Makale

Fatih Sultan Mehmed'e Nasihatler

Prof. Dr. Nesimi Yazıcı
Ankara Üniv. İlahiyat Fak.

Fatih Sultan Mehmed’e
Nasihatler

Herkesin nasihate ve yol göstermeye ihtiyacı vardır. Hele hele yöneticilerin geçmiş tecrübelerden istifade etmeleri, hem kendi şahısları ve hem de idarelerindeki topluluklar açısından pek önemlidir. Bu sayede yanlışlıklar daha az yapılır, iyilik ve güzellikler artar. Dünya daha güzel olur ve bu da ahiretimizin de güzelliğine katkıda bulunur.
Bizim geleneğimizde sözlü olarak nasihatte bulunmak olduğu gibi, zaman zaman da kişilerin tecrübelerini yazılı olarak kendilerinden sonrakilere aktarmaları söz konusudur. Bu sayede bugün elimizde oldukça büyük bir yekun tutan nasihatnâmeler, siyasetnâmeler bulunmaktadır. Geçenlerde bir münasebetle Sultan II. Murad (1421-1451 )’ın, geleceğin İstanbul fatihi olacak olan oğluna nasihatlerini içeren eseri bir defa daha gözden geçirme fırsatını buldum. Bu satırlar işte bu okumadan sonra ortaya çıkmış bulunuyor.
Nasihatü Sultan Murad çok tanınmayan bir eserdir. Kitapta çocuk yaşta bir şehzade iken Fatih Sultan Mehmed (1451-1481 )’e babası tarafından, onun anlayabileceği bir dille verilen ahlâkî ve sosyal öğütlere yer verilmektedir. Buradaki öğütler Venedik Elçisi olarak II. Murad’a gelen Andrea Coscolo isimli birisi tarafından kaleme alınmış, daha sonra Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) döneminde, ilkinin torunu olan Venedik Elçisi Mario de Cavallo tarafından 1559’da Tercüman Murad Bey’e tercüme ettirilerek
Padişah’a sunulmuştur. Eserin girişinde Venedik Elçisi Mario de Cavallo tarafından söylenen şu sözler önemlidir:
"Osman oğullarının önceden beri gelip geçmiş bulunan ecdadının tümü, sadece kılıç, güç-kuv- vet, yiğitlik ve adaletle şöhret yapmış kimseler değillerdir. Onlar aynı zamanda, ilim irfan, edep, terbiye, sanat ve düşünce yükleriyle de süslü bulunuyorlarmış. Ben, onların bu özelliklerinin günden güne artmakta olduğuna şu anda bütün samimi kanaatlerimle inanır durumdayım. Bunda hiçbir şüphe ve tereddüdüm yoktur."
Fatih, babası II. Murad’a öncelikle yaşlılıkla ilgili sorular sorar ve gerçekten kıymetini hâlâ koruyan cevaplar alır. Bu arada Padişah, akıl ve tecrübenin önemini, özellikle ülkenin yönetimi sırasında onları dikkatle ve özenle kullanmanın gerekliliğini sıklıkla vurgular. Bu arada sözleri arasında dikkat çekici bir hikâyeye yer verir. Evrenosoğlu’ndan nakledilen bu hikâyeye göre, günün birinde rüzgâr kendinin çok güçlü olduğu düşüncesine kapılarak güneşe; "Ben senden daha kuvvetliyim, sen, de kim oluyorsun?" şeklinde çıkışır. Güneş önceleri onun bu iddialı konuşmalarına pek önem vermezse de, durmadan tekrar etmesi üzerine, o da karşılık vermek gereğini duyar. Nihayet ince ve hafif bir elbiseyle yürüyen bir genci görürler ve; ’Hangisi adamın sırtındaki elbiseyi çıkarmayı başarırsa, güçlünün o olduğunun ortaya çıkacağı’ konusunda anlaşırlar. Rüzgâr bunun kendisi için çok kolay olduğunu düşünür. Ne de olsa şiddetle estiğinde; önünde ne büyük gemiler, ne yüksek binalar, ne de kökleri derinlere ulaşan ağaçlar dayanabilmektedir. Yarış rüzgârın kuvvetlice esmesiyle başlar. Fakat ilk denemede istenilen netice elde edilemez. Çünkü zavallı adam rüzgârın artan şiddetiyle orantılı olarak elbisesine daha da sıkı sarılmaktadır. Rüzgâr şiddetini artırır, fırtına olur, hortum olur ve fakat yolcuyu yerden yere vurduysa da sırtından elbisesini çıkarmayı başaramaz. Şimdi güneş rüzgârla alay etmektedir. Çünkü o bütün gücünü harcadığı ve zavallı adama büyük zararlar verdiği halde isteğine ulaşamamış, elbisesini çıkartama- mıştır.
