Makale

Atatürk, Din ve Dindarlık

Atatürk, Din ve Dindarlık

Doç. Dr. Selim Özarslan
Fırat Üniv. İlâhiyat Fak.

Mustafa Kemal Atatürk’ün düşünce sisteminde din, bilhassa mensup olduğu İslâm dini ve onun peygamberi Hz. Muhammed’in hayatı, yapıp ettikleri ve özelde kendisinden sonraki Müslümanlara genelde ise bütün insanlığa bıraktığı ilmî ve kültürel miras önemli ve öncelikli bir yere sahiptir. Atatürk’ün sivil, asker ve siyasî hayatına baktığımızda onun bu süreç içerisinde gönülden benimseyerek içselleştirdiği İslâm inancının kendisine kazandırdığı erdem ve faziletler (doğruluk, dürüstlük, şefkat, şecaat, vefakârlık, sabırlılık vs.)le hareket ettiği görülmektedir. Atatürk denince onun tevazusu, hoşgörüsü, barışçı ve uzlaşmacı kişiliği, duygusallıktan uzak akılcı yapısı, ahlâk anlayışı, dinine karşı olan hassasiyeti, kararlılığı, giyim ve kuşamına, temizlik ve bakımına, sanat ve estetiğe verdiği değer akla gelir. Bütün bunlar onun dininden tevarüs ettiği nitelikleridir.

Atatürk Kurtuluş Savaşı yıllarında olduğu gibi sonrasında da İslâm inançlarına, onun mukaddeslerine derinden bağlı olmuş; İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’in manevî şahsına muhabbet beslemiştir. Dine olan saygı ve muhabbet duygularından olacak Mustafa Kemal, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılışını Müslümanların kutsal kabul ettikleri cuma gününe denk getirmiş, cuma namazını Hacı Bayram Velî Camii’nde eda ettikten sonra hatim duası ve salâvatlarla meclisin açılışı gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal Atatürk, kolordu komutanlıklarına, bütün valiliklere, müstakil livalara, müdafa-i hukuk cemiyetlerine ve belediye başkanlıklarına yolladığı 21/04/1920 tarihli tezkeresinde söz konusu açılış gününe şu şekilde değinmektedir:

“1- Bimennihilkerim nisanın 23 üncü cuma günü, cuma namazını müteakip Ankara’da Büyük Millet Meclisi küşat edilecektir.

2- Vatanın istiklâli, makam-ı refi-i hilâfet ve saltanatın istihlâsı gibi en mühim ve hayatî vezaifi ifa edecek olan bu Büyük Millet Meclisinin yevmi küşadını cumaya tesadüf ettirmekle yevm-i mezkurun mebrukiyetinden istifade ve bilûmum meb’usin-i kiram hazaratı ile Hacı Bayram Velî Cami-i Şerifinde cuma namazı eda olunarak envar-ı Kur’an ve salâttan da istifaza olunacaktır. Badessalât lihye-i saadet ve sancak-ı şerifi hamilen daire-i mahsusaya gidilecektir. Daire-i mahsusaya dahil olmazdan evvel bir dua kıraatiyle kurbanlar zebholunacaktır. İş bu merasimde cami-i şeriften bed’ile daire-i mahsusaya kadar kolordu kumandanlığınca kıtaat-ı askeriye ile tertibat-ı mahsusa alınacaktır. (Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, (1919-1927), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, 4.bs., Ankara,1997, s. 288)

3- Yevm-i mezkurun teyidi kudsiyeti için bugünden itibaren merkez-i vilâyette Vali Beyefendi hazretlerinin tertibiyle hatim ve Buhari-i Şerif tilâvetine bed’olunacak ve hatm-i şerifin son aksamı teberrüken cuma günü namazdan sonra daire-i mahsusa önünde ikmal edilecektir.”

Yine Mustafa Kemal Atatürk Kurtuluş Savaşı sürecinde bir yandan düşmanların vatan sathından kovulmasıyla uğraşıyor, diğer taraftan yeni Bağımsız Türk Devletinin kuruluşunu hazırlayan organizasyon ve teşkilâtların kanunlarını milletin dinî değerlerine bağlı kalarak hazırlamaya çalışıyordu. Bu cümleden olarak 20 Kânunusani 1921 tarihinde Büyük Millet Meclis’inde kabul edilen Teşkilât-ı Esasiye Kanununun 7. maddesinde Ahkâm-ı Şer’iyyenin tenfizi yani dinî hükümlerin uygulanması ve hayata geçirilmesi salahiyet ve yetkisi Büyük Millet Meclis’inin iradesine bağlanmıştır. (Nutuk, s. 375-376)

Atatürk’ün İslâm’a bağlılığı, İslâm’ı yücelten ifadeler kullandığı tarihî belgelerle ve bizzat kendi sözleriyle sabittir. Bunlardan birkaçını burada anmayı anlamlı buluyoruz. Öncelikle ona göre yeryüzündeki dinlerin en makulü İslâm dinidir. Bu yadsınamaz gerçeği şu şekilde ifade etmiştir:

“Bizim dinimiz en makul ve en tabiî bir dindir... Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur! Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, ilme, mantığa tetâbuk etmesi lâzımdır... Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır!” (31.1.1923)

Atatürk, İslâm dininin akıl ve mantığa uygun din olduğunu her fırsatta dile getirmiştir, bunu belirlemenin ölçüsünü de şu şekilde açıklamıştır:

“Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslâm’ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın. O şey dînîdir. Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son din olmazdı.”

