Makale

Afrika'da söndürülen İslam medeniyeti tüm kötülüklerin kapısını açtı

Afri̇ka’da söndürülen İ̇slam medeni̇yeti̇ tüm kötülükleri̇n kapısını açtı


Prof. Dr. Ahmet Kavas

Kıtanın İslam’la kucaklaşması

Hz. Peygamber’in vahiyle müjdelenişinin üzerinden henüz beş yıl geçmeden Habeşistan’a yapılan ilk hicret, aslında gelecek asırlarda tamamı Afrika adıyla bilinecek olan devasa kıtanın İslamiyetle müşerref olacağının önemli bir habercisi gibidir. Birincisi 615’te ve ikincisi ise bir yıl sonra 616’da gerçekleşen iki hicret sayesinde Afrika yerlilerinden Kızıldeniz’in batı yakasındakiler çok erken bir dönemde bu dinden ve elçisinden, ona gönderilmeye başlanan vahiyden haberdar oldular. Her ne kadar Habeşistan’a gidiş sığınma amaçlı bir seyahat olsa da sonuçta başta Kral Necaşi olmak üzere çevresindekiler ve halkı, İslam dininden çok erken bir dönemde haberdar olma fırsatını yakaladılar. Sadece bu noktadan bile bir avuç Müslümanı azılı müşriklerin şerrinden koruyan Necaşi’nin torunları olarak gördüğümüz eski Habeşistan topraklarında yaşayanları zor zamanlarında yalnız bırakmamak bugün bizlerin bile görevi olsa gerektir.

Arap Yarımadasıyla Afrika kıtasını ayıran Kızıldeniz’in tüm zorluklarına rağmen her iki taraf halkları daima irtibat hâlindeydiler. Hatta Habeşistanlı Ebrehe’nin Babü’l-Mendeb boğazını geçerek Yemen’e, oradan da Mekke’ye yürümesi sonucu yaşanan gelişme “fil vakası” adıyla vahyin geldiği ilk yıllarda henüz hafızalarda tüm canlılığını koruyordu. Bu devasa iç denizin her iki tarafında yaşayanlar birbirlerindeki gelişmelerden haberdar oldukları için Mekke’de dayanılamaz bir zulme maruz kalanlara Hz. Peygamber tarafından o gün için sığınılabilecek yegâne yer olarak ne kuzeydeki Suriye, ne de güneydeki Yemen gösterildi. Bilakis en uygun yer Habeşistan’dı, yani bugünkü Afrika’nın doğu bölgesi.

Yedinci yüzyılın en önemli hadisesi şüphesiz Hz. Muhammed’in risaletle müjdelenmesi olup bu gelişme aynı zamanda takip eden tüm asırları da yakından etkiledi. 23 yıl vahye muhatap olan Hz. Peygamber bu dönemde Arapların tamamına İslamiyeti tebliğ etti ve büyük bir kısmı da bu yeni din ile şereflendi. Yine o dönemde irtibat kurulabilen Bizans Kralı, Sasani Kisrası ve Mısır Mukavkısı gibi Habeş Kralı da vahiyden gönderilen elçiler ve emanet edilen mektuplarla haberdar edildiler. İçlerinde İslamiyete ilk ve tek gönül veren ise bir Afrikalı olan Habeş Kralı Necaşi oldu ve bu tercihiyle yeni dini kabul edecek olan tüm Afrikalıların ilk önderleri arasındaki yerini aldı. Aslında Mekke’de onun gibi aynı coğrafyanın insanlarından olup köle olarak yaşayan Bilal-i Habeşi de ilk inananlar içinde yer almasıyla Müslümanlar nezdinde büyük bir şerefe nail olmuştu. Aradan geçen 14 asır boyunca isimleri yaşayan ve unutulmayan ilk Müslümanlar arasında her ikisi de devamlı yâd edilmektedirler.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hazret-i Ebubekir dönemi sadece iki yıl sürmüş ve bu dönemde daha ziyade dinden dönen bazı Araplar üzerine ve Sasanilerin idaresindeki Irak üzerine seferler yapılmıştı. Afrika’nın kapılarını İslam ordularına ilk açan Hazret-i Ömer’in 639-640 yıllarında Mısır merkezli Amr İbnü’l-As komutasındaki ordulara yaptırdığı seferler oldu. Bizans hâkimiyetindeki Kıptilerin yurdu beş yıl gibi kısa bir sürede o kadar hızlı şekilde İslamiyetle müşerref oldu ki bugün bile 54 ülkeye sahip Afrika kıtasında en fazla Müslüman nüfusa sahip olma konusunda Nijerya ile başa baş gitmektedirler.

