yönümüzle bizim aramızda bir perde gibidir. Biz hep perdenin berisine- yiz. Perdenin öte tarafını görmek için özel uyarıcılar gerekiyor. Vahiy, perde arkasının en geniş bir sahne halinde insanlığın önüne koyan ilahi bir mekanizmadır. Ne var ki bazı gerçekler bu sahnede yaşarken bile sisler altında kalabiliyor. Bu sisler bazen bizim "gerçek" lerden kaçışımızın, bazen gafletimizin, bazen de, kişisel zaaflarınızın eseridir. Bir müslüman için hiç ölmeyecekmiş gibi bir hayat sürmek işte bunların bir yansımasıdır. Bu noktada, vahyin yönlendirici ve koruyucu düzlemi içinde bazı özel uyarıcılar ve yönlendiriciler devreye girer. Bu uyarıcıların temel işlevi insanın/müsülümanın önündeki sis perdesini dağıtarak onun ufkunu berraklaştırmak ve bakış açısını genişletmektir, işte mezar ziyaretleri de bu tür uyarıcılardan biri belki de en önemlisidir. Kendimize en çok yakıştıramadığımız şey olan ölümünü, mezar ge- çekliği içinde elle tutulur hale geldiği bir ortamda insan istemese de ölümü hatırlamaktan kendini alamaz. Ölümün hatırlanması ölüm ötesi serüveni de gündemimize getirir. Ahiret ve hesap inancının da verdiği enerji ile tavır ve davranışlarımızı gözden geçirip yeniden düzenleme imkanını elde ederiz. Hz. Peygamber (a.s.)ın "Ağızların tadını kaçıran ölümü çok hatırlayın" (Tirmizi, Kıyame, 26) hadisi ile yaptığı hatırlatma, kabir ziyareti konusundaki teşviki ile birleşince gönül gözümüzdeki sislerin bir anda nasıl dağıldığını ve perdenin arkasının nasıl netleştiğini görebiliyoruz.
Ölüm insana saygıya engel değildir
Din insan için var olan bir kurum. Bu geçek Yaratıcı Kudret’in insan denen varlığa atfettiği değerin açık bir göstergesidir. İslâmî öğreti, insana bahşedilen bu değerin ölümle son bulmadığını açıkça ifade eder. Hz. Peygamber’in, "Ölülerinizin iyiliklerini anın" (Tirmizi, Cenaiz, 34) hadisi, pek ince yorum detaylarına girmeksizin bile bu İslâmî yaklaşımın pratiğini ortaya koyması bakımından önemlidir. Ölen kimsenin hep iyi yanları zikredilecek, eksikliklerini sayıp dökmekten sakınılacaktır. Ölünün geride bıraktığı kişiliğine ve hatırasına karşı sergilenmesi istenen bu saygılı yaklaşım, ölünün "istirahatga- hı" olan mezar korusunda da istenmektedir. Mezarlar ve mezarlıklar, alelade birer toprak parçası olmaktan çıkmıştır. Çünkü oralarda ilahi hitabın muhatabı bir varlık, insan yatmaktadır. Mezar ziyaretlerinin beklenen etkiyi yapması, mezarlara ve mezarlıklara karşı takınılacak tavırla paralel bir seyir izler. Mezarlar, ne İslâmî inanç ve pratiğe uygun olmayan tavır ve işlemlerin odağı olacak, ne de sıradan birer toprak yığını gözüyle değerlendirilecektir. "Mezarların üzerine oturmayın, mezarlara doğru namaz kılmayın" (Müslim, Cenâiz, 97) hadisinde bu yönde bir uyarı vardır.
Müminin başkasına zarar vermemesi iyi bir kimse olması için yetmez. Bu sadece pasif bir tutumdur. Ayrıca aktif alması, iyi şeyler üretmesi, insanlara iyilik etmesi de gerekir. Bu, müminin, yaşayana insanlarla ilişkilerinde olduğu gibi, ölüler hakkında da geçerli bir prensiptir. Mezarlara saygısızlık etmemekle yetinmeyip, oralarda yatanlara iyilikte de bulunmak gerekiyor. Onlar için yapabileceğimiz en iyi şey, temiz bir yürekle dua etmek. Hz. Peygamber buyuruyor:
"Cebrail gelip bana dedi ki; ’Rabbin, Baki mezarlığına gidip orada yatanlar için bağışlama dilenmeni emrediyor..." (Müslim, Cenaiz; 103)
"Ölmeden önce ölünüz" tavsiyenin tabii uygulama alanları mezarlıklar! Ne çok şeyler biliyor ve anlatıyorsunuz!
Anlayabilenlere.