Makale

Din Hizmetinde Gönül İnsanı Olabilmek

Dr. Ömer Yılmaz
DİB Uzman

Din Hizmetinde
Gönül İnsanı
Olabilmek

Atalarımız "kem aletle kemâlât olrnaz" demişlerdir. Bu söz bile biz din görevlileri için tek başına her açıdan donanımlı (mücehhez) olmayı öğütlemek için yeterlidir. Artık eskiye oranla günümüzde pek çok şeyin değiştiği, klâsik din hizmetinin taleplere yeterli cevabı veremediği, dolayısıyla hem bu hizmeti sunan görevli, hem de muhatap kitlenin beklentilerinin farklılaştığı görülmektedir. Bir de buna dünyanın içinde bulunduğu konum, küreselleşme olgusu, dünyevileşme, ulaşım ve iletişim vasıtalarının baş döndürücü şekilde arttığı gibi, birtakım etkenler de eklenirse, yeni bir şeyler söyleme zamanının artık geldiği görülecektir. Bununla birlikte bilgiye dayalı, ahlâk eksenli yüksek bir din hizmeti sunmak için ciddi bir eğitim seferberliğine ihtiyacımız vardır.
Üstelik milletimizin kültür hayatı, din hizmetini sunarken gönül adamı olabilmede kendilerinden istifade edebileceğimiz çok sayıda gönül erleriyle doludur. Ahmet Yesevî (ö. 562/1167), Ahî Evrân (ö. 660/1271), Hacı Bektaş-ı Veli (ö. 669/1271?), Mevlânâ Celâleddin Rumî (ö. 672/1273), Yunus Emre (ö. 721/1321) başta olmak üzere Türk-islâm anlayışının oluşmasında katkıları olan gönül erleri bunlardan bazılarıdır. Öyleyse önce işe hedef tespitiyle başlamak gerekir.
1- Hedef tespitini iyi belirleme
Din görevlilerinin muhatabı insandır. Hiç şüphesiz insan eğitimi diğer ilim dallarına oranla daha önemli bir yer işgal etmektedir. Eğer kendimize, "Bu görevi niçin yapıyoruz?" sorusuna ikna edici bir cevap verebilirsek, hizmetin yürütülmesinde hayli mesafe alabileceğimizi söyleyebiliriz. Nitekim merhum Erol Güngör; "İnsan, kendi kendinin farkına varma derecesine göre yaptığı işlerin, davranışların gerçek gayesini anlama yolunda önemli mesafeler kat edecektir" der. (Bkz. Erol Güngör, Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, İstanbul 1995, ss. 63-64)
Ancak ne var ki asrımızda gelişmenin tek yönlü algılandığı, gönlün ihmal edilip iç huzursuzlukların arttığı, ilişkilerin madde ve menfaat etrafında odaklandığı yönünde genel bir kanaat söz konusudur. Yine değer yargılarının yozlaştırıldığı, sevgi, kardeşlik, diğerkâmlık, ince telkin, gerçeğe adanmışlık gibi erdemlerin hak ettiği kıymeti bulamadığından şikâyet edilmektedir. Öte yandan kuru bir anlatımın din hizmeti sunumunda yetersiz kaldığı görülmektedir. Çünkü ölçütler nitelikten ziyade niceliğe ve istatistiğe indirgenmiştir. Oysa insan bahusus din görevlisi "niçin" yaşadığının farkında olursa hayatını anlamlandırmada ve hedef çizmede daha başarılı olacaktır.
Fiilen din görevinde bulunanların hedef tespitinde Hz. Peygamber imdadımıza yetişmektedir. Hz. Peygamber’in, "Ey Muhammedi Mal istiyorsan mal, reislik istiyorsan seni başımıza reis yapalım, yeter ki bizim dinimize dokunma" teklifleri karşısında, onun, "bir elime ayı, öbür elime de güneşi verseniz, ben bu davamdan vazgeçmem" cevabı bize gerekli ipuçlarını vermektedir. (A. Himmet Berki, O. Keskioğlu, Ha- temül Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, DİB Yayınları, Ankara 1991, s. 86)
Kur’an ise dinin anlatılmasını kastederek, "Buna karşın sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir" (Şuarâ, 109,127, 145, 164,180) ayetine yer vermektedir.