Arap Yarımadası ve çevresi Afrika kıtasına kıyasla güneşin doğduğu yön manasına “meşrik”, kendisi ise güneşin battığı yer manasına “mağrip” olarak bilindi. Yani bugünkü anlamıyla Arap yarımadasının batısı, fakat bu tabir zamanla coğrafi anlamı yanında medeniyet yönünden de büyük hamleler gerçekleşmesine vesile olacak ve günümüzdeki “batı” anlamına da gelecek şekilde bin yıl nice altın sayfalar açtı.

Hz. Osman, kendinden önceki iki halifenin çizgisini hilafetinin ilk altı yılında tüm hızıyla devam ettirdi. İlk İslam orduları Mısır’dan hareketle bugünkü Fas devleti istikametinde Tunus sınırlarına kadar ulaştılar. Ayrıca Nil Nehri takip edilerek güneye doğru ve Sahra çölü içlerine doğru seferler başlatıldı. Bu arada Kızıldeniz üzerindeki adalar ile Doğu Afrika sahilleri açıklarındaki adalara da daha Hulefayi Raşidin döneminde askerî seferlerden ziyade ticari faaliyetler ve tebliğ amaçlı geçişlerle İslamiyetin yayıldığı yönünde rivayetler bulunmaktadır.

Afrika’da İslam medeniyetinin parladığı şehirler

Afrika kıtasında İslamiyetin kalıcı olarak yerleşmesi Emeviler döneminde büyük oranda gerçekleşti. 710 yılına gelindiğinde Mağrip bölgesinde asırlardır Bizans idaresinde yaşamaya mahkûm kalan Berberiler İslam ile müşerref oldular, kısa süre içinde de bu dinin bayraktarlığını kısmen kendi bölgelerinde ve daha ziyade Endülüs’te ve Büyük Sahra Çölü etrafında yaydılar. Mısır ve bugünkü Tunus topraklarının tamamı ile Libya’nın başkenti Trablusgarp çevresine isim olarak verilen İfrikiyye dışında kalan kıtanın kuzeyi o gün bugündür Mağrip olarak tanındı. Büyük Sahra Çölü’nün güneyi ise İslam kaynaklarına göre çok erken bir dönemde Biladüssudan adıyla bilindi. Bizlerin genelde Habeşistan dediğimiz bugünkü Sudan, Etiyopya, Eritre, Cibuti ve Somali toprakları ise Araplar tarafından Biladülhabeş olarak isimlendirilirken Doğu Afrika sahilleri ise Biladüzzenc veya daha yaygın biçimde Zengibar olarak hafızalarda yer tuttu.

Abbasiler döneminde Mısır’da Tolunoğulları, İhşitler, Fatımîler, Eyyubiler ve Memlükler; Tunus’ta Ağlebiler, Horasaniler, Ziriler ve Hafsiler; Cezayir’de Rüstemiler, Hammadiler ve Abdülvadiler; Fas’ta ise İdrisiler, Midrariler, Murabıtlar, Muvahhitler, Meriniler, Sadiler ve dört asırdır tahtı koruyan Filaliler gibi yirmi civarında irili ufaklı hanedan devletleri kuruldu. Aynı şekilde Sahraaltı Afrika’da Gâne, Kânim-Bornu, Mali, Songay, Kano, Sokoto, Vaday, Bagirmi, Func, Darfur, Adel, İfat, Harar ve Zengibar gibi içlerinde bin yıllık ömür sürenler dâhil büyük hanedan devletleri tarihteki yerlerini aldılar.

Mısır’da Kahire tarihin en değerli miraslarına ev sahipliği yaparken, Tunus’da Kayrevan, Fas’ta Marekeş, Nijerya’da Kano, Mali’de Timbuktu, Etiyopya’da Harar, Somali’de Makdişu, Tanzanya’da Kilve gibi nice şehirler ilme, irfana ve daha doğrusu insanlığın geleceğine katkılar sağlayacak asırlar yaşadılar. Bu medeniyet yaşadıkça Afrikalı huzur buldu, sömürgeciliğin önündeki en ciddi engel olarak kaldığı sürece kıtaya kimse yaklaşamadı.

