Doç. Dr. Bilal Kemikli
Uludağ Üniv. ilahiyat Fak.
Tasavvuf şiirinde
sevgi temaları
Sevgi bir varlık problemidir, bir bilgi problemidir ve bir ahlâk problemidir. Diğer bir ifadeyle, bugün biz bir sevgi yokluğundan ve yoksulluğundan söz ediyorsak, öncelikle, varlık bilgi ve ahlâk anlayışımız sorgulamamız gerekir.
Varlık ve sevgi
Tasavvuf sevgiyi kozmik varoluşun cevheri olarak nitelendirir. Bu nazariyeye göre varoluş, bir güzelliğin tezahüründen ibarettir. Sultân-ı aşk olarak nitelendirilen Yaratıcı, kendi güzelliğini görmek için yaratma eylemini gerçekleştirmiştir. Bu bakımdan âlem, Mutlak Hüsn’ün tecelli ettiği bir aynadır. Bunu pek çok sufî şair anlata gelmiştir. Burada Osman Kemalî’nin bir gazelinden ilgili beyitleri zikretmek isterim:
Kendi hüsnün seyr kılmak istedi sultân-ı aşk
Eyledi keşf-i cemâl ya’ni açıldı kân-ı aşk.
Çıkdı bir gevher o kândan bî misâl ü bî kıyâs
Zerre-i nûrunda kılmış bin güneş pünhân aşk.
Kozmik varoluşu Mutlak Hüsn’ün tecellisi olarak gören sufî inanışa göre, varoluşun ilk aslî unsuru Nûr-ı Muhammedî’dir. Bir başka ifadeyle ilk yaratılan ruh, bu nurdur. Akl-ı kül, bu nur ile zuhur etmiştir. Dolayısıyla mevcudat ya da mükevvinat olarak nitelendirilen hâdis varlık, varoluşunu bu sebebe borçludur. Yine Osman Kemalî’nin aynı gazelinden ilgili beyitleri okuyalım:
Gevher-i nûr-i Muhammed, mâye-i tohm-i vü- cûd
Kim anınla âşikâr oldu bilindi şân-ı aşk.
Aşk edip andan zuhûr, ol aşkın oldu mazharı
Eyledi ta’zîm ü tekrîm, nice bin yıl anı aşk.
Öyle bir gevher ki "mâ-kân mâ yekûn" un kâ- nesi
Öyle bir gevher ki olmuş vasfının hayrânı aşk.
Akl-ı kül etdi zuhûr hem şûle-i nûr oldu rûh
Neşr-i câm-ı feyz-i akdesle kılup devrân aşk.
Nûr içinden bir kalem çıkdı cihân bir noktası
Levh olup cümle yazıldı serbeser fermân-ı aşk.
Sâbit oldu suhf-i âlem kıldı aşk sırrın ayân
Ahmed-i Muhtârı mahbûb eyledi i’lân aşk.
Oldu bir deryâ Muhammed’le mehabbet pür hikem
Kaynayıp âlemleri oldu muhît ummân-ı aşk. Kozmik varoluşun illeti olarak Nûr-ı Muhammedi’yi gören sûfî şairlerden biri de Bursalı Feyzî- dir. O şöyle diyor:
Anun çün halk olundu bunca ekvan
Habibimsün didi hakkunda Sübhan
Şu halde varoluş, bir güzelliğin zuhuru ise, varlığın özünde sevgi olması kaçınılmazdır. Çünkü güzelliğin doğasında sevilmek vardır; onu göz görür, gönül sever. Mamafih sufî şair göze ve gönle bu yüzden sıkça vurgu yapar. Öte yandan Allah’ın sevgiyle âleme hayat vermesi, O’nun aynı zamanda yarattıklarını sevdiğine işarettir. Bu sebeptendir ki, sufî şâir âlemi, hem güzelliği ile tecellî eden hem de seven bir Tanrı’nın alâmeti olarak tanımlar.