Rüzgâr kendisinin beceremediğini, güneşin hiçbir şekilde başaramayacağını düşünmekte ve başarısızlığına rağmen hâlâ gereksiz konuşmalarına devam etmektedir. Sıra güneşe geldiğinde, o gücüyle birlikte aklını da kullanır ve öncelikle rüzgârın yerden yere vurduğu adama ışıklarını göndermeye başlar. Önce ısınan ve bu durumdan memnun olan adam, yoluna koyularak yürümeye başlar. Fakat ilerleyen zamanla önce sıcaklar, sonra aşırı sıcaktan bunalarak üzerindeki bütün elbiseleri çıkarır ve nihayet belki de bir gölgeye sığınır.
Hikâyeyi anlatan II. Murad oğluna döner ve şunları söyler;
"Ey oğul! Herhangi bir şeyin, devamlı olarak kaba kuvvet, kılıç, kahramanlık ve ezici güç zoruyla meydana gelmesiyle, akıl, tedbir, sabır, ileri görüşlülük, imtihan ve yorucu tecrübeler sonucu, dilediğimiz şekilde meydana gelmesi arasında büyük farklılıklar vardır. Birinci yol, her zaman geçerli olmadığı gibi, sakıncaları da çoktur" der ve ekler;
"Bir adam, bir bahçe dolusu yemişi yiyebilmek için bir bahçeye girse, henüz olmamış ham meyveleri koparıp ağzına atsa, yemek istediği meyve değil, belki de zehirdir. Fakat olgunlaşmasını bekleyip ondan sonra koparıp yese, yediklerine ancak o zaman yemiş denebilir." Fatih anlaması gerekeni anlamıştır. Babasının sözlerinden çıkardığı öğüdü şöylece tekrar eder;
"Memleketin genel idaresinde, yani halkın iyi yönetiminde, halkı idareye karşı itaat ettirmekte, akıl, ileri görüşlülük ve sağlam kanunların sağladığı kolaylığın, silâh gücünden ve kaba kuvvetten daha iyî, daha faydalı olduğunu söylemiş bulunuyorsunuz". Fakat Fatih yine de yeterince iknâ olmamış olmalı ki, babasının söylediklerinin doğruluğunu kabul etmekle birlikte, şimdiki devirde halkın eskisi gibi olmadığı, bu nedenle de ancak kılıç gücüne dayanmak gerekeceğini iddia eder. Ayrıca düşmanların kılıçtan başka bir güçle yola getirilemeyeceğini de ekler. Ona göre eski çağların en büyükleri arasında yer alan İskender ve Nûşirevân da âdil ve doğru padişahlar olmakla birlikte, kılıç gücüyle fethetmişlerdir. İnatçı ve dik başlı bir at, binler- cesi söylense de güzel sözden ne anlar, ona söz yerine mahmuz vurmak daha çok etki yapacaktır. Sultan II. Murad oğluna şu karşılıkları verir;
"Ben, sana kılıcın faydasızlığın- dan ve gereksizliğinden bahsetmiş değilim ki! (Ama onu yerinde ve gerektiğinde kullanmak lazımdır.) Kılıcı kullanıp, onun yardımıyla ülkeler fethetmek için yine akıl ve fikre danışmak, herhalde, onun yardımını da almak gerekir. Ancak bu şekilde olursa, yapılan işler sağlama bağlanmış olurlar. Çünkü çokları, sadece birini, meselâ kılıcı ve tek başına kuvveti kullanarak savaşa girmişler, tabii sonunda bozguna uğramışlardır.
