Makale

Bireyin Kendi Dindarlığını Oluşturma Sorumluluğu


Bireyin Kendi Dindarlığını Oluşturma Sorumluluğu

Prof. Dr. M. Şevki Aydın
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Bir önceki yazıda (Bkz. Aydın, Kasım, 2008), İslâm’a göre bireyin, kendi dindarlık kararlarını bizzat oluşturma, dindarlık tutum ve davranışlarının belirleyicisi olma sorumluğunu yüklendiğinden söz etmiş ve bunun, Kur’an’da belirtilen bireysel özgürlük ve sorumluluk anlayışı ile irtibatına işaret ettikten sonra şu hadise yer vermiştik: “Müftüler sana fetva verseler bile sen fetvayı kalbinden (bir başka rivayette, nefsinden/kendinden) al.” (Ahmed b. Hanbel, c. 4, 227.; Darimî, Buyu’, 2) Bu yazıda konuyu sürdürmek istiyoruz.

Kişinin kendi dindarlığını ve bu bağlamda kendi tutum ve davranışlarına ilişkin fetvasını bizzat oluşturması hususundaki sorumluluğunu şu hadis-i şerif daha açık biçimde dile getirmektedir: “Siz davalaşmak üzere bana geliyorsunuz. Biriniz diğerinden daha iyi biçimde delillerini ortaya koyabilir. Ben de dinlediklerime göre onun lehinde hüküm verebilirim. Bu durumda kardeşinin hakkından bir şeyi kime vermiş olursam, asla onu almasın. Çünkü bununla, ona sadece bir parça ateş vermiş olurum.” (Müslim, Kitabü’l-Akdiyye, 4; Küçük farklılıklarla bir başka rivayet için bkz. Buharî, Kitabu’l-Mezalim, 16)

Demek ki, müftüler/ulema şöyle dursun, fetvayı veren Hz. Peygamber (s.a.s.) bile olsa, hiçbir zaman fetva, haksızlığı haklılığa, haramı helâle, hak olmayanı hakka dönüştürememektedir. Yani kim verirse versin fetva, gerçeği değiştirecek güce sahip değildir. Bir şey benim hakkım değilse, ilgili birilerinin onun benim hakkım olduğunu dile getiren bir fetva vermesi, gerçeği değiştirememektedir. Dindar olarak benim bu zahirdeki fetvaya/yargıya bakarak, gerçekte haksızlığı onaylayan bir karara göre amel etmem, asıl gerçeğe, dolayısıyla Allah katındaki gerçeğe uygun davrandığım anlamına gelmemektedir. Gerçekte haksız olduğum halde insanların nazarında haklı görülmem, benim gerçekte /Allah katında haklı olmamı sağlamamaktadır.

Bu gerçeğin farkında olmayanlar, görünürde haklı olmayı, biçimsel olarak haklılığı, gerçekte haklı olmak sanabilmektedirler. Yaşlıca bir beyefendi ile bankada görevli bayan arasında şu diyalog yaşanır:
-”(Banka cüzdanının içinde bir yeri göstererek) Kızım, burada ne yazıyor?
-Faiz yazıyor, beyamca!
-Kızım, burayı sil de kâr yazıver.”

Bu beyefendiye göre, bir işlemin ne olduğuna, mahiyetini anlayarak değil de ismine bakarak karar verilmektedir. Nitekim, faiz almak istemeyen bu kişi, işlemin gerçekte faiz olup olmadığını anlamaya çalışmaya ihtiyaç duymaksızın, o işlemin adını birilerinin değiştirmesiyle sorununu çözeceğini sanmaktadır. Oysa bir işlemin adına bakarak değil de, onun mahiyetini tanıyarak helâl olup olmadığına karar verilebilir. Elimizdeki elmaya armut demekle, mahiyeti değişip armut olur mu?

Kendi dindarlık anlayışını oluşturma sorumluluğunu üstlenmiş olan Müslüman birey, elbette din bilginlerinden fetva almaya ihtiyaç duyacak, ilgili uzmanlardan yararlanacak, birçok kişi ile iletişim/etkileşim içinde olacaktır. İşte bu noktada, bireyin başkalarından yararlanma sürecinin niteliği önem arz etmektedir; bu sürecin niteliğini sorgulamaya ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü önemli olan, bireyin çevreden bilgilenmelerinin/öğrenmelerinin, onun kendi kalbinden fetva almasına ket vurucu değil, aksine onu besleyici nitelikte gerçekleştirilmesidir.

