Makale

Vakıflar ve Gönül Sarayımız KERVANSARAYLAR


Vakıflar ve Gönül Sarayımız
KERVANSARAYLAR

Mustafa Bektaşoğlu

İnsanoğlunun hayatta iken yapabileceği en hayırlı kurumlardan birisi vakıftır. Vakıfta esas gaye, Allah’ın rızasını kazanmaktır; vakıf aynı zamanda insanın ölümünden sonra da ismini ve eserini yaşatan bir kurumdur. Bugün vakıfların giderek önem kazanması, sosyal yardımlaşmaya duyulan ihtiyacın bir sonucudur.

İnsan topluluklarının hayrına ve yararına yapılan vakıflar, o günün imkânları göz önüne alındığında bugün bile ulaşılamayan bir düzeye varmıştır.

Bu kurum sayesinde; eğitim, öğretim ve sağlık işleri, medreseler, hanlar, hamamlar, hastaneler, çeşmeler, yollar, imparatorluk sınırlarının bir başından öbür başına düzgün ve uyumlu bir biçimde yürütülmüştür. Bu tür vakıfların çoğu hükümdarlar, vezirler ve üst düzeydeki devlet yöneticileri eliyle kurulduğu gibi, şehir, kasaba ve köylerdeki zengin kişilerce de kurulmuştur.

Taşınır veya taşınmaz her türlü mal ve mülkün yaratanın emaneti olduğu şuuruyla, yine O’nun istediği istikamette, daimi olarak insanlığın hizmetine sunulması esprisini kavramış insanların yaşadığı bir cemiyette, anılan istikamette hizmet veren müesseselerin doğması tabiidir. Hatta, denebilir ki, varlığını insanların hizmetine adamış idealistlerin, hayatın yükünü hafifletmek yolunda girişecekleri faaliyetlerin seyrinde, kolaylıkla yapılmış intibaını verecek kadar sade bir akış göze çarpar.

Vakıflar İslâm dünyasında, özellikle Osmanlı döneminde devletin ekonomik, sosyal ve kültürel görevlerini üstlenmiş, fert ve devlet güçlerini halk yararına birleştirip bütünleştirerek, en güzel biçimde kanalize etmiş, Hak rızası için halka hizmeti şiar edinmiş bir kuruluştur. Yine vakıflar ve vakfiyeler incelendiğinde görülecektir ki, vakıfların hizmet kapsamına girmeyen bir konu yok gibidir.

Sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda, dinî ve medenî her konuda padişahtan kapıkuluna, vezirden çobana kadar herkesin ve her kesimin vefa ve şifa ocağı kurabildikleri, bütün toplumu kucakladıkları, herkesin her meselesinin eşiği, beşiği, tahtı ve tacı oldukları, vakfedenin şartlarının Allah’ın ayetleri gibi değişmez ve değiştirilemez kabul edildiği altın devirlerinde vakıfların hizmet götürmedikleri bir alan yoktur.

Bunun yanında, vakıftan nasip almayan ve vakıf nimetlerinden istifade etmeyen de yok gibidir. Yürüdüğümüz yol, dinlendiğimiz park, piknik yaptığımız mesire yeri, gözümüzü ve gönlümüzü dinlendiren yeşil alanlar ve ormanlar, okuduğumuz okul, ibadet ettiğimiz cami, tedavi gördüğümüz hastane veya sağlık merkezi…

Gecenin karanlığında içimizi aydınlatan tatlı bir ezan ve öğlenin sıcağında ruhumuzu serinleten bağdaş kurmuş bir şadırvan… Çamlıca’nın çamları, Karacaahmed’in servileri ve Beykoz’un çınarları...

Vakıftır, bilesiniz Eylül sıcağında soğutmak için sularımızı Uludağ’ın karları. Görünmeyen ellerini uzatan yaşlı sebiller, akmayan çeşmeler…

Dua bekleyen türbeler ve şehrin içinde şehir ve her biri ayrı bir açık hava müzesi kabristanlar, hazireler vakıftır. Ve ocakları hâlâ tüten imâretler ve daha neler ve neler.. Bilesiniz ki vakıftır.

İhtiyacımızı giderdiğimiz tuvaletlerden, kirimizi pasımızı attığımız hamamlara, yoksul ve kimsesizleri doyurduğumuz aşevlerinden asker ocağı ve üniversite mutfağına kadar, kalbimize ve karnımıza hitap eden ve geçmişin geleceğe bıraktığı miras çerçevesinde gündelik hayatımızı etkileyen neyimiz var neyimiz yoksa, görür ve anlarsınız ki hepsi de vakıf denilen bu mukaddes müessesenin uzantılarıdır.

Bütün bunlara karşı vakfın bizlerden istediği ve beklediği yegâne hizmet ve hürmet, kendisinin aslî fonksiyonu içinde, yani vakfedenin şartları çerçevesinde yaşatılıp devam ettirilmesidir. Bu bir yük değil, ifâsı insanlığımıza bırakılmış bir görevdir, zira; vakıf sahipleri vakfettikleri hayratı yaşatacak akar ve gelirleri de bırakmışlardır. Onları yaşatmak da boynumuzun borcudur.