"Biz Türk’üz!. Her mânâsıyla Türk’üz! Bize iyi Müslüman olmak yeter!"
Allah’a şükürler olsun, hepimiz Müslüman’ız! Hepimiz inanmış kişileriz! (16.3.23)
Din vardır ve lâzımdır! Temeli çok sağlam bir dinimiz var... Malzeme iyi, fakat binâ asırlardır ihmâle uğramış!

Türk milleti daha dindar olmalıdır! Yâni bütün sâdeliği ile dindar olmalıdır... Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Düşünceye aykırı, ilerlemeye hiçbir engel içermiyor…

Din lüzumlu bir müessesedir! Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur!
Atatürk, halka açık konuşmalarında ve özel sohbetlerinde pek çok kez dindar olmanın gerekliliğinden, dinin lüzumlu bir kurum olduğundan, İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’in hayatından, Asr-ı Saadet (Hz. Peygamber’in yaşadığı dönem) ve Hulefa-i Raşidîn (dört halife) dönemlerinden, İslâm dininin temelleri sağlam, ilme ve fenne uygun, eşsiz ve yüce bir din oluşundan bahsettiği gibi, Allah’ın güç ve kudretinden de söz etmiştir. O, İslâm dininin son ve en kâmil /mükemmel din, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)’in de son resul olduğunu her fırsatta belirtmiş, Türk milletinden daha dindar olmalarını istemiş ve dinlerini layık olduğu biçimde öğrenmelerini salık vermiştir.

Atatürk, kimi çevrelerin Türk milletini din anlayışları ve İslâm’a bağlılıklarının geri bıraktığı şeklindeki iddialarını anlamsız ve doğru olmayan bir görüş olarak değerlendirmektedir:

“Düşmanlarımız bizi dinin tesiri altında kalmış olmakla suçlar... Duraklama ve gerileyişimizi bu sebeplere bağlıyorlar! Bu, hatâdır!”
19. yüzyılda yeni Osmanlıcılar (Yeni Osmanlılar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Çubukçu, İbrahim Agah, Türk Düşünce Tarihinde Felsefe Hareketleri, Ankara, 1986, 32-33) ve İslâmcılar ise, toplumun geri kalmasını İslâm’ın özünden uzaklaşmada görmektedirler ve bunu şu şekilde ifade etmektedirler: "Biz İslâm’ın aslî değerlerine yabancılaştığımız için geri kaldık. Batı’da ortaya çıkan iktisadî ve teknolojik gelişme özü itibarıyla İslâm’ın ruhuna aykırı değildir. İslâm’a aykırı olan, toplumun hurafelerin içerisinde kalması, cehalet ve bilgisizliğin yaygınlaşması ve daha vahimi insanların artık İslâmiyet’ten hiçbir şey anlamaz hâle gelmesidir.” İçine düşülen bu durumdan kurtulmak için şunları yapmak gereklidir:

a- Kur’an’a ve sünnete dönüş, b- Abbasiler devrinde onların siyaseti sonucu kapanan içtihat kapısının tekrar açılması, c- Cihat ruhunun tekrar uyandırılması.

Kur’an ve sünnete dönüşten maksat, dinden hurafelerin ayıklanması, yeni bir olayla karşılaşıldığı zaman geleneksel müçtehitlerin (İslâm’ın aslî kaynaklarına Kur’an, Sünnet, İcma’a dayanarak yeni hadiseler için hüküm ortaya koyan din bilginlerine verilen ad) yaptığı gibi tekrar Kur’an ve sünnete yönelmektir. Gelişen ve değişen toplum katmanlarının yeni sorun ve açmazlarına çözüm bulmak için içtihat yapmak zorunlu hâle gelmiştir. Geleneksel kitapların sunduğu çözüm önerileri şu anki sorunları çözmekten uzaktır. Bilindiği gibi içtihatta en önemli faktör akıldır. İçtihadın gelişmesi, entelektüel hayatın canlanmasına yol açacaktır. Onların cihada yükledikleri iki anlam vardı: Birincisi, sömürgeciler ve sömürgeciliğe karşı etkin fiilî savaş, ikincisi ise, bireysel ve toplumsal geri kalmışlığı engellemek için toplumsal bir motivasyon. Bu yaklaşıma göre gelişme ve kalkınma bir tür cihat olarak değerlendirilebilir.

Altı yüzyıl Türk ve İslâm dünyasının idaresini elinde tuttuktan sonra zayıflamaya başlayan Osmanlı Devleti’nden modern Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran Mustafa Kemal Atatürk’ün milletin kültürünün aslî ögesi olan İslâm dinine yaklaşımı, onun mukaddesatına olan saygı ve bağlılığının bilinmesi her zamankinden daha çok milletimiz ve dünya insanlığı açısından önem arz etmektedir.