Bu çerçevede öncelikle din görevlilerinin/din bilginlerinin konumunu ve rolünü kısaca değerlendirirsek, diğerleri onlara göre daha rahat değerlendirilebilir. Bilindiği üzere, İslâmiyet, tevhit anlayışının tabiî sonucu olarak, kul ile Allah arasına aracıların girmesini kesin olarak yasaklamış; her kulun doğrudan doğruya ve aracısız olarak, Yüce Allah’a ibadet etmesi esasını getirmiştir. Bu sebeple de İslâm dininde, “ruhban sınıfı” adıyla bir zümre bulunmamaktadır. İslâma göre, din adına konuşan tekeller; dini elinde bulunduran hiçbir kişi ve şahıs yoktur. Sadece, iş bölümünü gerektiren toplumsal hayatın şartları, toplu ibadetlerin düzenli bir şekilde yerine getirilmesi ve özellikle dinin öğretimi için din görevlilerine, âlimlere ihtiyaç duyulmaktadır. Bu din görevlisi/bilgini, gücünü, otoritesini, din alanındaki bilgisinden almaktadır. Din bilginlerinin görevleri, sadece bildiklerini bilmeyenlere öğretmektir.

Müslüman toplum, din alanında bilgisiyle rehberlik yapacak böyle bir zümreye sahip olmak için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür. O kadar ki, savaş için seferberlik ilan edildiğinde bile bu işle uğraşanların görevlerini sürdürmeleri istenmektedir: “Müminlerin topyekün sefere çıkmaları uygun değildir. Öyleyse her topluluktan bir grup, dinde köklü bilgi ve derin kavrayış sahibi olmak ve savaşa çıkanlar geri döndüklerinde, kötülüklerden sakınmaları için onları uyarmak amacıyla seferden geri kalmalıdırlar.” (Tevbe, 122)

Müslüman birey, kendi dindarlığını oluştururken bu din alanında uzmanlaşmış olan bilginlerden, din görevlilerinden yararlanacak, gerekli bilgileri almak için onlara başvuracaktır. Ancak bunu yaparken, onların konumunu ve kendi sorumluluğunu doğru anlamak durumundadır.

Bu bilginlerin din konusundaki yorumu, mutlak doğruluk niteliğine sahip değildir; sorgulanmaya açıktır. Müslüman bireye yakışan, din hakkında kendisine sunulan her bilgiyi sorgusuz sualsiz kabullenme değil de onları sorgulayarak, Kur’an ve sünnet çerçevesinde anlamlandırıp kendi kararını belirleme konumunda olmaktır. Bu konumunun ve sorumluluğunun farkında olan mümin birey kendini, sunulan bilgilerin/görüşlerin/yorumların kalıbına dökülmesi gereken bir nesne olarak göremez; aksine onları anlayıp değerlendirerek onlardan yararlanan özne olmaya çabalar. Böyle bir yaklaşım içindeki birey, bilgi ve formasyonlarıyla din alanında uzmanlaşmış olan bu insanlardan da yararlanarak dini öğrenip anlayacak; kendi özel dindarlığını formatlayacak, dinî tutum ve davranışlarını bizzat belirleme gücünü kazanacaktır. Aksi takdirde, “Müftüler sana fetva verseler bile, sen fetvanı kendi kalbinden al” düsturuna göre davranamaz.

Birilerinin rehberliğini benimseyip onların belirlediği kararlara göre hareket etmek, Kur’an’a göre, kişisel sorumluluktan kurtulmaya neden olmamaktadır. O rehberlerin yanlış yönlendirmelerinden dolayı sorumlu tutulmaları, yönlendirilenlerin mazur görülüp bağışlanmalarını sağlamamaktadır. Çünkü bireyin, o kişileri rehber edinmesi, rehber edindikten sonra da onların söylediklerini sorgulamadan kabullenmesi, tamamen kendi kişisel sorumluluk alanına girmektedir. Yanlış bilgilendirenlerin/saptıranların sorumlulukları, onlara uyanların sorumluluklarını ortadan kaldırmamaktadır:

“…ve şöyle devam edecekler: Ey Rabbimiz, biz önderlerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz, onlara azabı iki kat ver ve onları şiddetli bir şekilde lanetle.” (Ahzab, 67-68)

Bu bağlamda, fetva konseptimizin de yeniden gözden geçirilmesinde yarar vardır. Fetva, her şeyden önce, muhatabın düşünme, araştırmayı sürdürme, sorgulama… merakını ve sorumluk bilincini dumura uğratıcı değil; aksine onun bu özelliklerini besleyici/geliştirici nitelikte formatlanmalıdır. Ancak o zaman fetva, bireyin kendi fetvasını oluşturmasına daha fazla katkıda bulunabilir.