Her biri ayrı bir özellik ve güzellik taşıyan vakıf eser ve abideleri, hazıra konulmuş, çok çok zengin ve paha biçilemez bir turizm potansiyelidir. Ahşaptan mermere, kâğıttan kumaşa kadar her türlü malzemenin büyük bir sabırla işlendiği, her türlü sanat ve hünerin icra edildiği, dolayısıyla da bütün bunların açık ya da kapalı olarak sergilendiği bu güzelim eserlerin, bu mukaddes mirasın, bu zengin ve paha biçilmez birikimin hatalı şehirciliğe kurban edilmesi ne dinî ne de medenî bir davranıştır. Böyle bir birikimin tahrip, tahrif ya da yok edilmesine göz yummak veya kulak tıkamak tuhaf ve çarpık bir tutumdur.

İnsanlığın ortak ve sonsuz mutluluğunun garanti belgesi olan bu yüce imana eğitim ve öğretimle, ilim ve irfanla ulaşılabileceğini çok iyi bilen atalarımız, bu amacın gerçekleşmesi için dinî ve medenî pek çok müesseseler meydana getirmişlerdir. Bunların en belli başlıları, camiler, mektepler, medreseler, tekkeler, zâviyeler, namazgâhlar, imâretler, dârüşşifalar, kervansaraylar ve benzerleri hâlâ kurulamayan eşsiz külliyelerdir. (Özdamar, Mustafa “Vakfetmek”, Vakıflar Dergisi, Ankara 1985, c. 19, s. 6-8)

Saydığımız bu müesseselerden kervansaraylar günümüzde işlevini yitirmiş, onların yerini oteller, moteller, dinlenme tesisleri olarak yerini almıştır. Kervansaraylar vakıf eseri olarak misafirlerini ücretsiz bağrına basmakta iken, onların yerine ikame edilen tesisler aynı amacı gütmemektedir. Selçuklular zamanında ticaret eşyası taşıyan kervanların ve seyahat eden yolcuların konaklamaları ve geceyi güvenilir bir yerde geçirmeleri için büyük yollar üzerinde, bir günlük mesafeler ölçülerek, gerekli yerlere yapılan binalara “han” ve bunların büyüklerine “sultan hanı” veya “kervansaray” denir.

Anadolu’da Selçuklular’ın yüksek kültürünü en canlı şekilde aksettiren eserler Denizli’den Erzurum, Kars ve Iğdır’a, Kütahya’dan Malatya, Bitlis, Ahlat’a, Antalya’dan Sinop ve Samsun’a kadar uzanan yollar üzerinde yükselen kervansaraylardır. Bunlar Anadolu’da Selçuklu saltanatının, kudretinin büyüklüğünü ve teşkilâtının sağlamlığını gösteren abidelerdir. Diğer eserlerde olduğu gibi, bunların da plânları ve bazı süsleme motifleri yine Karahanlı, Gazneli, Büyük Selçuklular’ın ribat adını verdikleri daha önceki Türk kervansaraylarına dayanmaktadır. Fakat Anadolu’daki kervansaraylar tamamıyla abidevî eserlerdir. Dinî yapılarda zaman zaman tuğla ve bazen tuğla, kesme taş karışımı değişik malzeme kullanılmışsa da, hanlar yalnız taştandır. Bazı medreseler dışında dinî yapıların çok defa göz alıcı süslemelerle, mütevazı ölçüde yapılmasına karşılık, kervansaraylar Anadolu Selçuklu mimarisinin gerçekten sarayları andıran çok büyük ölçüye varmış en gösterişli abideleridir.
Kervanların at ve arabalarıyla eşyalarını koymaya mahsus yerleri ve yolcuların yatmasına mahsus odaları, nalbant ve araba tamirhanelerini ihtiva eden bu binalar, eşkıya baskınlarından ve diğer tehlikelerden korunmak için âdeta hisar mahiyetinde yapılmıştır. Bunların kalın ve yüksek duvarlarında pencere yoktur. Ancak hava almak ve silâh atmak için bazı mazgal delikleri bulunur. Bazılarında etrafı gözetlemek için gözlü kuleleri de yapılmıştır.

Hanlar ve kervansaraylar, tıpkı medreseler gibi, avlulu ve avlusuz iki şekilde yapılmıştır. Büyük hanlar genellikle avluludur. Bu avlunun etrafında yolcuların atlarını bağlamaya mahsus ahırlar, ot ve arpa depoları, eşya denklerini koymaya mahsus demir kapılı depolar ve yolcuların yatmasına mahsus salonlar ve odalar bulunur.