Tüm bunlara ilâveten millet olarak İslâm’a hizmet etmeyi hep amaç edinmiş onurlu bir geleneğe sahibiz. Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır (Ö.1942) Maide suresinin 54. ayetini yorumlarken; bu hususta milletimizi kastederek ecdadımızın Islâm’a hizmetini övmektedir. (E. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, (Eser Kitabevi) İstanbul trz., c. ıx, s. 1720) Gerçekten de milletimiz hadisten mülhem slogan- laşmış haliyle "Halka hizmeti Hakka hizmet" (Ibn Hanbel, Müsned, ıı/ 404) olarak algılamış ve bu maksat etrafında çalışmıştır.
Netice itibariyle hedefimizi iyi tespit edip, aşk ve sevda ile bu işe odaklanamadığımız takdirde doğrusu bu hizmette çok verimli neticeler elde edemeyiz. Bu görevi yürütürken Allah rızasını ön plânda tutan, yaptığı vazifeye aşk ve sevda ile bağlı Anadolu gönül erlerinden de bu anlamda yararlanacağımız çok şeyin bulunduğuna inanıyoruz.
2- Anadolu gönül erlerinin hizmet anlayışından yararlanma
Anadolu, Rumeli hatta Uzakdoğu’nun İslâm’a girmesinde gezginci dervişlerin rolü, (Mustafa Çağrıcı, "Davet", DİA, c. IX, ss. 16-19) yine Balkanların Islâm’a girmesinde Ahmet Yesevî (Ö.562/1167) ekolünden biri olan Sarı Saltık’ın öneminden bahsedilmektedir. (Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, (DIB Yayınları) Ankara 1993, s. 54)
Bir ilim adamımız, bu insanların yeryüzünde gerçekleştirdikleri fütuhatı iç âlemdeki fetihlerin dışa yansımasının bir sonucu olarak görmekte ve bunun için gittikleri yere adalet götürdüklerine, insanlara şefkat ve merhametle muamele ettiklerine değinmektedir. Aynı ilim adamı devamla, bu kimselerin her çeşit cemaate ve kavme geniş hürriyet tanıdıklarını, onlara hoşgörü gösterdiklerini sözlerine eklemektedir. (Süleyman Uludağ, insan ve Tasavvuf, (Mavi Yayıncılık) İstanbul 2001, s. 188)
Bugün bile Avrupa ve ABD gibi dünyanın gelişmiş ülkelerinin bulunduğu bölgelerde İslâm’ın her geçen gün daha fazla kabul görmesinde, Anadolu barış kültürünün teşekkülünde önemli rol oynayan Mevlânâ, Yunus Emre vb. şahsiyetlerin bulunduğu bir gerçektir. Mevlâ- nâ’nın cenazesine muhtelif dinlerin temsilcileri başta olmak üzere, çok sayıda müslim gayrimüslimin katılması, ölümüne ağlaması ve bugün bile onun farklı din ve etnik kökenden sempatizanlarının bulunması, Mevlânâ’nın hakikatin sujesi olan insana verdiği değeri göstermektedir. (Osman Cilacı, "Mevlânâ’nın Gayr-ı Müslimlerle Münasebetlerine Dair Bir inceleme", Din Öğretimi Dergisi, Ankara 1989, s. 30)
Yunus da bizim görevimizin hassasiyetine işaret edercesine önemli bir noktaya değinmekte ve "Ben gelmedim davi için, benim işim sevi için; Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim" demektedir. Buradaki anahtar kavram "gönül" dür. Gönle hitap etmeyen ve gönülsüz yapılan iş her iki taraf için de başarısız olmaya mahkûmdur. Zira bir yazarın da dediği gibi, derinsiz bir dindarlık, özden ziyade şekle, formaliteye vurgu yapıp, bunun sonucunda ortaya şekilci ve mekanik bir dindarlığın çıkmasına sebebiyet verecektir.
(M. Hayri Kırbaşoğlu, ’’Dini Yayıncılıkta İlmihaller ve Temel Dini Bilgiler Meselesi" Türkiye I. Dini Yayınlar Kongresi DİB Yayınları, Ankara 2004, s. 216)
Üstelik dinin, din ve vicdan hürriyetinin tarifinde, "kişinin kendi istek ve iradesiyle, zorlamaya yer vermeksizin" ifadesinin yer alması da işin bu boyutunu göstermektedir. (Geniş bilgi için Bkz. Komisyon, Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB Yayınları, Ankara 2005, ss.121-125)
Gerçekten de din hizmeti gönlünü bu göreve tahsis edememiş, bu hizmeti sevememiş, benimsememiş ve özümseyeme- miş insanlarla yürütülebilecek bir görev değildir.