Kozmik varoluşu sevgiye bağlayan sufî muhayyile, gördüğü her şeyde bir güzellik arayacaktır. Bunun için tabiatı sevecek, bunun için insanı sevecek, bunun için hayvanatı ve nebatâtı sevecektir. Çünkü görülen her şey, surette çirkin olsa bile, özde güzeldir. Bu yüzden sureti değil, sîreti önemseyecek; şekilcilikten ve insanı daraltan çizgilerden kurtulup manaya ve fikre yönelecektir. Yunus’un,
"Yaratılanı hoş gör yaratandan ötürü!" önermesi buradan bakınca anlam kazanacaktır.
Hak nazar kılduğı cânâ bir göz ile bakmak gerek
Ana ki Hak nazar kıldı ben anı niçe yi- reyin (YD 266/5) (Burada Mustafa Tatcı’nın Yunus Emre Divânı II, (Ankara, 1990) (=YD) esas alınmıştır.)
Varlık ve sevgi konusunu ele alınca, sufî varlık doktrinlerinden biri olan Vücut Birliği (Vahdet-i Vücûd)ne de işaret etmek gerekir. Fakat bu meselenin bizi çok farklı derinliklere ve tartışmalara götüreceğine işaret ederek, bir hususu belirtmek istiyorum: Vahdet-i vücut, esas itibariyle ezelî ve ebedî varlığın vâcibü’l-vü- cûd olduğu ilkesinden hareketle, diğer varlıkların hâdis olmaları sebebiyle ölümlü, ölümlü bir varlığında hakikî anlamda varolmadığı, bunların birer gölgeden ibaret olduğu fikrine dayanmaktadır. Bu varlık anlayışı bizim sadece şiirimize değil, meselâ Karagöz oyunumuza da etki etmiştir. Her ne ise, sevgiyi bu varlık anlayışıyla izah edenler, sevenin de sevilenin de bir olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ba- yezid-i Rumî adıyla maruf bir şairimizin şu beyti bu düşünceyi izah etmektedir:
Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledin
Çeşm-i âşıktan dönüp seyr ü temâşâ eyledin
Yehişehirli Avnî de benzeri düşüncelerden yola çıkarak şöyle demektedir:
Çünki sen âyine-i kevne tecellâ eyledin
Öz cemâlin çeşm-i âşıkdan temâşâ eyledin
Şu halde sevgiyle var eden Allah sevgiyle idrak edildiği gibi, diğer varlıklar da sevgiyle varoluyor ve anlam kazanıyor. Sevgisiz hayat, kör ve karanlık bir kuyu olarak kalıyor. Bu sebeptendir ki Yunus Emre, sevgisiz bir insanın olacağına ihtimal vermez; sadece sevginin tezâhürlerinin farklı olacağını düşünür.
Işksuz âdem dünyede bellü bilün yok durur
Her biri bir nesneye sevgüsi var âşıkdur
Çalabın dünyasında yüzbin dürlü sevgi var
Kabul et kendözüne gör kangısı layıkdur
Bilgi ve sevgi
insan bir şeyi ya güzelliği ya da yüceliği sebebiyle sever. Zorunlu Varlık olan Yaratıcı, hem mutlak güzellik sahibidir, hem de yücedir. Dolayısıyla her bakımdan sevilmeye layıktır. Bu sebepten sufî şair, her mısra’ında Allah’a duyduğu sevgiyi terennüm eder. Bu bakımdan tasavvuf şiirinde Allah, Esmâ-ı Hüsnâ’sı ile anıldığı gibi, dost, canlara cân, nigâr ve şîrîn gibi sevgiliye ait mefhumlarla da anılır.
Sevginin doğal hallerinden biri, sevgilinin görülmesidir. Görme organı olan gözün görevi bu- dur. Yüz, güzellik ve yücelik bakımından sevilmeye değer olan o sevgilinin ayak tozuna yüz sürmeli! Söz onu söylemeli; içinde sevgiliden bahis olmayan söz, rüzgar gibidir, geçer gider. Böyle diyor, tasavvufun şiir dilinden çokça yararlanan hükümdar şair Kadı Burhaneddin Ahmet. Diyor ki:
Ol göz ki yüzün görmeye, göz dime ana;
Şol yüz ki tozun silmeye, yüz dime ana.
Şol söz ki içinde sanemâ vasfun yoh,
Sen bâd-ı hevâ tut anı, söz deme ana.