Afrika’nın kararan bahtını aydınlatan Osmanlı Devleti

16. yüzyıla gelindiğinde İslam medeniyetiyle nasiplenen bu devasa miras Ortaçağ karanlığını Endülüs engelini zor da olsa aşan Portekiz ve İspanya’nın iştahını kabarttı. Papalığın yaptığı taksimata göre Afrika kıtasının kuzeyi İspanya’ya, batısı ise Portekiz’e hedef gösterildi. Ancak bu ikinci devlet buradan güneye doğru ilerleyerek Ümitburnu’nu aşarak kıtanın doğusuna geçtiğinde onlarca şehir devletiyle karşılaştı. Onları birer birer yıktığı gibi hatta Kızıldeniz havzası bile kolayca eline geçti. Her iki devlet 1492-1517 yılları arasını kapsayan 25 yıl gibi kısa bir sürede Mısır hariç koskoca kıtayı ve buranın tamamına yakını Müslüman hanedanlıklarını çepeçevre kuşattılar. İşte böylesine yıkımla geçen hassas dönem Yavuz Sultan Selim’in 1512 yılında tahta geçtiği yıllarda dayanılmaz hale gelmişti.

Afrika’da katledilen milyonlarca Müslümanın çığlıkları İstanbul’a kadar ulaşmakta gecikmedi. Kurtuluşun yegâne temsilcisi olarak Osmanlı orduları başlarında Padişah Yavuz Sultan Selim olduğu halde henüz düşman eline geçmeyen Mısır’ı Memlükler’den alarak Afrika kıtasına sağlam bir giriş yaptılar. Aynı yıllarda kendi başlarına buyruk şekilde İspanyollara karşı mücadele eden Batı Akdeniz’deki Türk denizcileri de Cezayir ve çevresini işgalden kurtarmakla meşguldüler. Yavuz Sultan Selim’in ömrü kısa sürdü ve yerine geçen oğlu Kanuni Sultan Süleyman Akdeniz’i ve Kızıldeniz’i birer Türk denizi haline getirirken, kendisine nasip olmayan Tunus’un 1574’te kalıcı şekilde fethi oğlu İkinci Selim’e ve Hint Okyanusu’nda bugünkü Kenya’nın fethi de torunu Üçüncü Murad’a 1585 yılında nasip oldu. Artık kıtanın kuzeyinde Mısır, Trablusgarp (Libya), Tunus ve Cezayir ile doğusunda Habeş eyaletleri yeni medeniyetin kaleleri olarak Afrikalıların asırlarca huzur içinde yaşamalarına vesile oldular.

İslami dönemde Afrika’daki ilk medenileşme dönemi sekiz asırdan fazla sürdü. Osmanlılarla yeni bir dönem başladı ve bu da yaklaşık dört asır sürdü. Toplam 12 asırlık İslam medeniyetinin yerini önce güneybatı Afrika bölgesinden başlayan Avrupa sömürgeciliği aldı. 16. yüzyılın başında Osmanlı Devleti’nin yükseliş döneminin verdiği enerjiyi aşamayan Avrupalılar 19. yüzyılda amaçlarına ulaşmaya başladılar. Kıtanın tamamını sömürgeleştirmeleri yaklaşık bir asır sürdü. Fakat 1490’lı yıllarda bu kıtadan Amerika kıtasına başlattıkları köle ticareti dört asır sürdü. Bugün Afrika’nın yaşadığı sıkıntıların temeli dünya tarihinde benzeri görülmeyen bu insan ticaretine dayanmaktadır. Kıtanın kendi şartları içinde hayat sürmesinde etkili erkek nüfusu devamlı surette buradan koparılıp götürüldü. Kuşaklar arasında daima kopukluk oluştu ve medeniyetle irtibatlı kalan bölgeler genelde Müslüman hanedanların toprakları oldu.