Hanların kapıları yanında bekçi ve muhafız odaları, kahve ocağı vardır. Kervan halkının cemaatle namaz kılması için genellikle avlunun ortasında bir de mescit bulunur. Avlunun kapıya karşı olan tarafında kemerlerle gözlere ayrılmış ve üstü kâgir kubbelerle örtülmüş muhafazalı büyük bir bina kısmı olur ki, burada her bölmenin bir ocağı olup yolcular eşyalarıyla beraber bu ocakların başına yerleşerek geceyi geçirirler.

Türk mimarisinde en eski kervansaraylar, Karahanlılar’dan kalmadır. Bunlara “ribat” adı verilirdi. Bunların mimarisi ve plânları daha sonra Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları zamanında yaptırılan kervansaraylarla geliştirilmiştir. Karahanlı ribatlarından sonra, Gazneliler de aynı isim altında abidevî eserler meydana getirmişlerse de, bunlar zamanla ortadan kaybolmuştur.

Türk medeniyeti ve sanatının, din ve insanlık duygularının şaheser örneklerini teşkil eden “Selçuk Kervansarayları” bugünkü harap durumları ile dahi hâlâ ziyaretçilerini hayran bırakan ihtişamlı abidelerdir. Anadolu’nun bugün ıssız kalmış yollarında sanki varlığını ilân ve yalnız kaldığından şikâyet eden bu ecdat yadigârları, aynı zamanda, Selçuklu devrinde Türkiye’de iktisadî durumun ne kadar kudretli, ticarî faaliyetlerin ne derece yoğun ve halkın da nasıl mesut olduğuna şahadet etmektedirler.

Gerçekten, o devirde, Anadolu yolları Doğu-Batı, Kuzey-Güney istikametlerinden gelip giden büyük ticaret kervanları ile dolup taşıyor; kervansaray (han)lar yolcuların her türlü ihtiyaçlarını ücretsiz karşıladığı gibi, bazıları surları, burçları ve demir kapıları ile zengin ticarî eşyaları ve nakit meblâğları tehlikelere karşı emniyetle koruyan sığınak vazifesini de görüyordu.

Kale gibi burçları ve demir kapılarıyla kervansaraylar aynı zamanda ticarî mallar için güvenilir bir sığınaktı. Aksaray yakınında Keykubat kervansarayını 20.000 asker ile kuşatan bir Moğol kumandasının orada iki ay zarfında bir Türk beyini teslim alamadığını kaydedersek bu binaların emniyeti hususunda tam bir fikir edinmiş oluruz.

Uzaktan bakılınca bir kale, içlerine girildiği zaman kervan kafilelerinin her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak bir teşkilâta sahip olan bu binalar nicelik bakımından da nitelik bakımından da İslâm dünyasının başka bölgelerinde emsaline rastlanmayacak bir kıymet taşırlar. Selçuklu sultanları ve yüksek devlet adamları büyük ticaret yolları üzerinde hemen her menzillik (takriben 30-40 kilometrelik) mesafede bir kervansaray yaptırmışlardır.
Evliya Çelebi vakıf kervansaraylardan söz ederken Lüleburgaz’daki Mimar Koca Sinan yapısı Sokollu Mehmet Paşa Kervansarayı’nı şöyle anlatır:

“Kapının önünde didebanlar nigâhbanlık ederler, akşamları kervansarayın kapısı mehterhâne çalınarak merasimle kapanır, kapıcılar vakıftan kandiller yakıp kapı dibinde yatarlar.

Gece yarısından sonra bir yolcu gelirse kapıyı açıp içeri alırlar. Vakıftan hayvanlarına yem, kendilerine yemek çıkarırlar, fakat zinhar içerden dışarıya kimseyi çıkarmazlar. Zira şart-ı vâkıf böyledir.

Sabah olduğunda mehter çalınarak kapılar açılır, yolcular hazırlanırdı. Bu sırada dolaşan münâdî:
- Ey ümmet-i Muhammed, maldan candan bir eksiği olan var mıdır? diye bağırır, yolcular:
“Allah, hayır sahibine -hayatta ise selâmet- ölmüş ise rahmet eylesin. Bir eksiğimiz gediğimiz yoktur” derlerse, kapılar açılır.

- Öyle ise buyurun, Allah gidenlere selâmet, kalanlara rahat versin.

Yollarda gâfil gitmen, bisât gaib itmen, herkesi refik itmen, yürün Allah âsân getüre. (Yollarda oyalanıp zaman kaybetmeyin, herkesi arkadaş edinmeyin, haydin Allah işinizi rast getirsin.) diyerek uğurlarlardı.” (Özdamar, a.g.m., s.10)

İslâm dininin misafirperverliğe ve hayırseverliğe verdiği önemin neticesi olarak ortaya çıkan kervansarayların bir benzeri, ortaçağ Avrupa’sında olmadığı gibi, düşüncesi bile mevcut değildi. İslâm tarihinin önceki devirlerinde olduğu gibi, Osmanlılarda da bu güzel ve faydalı eserleri uzun bir zaman halkın hizmetinde kullanmışlardır.