Seven, sevgiliyi görmek için canını feda etmeye hazırdır. Zaten aşk pazarında yegâne geçer akçe de candır: Can alınır can satılır. Sufî şair de dost ve nigar gibi metaforik kavramlarla tarif ettiği gerçek sevgiliyi görme arzusundadır.
Ol dost bize gelmez ise ben dosta girü varayın Çeküben cevr ü cefâyı dostumun yüzin göreyin
Sermâyemiz bir cânıdı anı dahi aldı bu ışk Ne ser-mâye var ne dükkân bâzâra neye varayın
Tabduk eydür bu Yûnus’a bu ışk Hakk’a irse gerek
Kamulardan ol yücedür ben ana niçe varayın
(YD 266/1-2,6)
Aşktan buldu bulan derde dermânı Allâh’a aşk ile ermiş erenler (GD 31/3)
Ahlâk ve sevgi
Ancak irfanî bilgiye ve âb-ı hayâta, öyle hemen "sevdim" demekle ulaşılmaz; bunun için uzun ve ince bir yolu kat’etmek gerekir. Sevgi, devası kendinde olan bir derttir. Bu dert, öncelikle cihanı hiçe satmayı, varlığı döküp gitmeyi gerekli kılar. Bu hâlin tasavvuftaki adı; terktir. Bu terk öyle bir noktada olacak ki, elindeki şekeri hiç düşünmeden bir başkasına verecek ve gerektiğinde şeker yerine ağu yutacaksın. Bazen başına türlü belâlar gelecek, ama sabrederek huzur bulacaksın. Bu ise rızadır. Sen rıza göstereceksin ki, senden de râzı ola- lar. Sanki ateşten bir deniz olan bu âlemde, İbrahim gibi, davranabilecektir. Bu ise, fenâdır. Fenâ- ya ulaşırsan hakikî anlamda sevgiye ulaşmış olursun.
Cihânı hiçe satmaktır; adı aşk!
Döküp varlığı gitmektir; adı, aşk!
Elinde sükkeri ayruğa sunup Ağuyu kendi yutmaktır; adı aşk!
Belâ yağmur gibi gökten yağarsa Başını ona tutmaktır; adı aşk!
Bu âlem sanki oddan bir denizdir Ona kendiyi atmaktr; adı aşk!
Var Eşrefoğlu Rûmî bil hakîkat Vücûdu fânî etmektir; adı aşk!
Böylece sevgi kişiyi, marifete ve âb-ı hayâta ulaştırıyor. Demek ki, sevgi ulaşılan bir süreçtir. Esasen varoluş bakımından sevgi, yukarıda da söyledik, ezelden beri var. Ama insanın yeryüzü serüveni, bu ezelî değeri unutturuyor. Yeniden hafızayı toparlamak ise, zaman alıyor.
Siz söyle sanman kim ben şimdi âşık oldum; Cânım ezel gününde aşka ulaşa geldi "Kâlû Belâdan, "Elest"den ileriden;
Türlü mihnete âşık anda dolaşa geldi (Eşrefoğlu Rûmî)
Hafızayı tazelemek, yola girmektir. Yol metaforu, tasavvuf ve aşk mesnevîlerinin temel konusudur. Tasasvuf şiirinde de devri- ye-i arşiye adıyla anılan manzûmelerde bu mesele anlatılır. Bu yol nihâyi durağı, cân mirâcı kavramıyla ifade edilen, yüce bir biliş ve duyuş hâlidir. Diğer bir ifadeyle, bu yolun nihayetinde, Kaf Dağına çıkıp Zümrüd-i Ankaya ulaşmak vardır. Lâkin bu yol, öyle kolay aşılmaz; dört kapıdan geçerek yedi nefis tuzağını teker teker
Görmek, tasavvuf şiirinde, mükâşefe ve müşâ- hede de denilen ilham ve sezgi yollarıyla kalbî tecellîlere mazhar olmaktır. Bu ise tasavvuf yolunun nihaî hedefi olan marifettir. Marifet, manevî ve İlâhî hakikatleri tadarak elde edilen bilgidir. Bu bilgi, insanı taklitten tahkîke ulaştırır. (Bu konudaki diğer benzetme unsurları için bkz: Ahmet Ögke, Vâhib-i Ümmî’den Niyâzî-i Mısrî’ye Türk Tasawfu Düşüncesinde Metaforik Anlatım, Van, 2005, 261-283.) Bu ise ancak aşkla tahsil edilir. Diğer bir ifadeyle sevgi, bilginin kaynağıdır. (Bu konuda ayrıntılı bir değerlendirme için bkz: M. Erol Kılıç, Sufi ve şiir, İstanbul, 2004, 171 vd.) Derler ki, "Mârifet, muhabbetin neticesidir." Bu düşünceden yola çıkan Sun’ullâh-ı Gaybî, aşkı irfânî bilgiyi öğreten müderris ve hoca olarak nitelendirir.