Din hizmetinde fedakârlık, hassasiyet, samimiyet, hasbîlik, hoşgörü, sabır, ince ruh, halis niyet, feraset, kanaat, ilim ve irfan, edep ve ahlâk gibi insanın deru- nî boyutunu ilgilendiren pek çok özellik büyük önem arz etmektedir. Diyanet İşleri Başkanımız da; "Nerede bir yara varsa sizler saracak, nerede dargınlık varsa sizler barıştıracaksınız. Çünkü bizim misyonumuz, sevecen, sıcakkanlı ve kuşatıcı din adamlığıdır." sözleriyle konunun gönül boyutuna dikkat çekse gerektir. (Ali Bar- dakoğlu, Diyanet Haber Bülteni, sayı 187, Temmuz 2006, s. 3)
3- Örnek yaşantı sahibi olma
Aslında İslam’da bir din adamı için "örnek yaşantı"nın gerekliliğinden söz etmek fazlalıktır. Biz buna tasavvuf literatüründe "kâl ilmi" değil, "hâl ilmi" diyoruz. Bir başka ifadeyle din hizmeti sunan kimsede hâl (yaşantı) kâl (söz)den önce gelmelidir. İslâm’ın başkasına anlatılmasında en temel ilke nasihat olduğuna göre, dini salt dil ile anlatılan şeylerden ibaret görmek mümkün değildir. Hatta sözün ötekine tesir edebilmesi için anlatan kimsenin onu yaşaması gerekir. Eğer söz dilden çıkarsa tesir açısından kulaktan öteye geçemez, buna karşın eğer söz kalpten çıkarsa, gönülde yer eder.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’in; "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?" (Saf, 2) ayeti de buna işaret etmekte ve bir tür eylem-söylem uyuşması ile tutarlı olmaktan bahsetmektedir. Yine Hz. Peygamberin davetinin başarıya ulaşması da, bizzat kendisinin tebliğ ettiği dine samimiyetle bağlanması ve dinin prensiplerini kendi hayatında fiilen uygulamış olmasından kaynaklanmaktadır. (İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, (DİB Yayınları) Ankara 2003, s. 263)
Sonuç
Din görevlisi bütün olup bitenlerin farkında olarak, öncelikle mensup olduğu mesleğe "gönül boyutu" ile katılmalı, din hizmeti sunumunda vizyon ve misyon sahibi olarak yeni teknik ve metotları kullanmaktan geri kalmamalıdır. O, bu hizmeti sunarken başkalarının yaptığı hatalara düşmeden, kimsenin ayıbını yüzüne vurmadan, söz ve sohbetlerinde şahısları hedef almadan, ama hata ve yanlışları da münasip bir üslûpla düzeltme yolunu seçmelidir.
Din görevlisi dini tecrübenin duygusal ve estetik boyutunu göz önüne almalı, dinin akıl ve tefekkür kadar, kalp ve gönle de hitap ettiğini unutmamalıdır.
Din görevlisi bu hizmeti sunarken dünyevî menfaati öncül- leştirmeksizin hareket etmeli, "Dinde zorlama yoktur" (Bakara, 256), "(Resulüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!" (Nahi, 125) ayetleri doğrultusunda insanlara dini anlatmalıdır.
Din görevlisi "Hademe-i Hayrat" kavramının manasına vâkıf olmalı, söz ve sohbetinde, hal ve davranışlarında Mevlânâ’nın tüm insanlığı kucaklayan gönül genişliğini, Yunus’un içtenliğini, Hacı Bektaş’ın insanlık sevgisini uygulamalıdır.
Sözün özü; din görevlisi Anayasamızın 1 36. Maddesinin kendisine sorumluluk olarak yüklediği "Din konusunda toplumu aydınlatma" görevini yaparken, Hacı Bektaş-ı Veli’nin "incinsen de incitme" anlayışıyla hareket etmeli ve kelimenin tam anlamıyla "iyi bir din ve gönül adamı" olmalıdır.