Kıtanın yakasını bırakmayan musibet: Sömürgecilik ve açtığı tahribat

Fenike, Roma ve Bizans dönemlerinde Avrupa’nın buğday ambarı olan Kuzey Afrika üzerinden aynı zamanda başta altın olmak üzere her türlü ihtiyaçlar temin ediliyordu. Tüm bu zenginliklerin farkında olan Avrupalılar M.S. 8. yüzyılın başında İslam fetihleriyle tüm kıtadaki etkinliğini kaybetmekle kalmamış Ortaçağın karanlığına da gömülmüş oldu. İber Yarımadasını aşıp Fransa’nın ortalarına kadar ilerleyen İslam orduları Avrupa’yı iyice içine kapalı hale getirdi. Bu çemberi 16. yüzyılın başında kırdığında asırlardır özlemini çektiği kıtanın kaynaklarından haberdardı ve buralara nüfuz etmenin yollarını aramaktan vazgeçmedi. 18. yüzyılın sonlarında seyyahlarla başlayan, 19. yüzyılda misyonerlerle desteklenen askerî seferlerin önü açılınca Afrika’nın parçalanma süreci hızlandı. 1885 yılı şubat ayında Berlin’de toplanan heyetlerce kıtanın kendi aralarında kararlaştırıldığı üzere paylaşılması süreci uygulamaya koyuldu. 1912 yılına gelindiğinde Libya dışında ABD’nin himayesindeki Batı Afrika ülkesi Liberya ve doğuda Hıristiyan Etiyopya hariç 30 milyon kilometrekarelik kıta istila edilmişti. 1912 yılında Libya’yı, 1936 yılında da Etiyopya’yı işgal eden İtalya’nın hamleleriyle kıta tamamen kendi insanlarının dışındaki sömürgeci yöneticilerine teslim edilmiş oldu. Asırlardır kendisini koruyan Osmanlı Devleti de kendi canının derdine düşmüş önce Afrika’yı ardından da Balkanlar, Kafkaslar ve Arap Yarımadasını da kaybederek Anadolu’ya çekilmişti.

Afrika bilinen tarihi süreci içinde M.Ö. 9. yüzyıldan itibaren başta bugünkü Tunus toprakları olmak üzere pek çok sahil noktasında Fenikelilerce, yine M.Ö. 2. yüzyılda onları tarih sahnesinden silen Roma İmparatorluğunca, M.S. 532-710 yılları arasında yerini alan Bizans tarafından sömürüldü. Fakat bütün sömürgeci girişimler 19. ve 20. yüzyıllardaki sömürgeleştirmeyle kıyas edildiğinde çok daha düşük seviyeli kalmaktadırlar. Modern sömürgecilikle birlikte kıtada âdeta eli iş görebilecek insan kalmadı. 1890’lı yıllara kadar bir ticaret malı olarak köleleştirilip diğer kıtalardaki çiftlik sahiplerine satıldılar. Bu ticaretin yasaklanma sürecinin devam ettiği 1830-1890 yılları arası dahil eli silah tutabilecek milyonlarca Afrikalı genç önce kıtanın istilasında, bunun tamamlanmasının ardından da Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında Asya, Avrupa, hatta Afrika olmak üzere üç kıtadaki cephelere sürüldüler. Çoğu ölürken hayatta kalan yaralılar da iş göremez haldeydiler.

Avrupalılar yavaş yavaş yer altı ve yer üstü kaynaklarını tükettikleri kıtanın işe yarar gördükleri insanlarını önce kıtada Avrupa’dan getirdikleri fakir köylülere dağıttıkları arazilerde ırgat olarak çalıştırdılar. Yine Afrika’daki madenlerde çalıştırılan bu insanların büyük bir kısmı da Avrupa’ya göçtürülerek iki dünya savaşında yakılıp yıkılan şehirlerin inşasında ve özellikle Paris ve Londra metrosu gibi dev projelerde çalıştırıldılar. Hayatta kalanlar ve yeni getirilenler ise 1940’lı yıllardan itibaren de fabrikalarda işçi olarak çalıştırıldılar. Bağımsızlık sonrası kendi eğitim kurumlarına yavaş yavaş kavuşan Afrikalı genç kuşaklar okudukça daha iyi eğitim almak için geldikleri ülkelerin cazibesine kapılarak bir daha ülkelerine dönmek istemediler. Onbinlerce beyin kendi kıtaları yerine Avrupa ve Amerika’nın ihyası için çalıştırıldı ve hâlâ çalıştırılmaktadır.