Müderris aşk durur ilm-i ledün dersine ey cân Mülâzim ol ol dergâha haber-dâr ol hakîkatten
(GD 88/2) (Burada Bilal Kemikli’nin Gaybl Divân’ı (İstanbul, 2000) neşri esas alınmıştır.)
Hâcemüz ’aşk-ı ezeldür bize andandur hitâb
Dersimüz ilhâm-ı Hak’dur gönlümüz ümmü’l- kitâb (GD 3/1)
Gönlünü ümmü’l-kitâb olarak nitelendiren su- fî şair, bu kitabı aşk hocasından okuyarak ulaştığı bilgiyle bir gerçeğe ulaşmış oluyor. Nedir o gerçek? O gerçek şudur: Sevgiden gayrı ne var ise, hepsi fanidir. Sevgi, insanı bir yandan sevgiliye, yani Allah’a ulaştıran bilginin kaynağı olurken, öte yandan da bu bilgiye erişene âb-ı hayat oluyor. Aşktan gayrı ne var fânidür fâni Aşktan bulur hayât cümlenün cânı geçmek gerekir. Bu ise, bir rehberin gözetiminde, ahlâkî açıdan kemâle erişmek demektir. İşte bu sürecin de yegane sermayesi sevgidir.
Hem muhabbetdür bu yol sermâyesi Olana Hak Şem’inün pervânesi (Muslihüddin Vahyi, Mirâcü’l-Beyân, (Haz. M. Tatcı-C. Kurnaz), Ankara, 2000, 98.)
Hak mumunun pervanesi olana bu yolun sermayesi muhabbettir. Gerçekten de ahlâkî kemâle ulaşmamızı sağlayan ibadetlerin de mihverinde sevgi vardır. Nitekim Gaybî, sevgiyi ibâdetlerin câ- nı olarak nitelendirir:
Her ibâdâtun hakîkat cânı aşkdur bî-gümân Aşk-ı Hakk olmayıcak olmaz birisi hiç tamam (CD 79/3)
Demek ki, sufî muhayyile ibadetlerin de canından bahsediyor. Canı aşk olan ibadetlerin tamam olması için, öncelikle onu eda eden kişinin, gönlünü sevgiyle temizlemesi gerekir. Zira sevgiyle temizlenemeyen bir gönlü, yedi derya da temizleye- mez.
Yedi deryâ hakîkat eylemez pâk
Gönül kim bulmaya aşkdan tahâret (gd 6/5)
Şu halde, sevgi bizi temizliyor; böylece Allah’la olan ilişkimizi istenilen ölçüde kemale ulaştırdığımız gibi, kendimizle, ailemizle, hemcinslerimizle ve âlemle olan ilişkimizi de belirli bir seviyede zenginleştiriyoruz. Mevlânâ diyor ki:
Yârla hoş geçinen kimse yarsız kalmaz Müşterisiyle uzlaşan tüccar müflis olmaz Ay geceden ürkmediği karanlığından kaçmadığı içindir ki nurlandı
Gül, o güzel kokuyu, dikenle hoş geçinmekle kazandı
Sevgi ve gönül gülü
Sufî şair sevgiyi, sadece çeşitleri ve kaynağı itibariyle ele almaz; onun etrafında kurduğu istiarelerle bir sevgi dili de oluşturur. Burada bu isti’are- leri (metafor) teker teker zikretme imkanına sahip değiliz. Bununla birlikte bunlardan biri üzerinde kısaca durmak istiyorum. Bu metafor, klâsik şiirimizin de temel mazmunlarından biri olan ve sufî- lerin kitâb-ı âşık (Nevbenev eşkâl ü elvâna bürünmüş serbeser. Bir kitâb-ı âşıkdır manzûme-i ezhâr- ı gül (Osman Kemâlî) olarak nitelendirdikleri gül ile gönül kelimesinin bileşiminden oluşuyor: Gönül gülü.
