Makale

Modern Birey ve BEN KUŞAĞI

Modern Birey ve
BEN KUŞAĞI

Doç. Dr. Halil Altuntaş

Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Ben ne kadar ”ben”im? “Ben” derken kast ettiğim şey, fizikî yapımı temsil eden bedenim ile onu ayakta tutan ruhum ve ruhumun temsil ettiği iç dünyam; duygularım, heyecanlarım, arzularım, öfke ve sevinçlerim. Bunların hepsi beni ben yapmaya yetiyor mu? Tek başıma var olabiliyorum, ama varlığımı tek başıma sürdürmem mümkün olmuyor. Hz. Âdem’in yanında Havva’nın da yaratılması boşuna değil. Rebenson’un bile bir “Cuma”sı vardı. O halde “ben” dediğim şey yani her iki yönüyle benim varlığım biraz da başkası demek oluyor. Aslında bu noktadan evrenin bütün unsurları aynı zamanda ötekidir de. Çünkü her birinin öbürü ile bir “bağlantı”sı var. Hiçbiri “bir başına” ve “başına buyruk” değil.

İnsan, bunca savaş ve çekişmelere rağmen, en azından bilincinin bir yerlerinde “dünyada başkaları da var” diyerek sürdüre geldiği bir yeryüzü macerası yaşadı. Bu süreç, yaşanan hayatın, geçmişle bağlantılarının kopmadığı bir süreçtir. Gelenekler, inançlar, kültürün bütün unsurları mevcut toplumda etkili ve belirleyici bir role sahipti; modernite ortaya çıkıp, “Bu, bundan sonra böyle olmayacak” diyene kadar.

Modernite yahut modernizm, “yeni”, “çağa” ait olandan yana tutumu ifade ediyor. Işıltılı ve vaatkâr bir kelime. Son noktada “insana lâyık” ve “yaşanası” olanla eş anlamlı. Hayatı “her şeyi ile yaşayabilmek” için kurgulanmış bir yapıdır modernizm. Bu yapıda geçmişe ait inanç, gelenek ve kültür parantez içinde ve arka plândadır, devre dışıdır. Belirleyici olan geçmişin uzantısı olan dünya görüşleri, ilkeler ve kurallar değil, birey ve onun yararıdır. Herhangi bir şey bireye yararlı ise doğrudur. Modern birey geçmişe ait inanç ve geleneklerden bağımsız olarak, “kendi başına var olabilen bir birey”dir. Bu kimliğe bürünen insan, “her şeyden önce egosu ve benlik bilinci tarafından karakterize edilen” ve kendi kendine yetme iddiasında olan bir kişidir. Kendine hesap verme duyarlılığından soyutlanmıştır. Modernizmin beşiği olan coğrafyalarda gündelik pratik hayat içinde bu durum “tabiî” bir olgu olarak yaşanır. Kanunlara uyan, hele vergisini veren bir Amerikalı için başkaca uyulması gereken kural yoktur artık. Zanlı olarak gözaltına alınmak istenen figüran siyahî genç bağırıyordu: “Ben vergimi veriyorum, beni tutuklayamazsınız!”

Modernite kendini öncelikle teknoloji üzerinden vitrinliyor ve önemli bir yansıması da sürat. Hızlı hayat aceleci insan tipini ortaya çıkardı. İstediği, hemen giyinsin, hemen yesin, hemen ulaşsın, hemen sahip olsun istiyor. Bu aceleci karakter, kestirme yollara saptırıyor modern insanı. En kestirme yol en doğru yol oluyor. İşte bu noktada ahlâkî değerler, aile bağları, gelenek… ayrımı yapılamıyor. Hukukî yaptırımlar da ilk fırsatta delinmek üzere orada durmaktadır.

Bencillik, modernitenin, aşırı bireyselci dünya görüşü üzerinden insanlığı müptelâ kıldığı sağlıksız bir ruh hâli. Birkaç on yıldır da kitaplarla hatta pratikle kazandırılan bir öğreti hâline geldi. Kişisel gelişim teknikleri genel adı ile yazılan sayısız kitap çıktı ortaya. Hepsinin temel niteliği insanı birey olarak putlaştırmak. “Kendine güven!”; “Bağımsız ve hür ol!” “Kendini aş!” sloganları altında yapılıyor bu. Başkalarından üstün olmak yerine, onlara üstünlük kurmak amaçlanıyor. Oysa, “İnsan bencil olmadan bağımsız, üstünlük kurmadan özgür olabilmelidir. Bunu elde etmek için de emek ve yatırım ister.” (Nevzat Tarhan, Kadın Psikolojisi, Nesil Yay. 27. Baskı, İstanbul, 2005, s. 214)

Gerçekte insanın bağımsız ve hür olması, kendini aşması “kendini sınırlandırması” ile mümkün. Benliği sağlıklı noktada tutmanın yolu budur. İhtiyaçların sınırsız olduğu yönündeki telkin, bencil insanı besleyen temel kaynaklardan biri değil midir? Tabiî mecrasından çıkarılıp “gaza getirilmiş” değişim süreci, süresi dolmayanı da dışlama, yenilerini edinme psikozunu getirdi. “Eskimek” kavramı yerini “modası geçmiş”e bıraktı. Tüketmek için yaşamak… Kâinatın Efendisi, faydasız ilimden, ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten ve kabul edilmeyen duadan Allah’a sığınırken, doğrudan modern insanın ruh haritasını çizer gibidir.