Senin, isimlerini anmış olduğun padişahlara gelince; onların da adı geçen işleri kılıç yardımıyla yaptıklarını, ama hemen yanı başında da, düşünce, ileri görüşlülük ve ön tedbirlerden ayrılmadıklarını görüyoruz. Kılıç, tek başına, onların da işlerine yaramamıştır. Onların o yarınlara kalarak her fırsatta anılan büyük işleri, görünüşte, kılıcın gölgesinde olmuşsa da, gerçek anlamda akıl, mantık ve sevgi güçleriyle gerçekleşmiştir.
İran padişahının yüz bin askerine karşılık, İskender onu kırk bin askerle, hem de kendi toprakları olan İran’da bozguna uğratmıştır... Eğer İskender aklını kullanma- saydı, bu sonuca ulaşabilmesine imkân var mıydı?
Bütün bunlar gösteriyor ki, aklın gücü kılıçtan daima üstündür... Güçlü ve kuvvetli olmak iyidir, fakat kuvvet aklın emrine verilmelidir... Padişahlığın taşıdığı anlam, biraz da, bunların her ikisini de yerli yerinde kullanabilmekle gerçekleşir." Padişah II. Murad, bu arada dedesi Yıldırım Bayezid’in Timur karşısında uğradığı yenilgiyi hatırlatır ve; "Dedem Sultan Yıldırım Bayezid sadece kılıcına güvenmeyip, tedbirini de onunla birlikte alıp, birazcık aklını da kullanabilmiş olsaydı" demekten kendini alıkoyamaz.
II. Murad oğluna tecrübelerini ve tavsiyelerini aktarırken büyük çapta kendisini anlatır. Zaten kişinin tecrübeleri doğrudan doğruya onun hayatının açık bir muhasebesinden başka nedir ki?
"Ben, Yüce Allah’ıma karşı yaptığım ibadetleri en samimi duygularımla, can u gönülden yaparım.
Onun, dürüst inancımla, benim her çeşit faydalı ihtiyaçlarımı zamanında karşılayacağını kat’î olarak biliyor ve inanıyorum."
"Ben, bu çile ve ızdıraplar dünyasında çektiklerimin karşılıklarının, Allah tarafından, gelecek, başka bir dünyada verileceğine inanıyor ve O’na her an yalvarıyorum."
II. Murad yaşlı ve tecrübeli kişilerin durumunu ise şu güzel benzetmeyle açıklıyor; "ihtiyarlar, bir gemide oturmuş, hiçbir iş yapmaz gibi görünen bir dümenciye benzerler. Çünkü, geminin diğer mürettebatı bir aşağı, bir yukarı devamlı çalışma halindedirler. Kimileri yelken toplar, kimi su çeker, kimi ipleri bağlar, kimi de serene çıkar, fakat dümenci olduğu yerde durur. Onu görenler, hiçbir iş yapmadığını sanırlar. Halbuki geminin bütün sorumluluğu onun üzerindedir. Dümenci, gemiyi gereği gibi iyi yönetemezse, gemi devrilir veya karaya oturur; o zaman da gemi içindeki diğer bütün çalışmaların hiçbir anlamı kalmaz."
"Ey oğul! Bir an bile olsa, sakın adaleti elinden bırakma. Çünkü Yüce Allah da âdildir. Bir bakıma, sen O’nun yeryüzündeki temsilcisi- sin... O, sana kendi arzusuyla bazı üstünlükler vermiş ve kullarının başına geçirmiştir."
II. Murad’ın tavsiyeleri ve dolayısıyla kitap şu sözlerle biter; "Padişahlar, elinde terazi tutmuş bir kimseye benzerler. Sen padişah olunca teraziyi doğru tutmanı isterim. O zaman Yüce Allah da, senin iyiliğini arzular."
Acaba Fatih bu öğütleri ne kadar tutabilmiştir? Bunun muhasebesinin epeyce uzun tutacağı açıktır ve onu bir başka yazıya bırakmamız yerinde olacaktır. Fakat Fatih’in Vakfiyesi’nde yer alan şu meşhur cümleyi tekrar edebiliriz:
"Hüner bir şehir bünyâd et-» mektir. Reâyâ kalbin âbâd etmektir."