Müslüman bireyin, din uzmanlarından yararlanırken takındığı bu sorgulayıcı tutum, onların daha dikkatli davranmalarına katkı sağlayacağı gibi, yapılabilecek hataların da hemen fark edilip düzeltilmesine imkan/fırsat oluşturacaktır. Böylece, din konusunda bilgilenme bağlamında alıcı ile verici için birbirinden karşılıklı yararlanma ortamı oluşmuş, hata yapma ihtimali asgariye indirilmiş; herkes için sürekli gelişimin yolu açılmış olacaktır. Bu tutum, herkesin ezber bilgilerle yetinmekten vazgeçip, bütün bilgilerini sağlam temellere dayandırma, onları gerekçelendirme, onları anlamlı öğrenmelere dönüştürme sürecine sokacaktır.

Dinin öğretisini anlamlandırarak benimseyen birey, kalbinin değil de dürtülerinin yönetimine girdiği anlarda da, birilerinden onları onaylayan fetva almayı veya tarihin herhangi bir dönemine ait yorumu bulup ona tutunmayı, kolay kolay kendisi için bir çıkış yolu olarak göremez.

Din alanının uzmanları karşısında böyle tutum takınacak olan Müslüman birey, din konusunda kendisini yönlendirmeye çalışan diğer kişi ve kurumlar hakkında haydi haydi böyle davranacaktır. Aileden örgün eğitim kurumlarına kadar, bireyi etkileyerek din alanında eğitmeye çalışan kurum ve kişilerin hepsinin yapıp ettiklerinin işte bu anlayışla sorgulanıp değerlendirilmesi zorunludur. Bütün bu ilişkiler ağı içinde bireyin nesneleşmemesini, hep kendi varlığını inşa eden özne kalmasını öngören anlayış ve tutumun bu ilişkiler ağına egemen olması sağlanmalıdır.

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı gibi esasen İslâm’ın öğretisi, Müslüman bireyin kendine, kendi dindarlığına sahip çıkmasını, inisiyatifi elden bırakmamasını öngörmektedir. İslâm’ın diğer ilkeleri yanında, Müslüman bireyin, insanlar tarafından oluşturulup yönetilen (Kilise gibi) bir kuruma göre değil de, vahiy ürünü olan metne göre kendini ayarlama durumunda olmasını öngörmesi, bu anlamda daha da önem arz etmektedir. Gerçekte bu, Müslüman için çok önemli bir imkândır; zaman ve zemine göre uygun tutum ve davranışı belirleme konusunda kendisine önemli bir manevra alanı/fırsatı sağlamaktadır. Bireyselleşmenin altının çizilir olduğu günümüz dünyasında, İslâm’ın bu niteliğinin önemi daha iyi fark edilmektedir.

Her halükârda kendi dindarlığının bizzat mimarı olma, dindarca kararlarını kendi aklının, kalbinin, vicdanının sesine kulak vererek Kur’an’ın ruhuna uygun biçimde oluşturma, tutum ve davranışlarını ona göre belirleme sorumluluğunu taşıyan Müslüman birey, bunu yapabilmek için gerekli bilgi ve beceri donanımına sahip olmak durumundadır. Bu amaçla o, din hakkında bilgilenmek, dinin değerlerini anlam(landırm)aya çalışmak, kavrama yeteneğini ve vicdanını geliştirmek mecburiyetindedir. Bireyin bunu gerçekleştirmesi ise tamamen eğitim, özelde de din eğitimi meselesidir.

Bu çerçevede sorgulanması gereken husus şudur: Anne babalar, örgün ve yaygın eğitim kurumlarındaki eğitimciler, özellikle de din öğretimi görevini üstlenmiş eğitimciler, din görevlileri olarak, yukarda sözü edilen bireyin yetişmesine katkı sağlıyor muyuz? Böyle bir katkı sağlıyorsak, katkımızın oranı nedir? Yoksa, bu “kendi dindarlığının mimarı Müslüman birey”in yetişmesini köstekliyor muyuz?

KAYNAKLAR
Aydın, M. Şevki, “Bireyin Kendi Dindarlığını Oluşturma Yeteneğini Geliştirmek”, Diyanet Aylık Dergi, Kasım, 2008.