Bireyi yok saymak ne kadar hatalı ise, onu her şey saymanın da o derece hatalı olduğu elle tutulur hâle geldi. Sonuçta kendini beğenmiş, bir insan tipi çıktı ortaya. Sağlıktan yoksun bu ruh hâlini psikoloji “narsizm” diye isimlendiriyor. Evet, modern birey narsisttir, “kendini sever”. Onun dünyasında başkaları ile hemhâl olmak yoktur. Ama herkesin kendisi etrafında pervane olmasını ister. Övülmekten büyük zevk alır. Riyakâr alkışlara meftundur. Alkışlayanlar, sırf alkışladıkları için değerlidirler. Kişisel yararı için onları araçlaştırmaktan, istismar etmekten çekinmez. Ruhsuz, bencil, başkalarına ait değerleri kendine yararlı oldukları sürece kâle alan bir insan tipi, “ben kuşağı” çıktı ortaya. Bu kuşağın insanı tek tiptir. Hangi açıdan tek tip? İç yüzü yok oldu insanın, ruh dünyası hırpalandı, bastırıldı. Dış yüzü, maddesi kaldı. İnsandaki çeşitlilik iç dünyadan beslenir. Zevklerin, inanç ve düşüncelerin çeşitliliği yerini “elle tutulanı var sayma” ucuzculuğuna bıraktı. Bir yere ait olmak, güvende olmak, sevmek ve sevilmek gibi birtakım temel ihtiyaçları karşılanmayan insan, yüce düşünce ve eylemlerin peşine düşme imkânı bulabilir mi? Gerçek kimliğini ortaya koyabilir mi? Bu olmayınca taraftar olma kimliği orta çıkıyor. Gerçek kimliğini ararken bu nevzuhur kimliğe esir oluyor.

Benlik sevgisi şeytanca bir yöneliş. İnsanca sevgi paylaşılan sevgidir, yürekte başkalarına da yer açan sevgidir, kapsayıcılığını paylaşılmaya borçlu olan sevgidir. Bizim ahlâk dünyamız, “sevgiyi baht edinmiş” insanların dünyasıdır. “Ben, hep ben” demeyi “şeytan işi” diye niteler. İlk insanın cennetten kovulmasının ardında şeytanın “ben” demesi yer alır. Âdem’in önünde saygı ile eğilmesi emredilen şeytan bunu reddederken söze “ben” diye başlamıştı: “Beni ateşten yarattın, onu ise topraktan.” İlk ötekileştirme suçu Âdem’e karşı işlenmiştir, mucidi ise şeytandır. Bu yüzden Âdem soyuna yakışmıyor benlik. Yunus Emre, “benlik bir pusu” diyor. Pusu ki içine düşen, şeytanın koşu yoluna düşmüş oluyor. Gel gör ki, modern insan kendini hayatın merkezine koyarak bu yola çoktan girmiş bulunuyor.

Değerler sistemimizde insanın temel niteliği kul oluşudur. “Birey”, esaslarını yaratıcı kudretin belirlediği bir dünya görüşüne sahiptir. Bu dünya görüşünde bireysel sorumluluk ile toplumsal sorumluluk “atbaşı” gider. Ölüm ötesine iman ve hayatın bu aşaması ile ilgili “plânlar”, ölüm öncesinde etkin rol oynar. Bu ortamda birey algılar ki o, mayası itibarı ile “biricik”tir ama “bir” değildir, “tekildir” ama “tek” değildir. Başka tekiller de vardır ve yeryüzü statüleri ne olursa olsun, kulluk düzleminde herkes homojen bir yapının unsurlarıdır. Herkes eşit ve saygıdeğerdir, Öz güveni besleyen kaynak inancıdır. Benliğin yeri yoktur burada ve “takva”dan başka ayrıcalık ölçüsü de yoktur.

Modernitenin ürünü olan ekonomik düzende, “yaşamak için yok etmek” vazgeçilmez ilkedir. Başarıya giden bütün yollar “mazûr”dur. Peki, bizim değerler dünyamızdaki “Ben siftah ettim, yandaki komşu dükkâna gidiniz” anlayışı nerelerde dersiniz? Pek çok toplumsal problemimizin ardında bu güzelliğin yitirilmiş olması yer almıyor mu? Yardımlaşma, fedakârlık, feragat gibi erdemler ben kültüründe yer bulamıyor. Kendi ayaklarının üzerinde duramayan, yok olur gider. Güçlü isen haklısın, haklı olan güçlü değilse, haklı değildir.