Geleneksel tarım usullerinin ve bunların pazarlandığı ticaret yerleri ile güzergahlarının sömürgeci devletlerle devredışı bırakılması kıtanın yerlilerinin kendi usulleriyle hayatlarının devamını imkansız hale getirdi. Artık sadece ölmeyecek kadar kendilerine çalışacaklar, kazanç getirecek her uğraşı ise sadece dışarıya yönelik üretimlere yöneltilecek ve piyasayı belirleyen uluslararası şirketlerin belirlediği fiyatların altında ezileceklerdi. Ne kendilerine bol miktarda üretebildiler, ne de istedikleri fiyata ürünlerini satabildiler. Kısacası bu dengesizlik önce Afrika yerlisi insanları vuracaktı ve nitekim Somali ve çevresi bunun en çok acısını çeken bölge oldu.

1992’de Eritre’nin Etiyopya’dan ayrılması ve en son 2011 yılında Sudan’ın bölünmesiyle parçalanma süreci devam eden Afrika kıtasında bağımsızlık sonrası kurulan devletlerin tamamına yakınında despot ve kendi halkına karşı acımasız diktatörler dönemi yaklaşık 40 yıl sürdü. Tam demokratikleşme ve insan halkları ön plana çıkmışken ve eski diktatörler de epeyce ehlileşmişken bu defa Tunus’ta başlayan ve kısa zamanda Mısır, Libya, Cezayir, Fas ile tüm Mağrib’i saran isyan ateşleri yıllık % 8’ler seviyesine ulaşan kalkınma hamlelerini baltaladı. Yeni gelişmeler her ne kadar bazı diktatörleri tarih sahnesinden alaşağı etse de aslında Afrika’nın hayrına mı yoksa yeni bir istilasına mı giden süreç başladığını maalesef öngöremeyecek durumdayız. Tüm tek parti idarelerinin uygulamaları genelde bizzat düşünürleri tarafından “yeni sömürgecilik” olarak isimlendirildi.

Avrupalı sömürgecilerden bıkan Afrikalı bazı idareler hami olarak 1992 yılına kadar Sovyetler Birliği’ni gördüler. Onun çökmesiyle yıkılan hayallerini bu defa Çin süslemeye başladıysa da onun doyumsuz iştahı sonucu Afrika kıtası büsbütün tek devletin nüfuzuna girmeye başlamıştı. Petrol fiyatlarındaki artış, Avrupa ve ABD’ye rakip Çin, Hindistan, Japonya, Kore, Türkiye ve Endonezya gibi yeni pazarlar Afrika ülkelerine büyük para akışını sağladı. Dev projelerin kıtanın her tarafında uygulanmaya başlanması 21. yüzyıl Afrikasının parlamasına vesile olabilecekti. Fakat yeni güç odaklarının Afrika üzerinde yaptıkları planlar kıtayı bir defa daha derinden yaralamaya başladı.

İç savaşlar ve hemen hemen her ülkede sıkça rastlanan askeri darbeler bağımsızlık sonrasının güncel konuları arasındaydı. Tam ülkeler huzura kavuştu derken patlayan yeni savaşların en uzunu Somali’de halen devrededir. Soyu, dili, dini, mezhebi aynı olan 15 milyon insan maalesef tek bir devlet çatısı altında yaşamaktan mahrum vaziyette ellerine tutuşturulan öldürücü silahlarla âdeta birbirlerine kan kusturmaktadır. Bu savaş 20 yıldır devam ediyor ve kolay kolay da söneceğe benzemiyor. Sonuçta Somali, çoğu iş göremez insanların yaşadığı bir ülkeye dönüştü. Artık 1990’lı yılların başında bu ülkede Sovyet nüfuzunun yerine çöreklenen ABD’nin her an kullanımına hizmet edecek konuma gelmek üzeredir. Avrupa ve özellikle ABD’nin desteklediği Etiyopya ve Kenya’nın kıskacında tüm tarihinin en acı yıllarını yaşıyor. Eğer Somali ayağa kalkabilirse, ki oldukça zor görünüyor, Afrika’da hâlâ umut var denebilir.