Gönül gülünü, Divân-ı Kebîr’de hemen her gazelde aşkı ele alan Mevlânâ kullanıyor. Diyor ki; "Topraktan çıkan güller solar gider; gönülde biten güller ise, güzeldir ve hep yaşar." Görüldüğü gibi,
o burada iki güle işaret ediyor; ilki rosa cinsinden bir çiçek olan ve mevsiminde açıp sonra solan gül. Bu gül, rengi ve kokusuyla şairleri etkilemiş, dikenli bir ağaçta bitiyor olması bakımından, âşık-mâ- şuk ve rakîp üçgeni içerisinde klasik şiirimizin aşk anlayışında önemli bir yere sahip olmuştur. (Gül sembolünün edebiyatımız ve kültürümüzdeki yerine dair bkz: Beşir Ayvazoğlu, Güller Kitabı, İstanbul, 1992; Gül Kitabı: Gül Kültürü)
Mevlânâ’nın sözünü ettiği ikinci gül ise, gönülde biter; renk, koku ve endam bakımından öteki gülden mülhem olsa da mevsime bağlı değildir, dolayısıyla solmaz ve öyle kolay kolay dalından ko- parılamaz. Bu gül, gönülde yetişir ve gönülle birlikte var olur. (Divân-ı Kebîr=DK, H/LXXXIX) Güneşi de gönüldür, toprağı ve suyu da. Gönül gülü, gönülde tozlanır; tohumu yine gönüldedir; gönülden gönüle ekilir. Bu gülün yetiştirilmesi ve bakımı da aynen ötekisi gibi meşakkatlidir. Lâkin bu gül bir yetişti mi, insanın içinde bahar yelleri eser, (dk, iii / Vlll) Evvelki sadece sevgilidir; bu ise, bizatihi gönlü gönle bağlayan sevgidir. Bu bakımdan Mevlânâ, gönül gülünü yetiştirmeye önem veriyor; gül olmaya müteaddit defa vurgu yapıyor. Hatta bir gazelinde, "Bülbül, bundan böyle bahçede bizden bahseder." (dk, iii/lviii) diyor. Bu şu demektir; insanın sevmesi anlamlıdır; aynı zamanda sevilen olması, daha da anlamlıdır. Mamafih tasavvuf, gönül gülüne hayat vererek kişiyi seven ve sevilen insan yapan sistemin adıdır.
Netice-i kelâm
Tasavvuf şiirinde ele alınan temel konu sevgidir. Çünkü onlara göre, varoluşun cevheri olan sevgi, hayatın bütün alanlarında vardır. En önemlisi, kalbî huzurunda, gönül incisinin de kaynağı sevgidir. Bu sebepten de, Bursalı İsmail Hakkinin ifade ettiği gibi, sevgi bahsinin sonu yoktur.
Bu mahabbet bahsinin hiç hadd ü pâyânı yok Dâimâ andan çıkar âşıklara dürr-i safâ Bu sebepten onun, evrâk-ı metrûkesi içerisinde birer dürr-i safâ olarak duran sevgiye dair dili tam olarak vermek mümkün olamamıştır. Burada kabımızın, onun sevgi denizinden aldıklarını sizlerle paylaşmış olduk. Yunus Emre’nin dediği gibi:
Biz sevdik âşık olduk sevildik maşuk olduk Her dem yeni doğarız bizden kim usanası. İnsanlığın usanılmayacak, kalıcı, varlığı mana ve mahiyetiyle idrak etmeyi sağlayacak, hayatı anlamlı kılacak ve kalp huzurunu kazandıracak sevgilere ulaşıp, barışı hâkim kılması dileği ile...