Modernizm bireyi, “sen arslansın, her şey sende” diyerek orta yere salıvermiştir. Onu hayatın merkezine gönderiyorum diye yalnızlığın girdabına itmiştir. Gerçek mutluluk ona, “Havai’ye gitmek, bayılıncaya kadar alışveriş yapmak, motosikletle dünyayı dolaşmak, kendini yaşamak” diye tanımlanıyor. Ağır bir suç işleniyor modern bireye karşı. Bu suç işlenirken dillendirilen söylem de şu: “Ben ne kadar empatik (kendini başkalarının yerine koyabilen birisi) olursam olayım, size ne kadar öneri getirirsem getireyim ve size nereye kadar eşlik edersem edeyim, kendi hayatınızı yalnızca siz yaşarsınız. Nihaî anlamda ikimiz birbirimizle etkileşim ya da iletişim içinde olsak bile, ben benim ve siz de sizsiniz.” (Bak. Brian Fay, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi, Çok Kültürlü Bir Yaklaşım, Ayrıntı yay. Birimci Basım, İstanbul, 2001)

Modern insan yalnız ve sohbete muhtaç. Onun, sonsuz kudrete malik bir “sahip”e, O’nun kulları ile sohbete ihtiyacı var. “Renkli cam” ruhsuz olduğu için sohbet değil, “gürültü” yapıyor, ruhu “çizgi-film”leştiriyor. “Modernizmin yalnızlaştırıcı tecrübesine, şehir insanının bir yaşayan ölüye dönüşmesine, ilişkisizliğe bir panzehir olarak sohbet, kırılan kolumu kanadımı iyileştirir ve bana direnmek gücü verir. Sohbet, ancak diğerkâmlığı yücelten, narsizmi kınayan bir kültürde zemin bulabilir: Çünkü o konuşmanın yanı sıra susmayı da gerektirir. Susma yani karşısındakilerin sözlerine kalbini açma, susma yani muhataplarını dinleme, geri plâna düşme, onu anlama ve onunla hemhâl olma cehdi ister sohbet. Kendi benliğini uğultusu dışındaki tüm seslere kulak tıkayanların, sohbet meclislerinde yeri yoktur.” (Kemal Sayar, Olmak Cesareti, İz Yayıncılık, İst. 1997, s.44) “Modern insan kim olduğunu unutmuştur, o kadar. Kendi varlığının kenarında yaşayarak, dünya hakkında nitelik olarak yüzeysel ve fakat nicelik olarak sersemletici bir bilgi edinebilmiştir.” (Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve Modern İnsanın Çıkmazı, İnsan Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2004, s.16) Yapayalnız bir hayat sürmektedir. Bu yalnızlık “kalabalıklar içinde” gerçekleşiyor. İnsanlarla beraber ama yalnız. Herkes kendi hırsları, bencilliği, sevgisizliği ve tamahkârlığı ile oluşturduğu bir ”koza”nın içinde mahpustur. Halk içinde ama “kendisi”yle birlikte bile değil. Olayları “üzerinden” yaşayan, dış yüzeyi kutsayan, “derûnîlik”ten yoksun; acımasız, korumasız ve acınacak bir kişilik. Annelerini öldüren kızları konuşturun. “Koca dünya içinde bir başına kalmış” insanlar çıkacaktır karşınıza.

Hayata anlam veremeyen, varlığının sebebini açıklayamayan insan/birey/gençlik içine düştüğü bunalımı “oyalanma” ile aşmaya çalışıyor. Hayat diye, hazların, zevklerin, maddî isteklerin sonuna kadar doyurulması amacına indirgenmiş bir süreci tüketmeye çalışıyor. Bu hayatın temel niteliği hazları ve zevkleri ızdırab, çile ve susuzluğa dönüştürmesidir. Niçin? Çünkü “zevklerin ızdıraba dönüşmemesi için bu zevklerin insan tarafından bizzat elde edilmemesi, tersine dışardan kendisine verilmesi gerekir…Herkes beni sevsin ve benim menfaatime çalışsın, ben ise yalnız kendimi seveyim ve benim bütün elemlerim, kederlerim böylece son bulsun’ dileği, ızdırabın en esaslı kaynağını teşkil eder.” (Tolstoy, Hayat Üzerine Düşünceler, Kaknüs Yay. Yedinci baskı, İstanbul, s.100)

Ruhun insana hâkim kıldığı, sevgi ve şefkat, merhamet, diğerkâmlık, yardımlaşma gibi yapıcı nitelikleri aşındı, büyük ölçüde yok oldu. Bunların yerine maddî yanımıza, hayvanî tarafımıza ait eğilimler öne çıktı. İrfanımızın “itidal” diye nitelediği o denge hâlini yitirdik. İfrat ve tefrit sarkacının varabileceği en uzak noktalar arasından gidip geliyor modern birey.

Değerler dünyamızın sunduğu çıkış yolundan habersiz kalmış bir kuşak var artık. Kendini bulmak/bilmek için, Rabbi bilmeyi gerekli gören anlayış yeniden diriltilmeyi bekliyor.