Makale

“Derviş Olan Âşık Gerek”

“Derviş Olan Âşık Gerek”

Mustafa Özçelik

“Derviş olan âşık gerek yolunda hem sâdık gerek
Bağrı anın yanık gerek can gözleri açık gerek.”
Niyazi Mısrî

Tasavvuf anlayışı, Ahmet Yesevî ile Orta Asya’da doğdu. Anadolu sahasında ise Yunus Emre ile gelişti. Bu iki büyük ismin açtığı yolda çok sayıda mutasavvıf şair yetişti. Bunlardan biri de XVII. Asırda yaşayan Niyazi Mısrî’dir.
Niyazi Mısrî’nin şiirlerinin öznesi de “derviş” kelimesidir. Tasavvuf düşüncesinin en temel kavramlarından biri olan bu kelime, sufilik yoluna giren kişiyi ifade etmek için kullanılır. Tasavvuf, bir yol derviş de bu yola giren yolcudur. Yolculuğun selâmetle yapılabilmesi için dervişte yani yolcuda kimi temel vasıfların bulunması gerekir. Bu yüzden her mutasavvıf şair, yeri düştükçe şiirlerinde bu meseleye de temas eder ve dervişlerin vasıflarını sayar.

Niyazi Mısrî’nin bu şiirinde de aynı durum söz konusudur. Ona göre dervişliğin ilk şartı âşık olmaktır. Bu aşk tabii ki Cenab-ı Allah’a duyulması gereken yoğun muhabbeti ifade eder. Sevgi, kendinden ibaret bir kavram değildir. Bu yüzden başka vasıflarla birlikte mana kazanır. Mısrî’ye göre aşktan sonra gelen vasıf ise sadakattir. Yani dürüst, dosdoğru olmak, istikamet üzere hareket etmektir.

Hakikat yoluna bu iki temel sıfatı kuşanan kişi yola girebilir. Böylece aşk, samimi niyeti; sadıklık ise dürüstlüğü ifade ederken yine başka sıfatları da kuşanmak gerekmektedir. Mısrî, şiirin devamında bunları “Bağrı anın yanık gerek can gözleri açık gerek” mısraında “bağrı yanıklık” ve “gözleri açıklık” olarak ifade eder. Bağrı yanıklık, yürünülen yolda arzu edilene kavuşmadaki coşku ve hasret duygusu olarak anlaşılabilir. Can gözünün açıklığı ise bütün dikkatiyle zahirden batına yönelme cehdini belirtmektedir.

Hakikate yürürken kuşanılması gereken bir sıfat da tevazudur. “Alçaktan alçak yürüye toprak içinde çürüye” mısraında bu duruma temas eden şair, sözlerinin devamında ise “Aşk ateşinde eriye altın gibi sızmak gerek” derken yolculuğun çetin bir imtihanına işaret etmektedir. Tevazu, benlik duygusundan kurtularak kendini hakikatin ateşine atmak, o ateşte erişmek, Mevlâna’nın ifadesiyle “pişmek, yanmak”tır. Ama bu yok oluş değil hakikat olanda yeni bir varlık ve mana kazanmaktır.

Bu zorlu yolculukta kalbin istikamet üzere olması ise devamlı olarak zikir (Allah’ı anmak) halinde bulunmasıyla mümkün olabilecektir. Zikir, yani Allah’tan bir an bile gafil olmamama halidir bu… Bu kişiyi öyle bir noktaya getirmelidir ki “yana yana kül olmalı”dır. Bu kül olmak meselesi insanı Hak’tan uzak kılan durum ve oluşlardan uzak durmak demektir. Böyle yapan kişi, nefsi olandan uzaklaşacağı için artık “tevhid” içredir. Dervişliğin temel kavramlarını bu şekilde açıklayan Mısrî, eğer bunlara sahip olunmazsa bu yolda yol alınamayacağını belirtir. Ona göre:

“Evyen kişi yol alamaz maksudunu tez bulamaz
Yok olmayan varı bulamaz varını dağıtmak gerek.”

Diyerek bir bakıma buraya kadar söylemek istediklerini bu beyitte özetlemektedir. Yani bütün mesele yolda yol alabilmektir. Bu süreçte kişi evyen olmayacak yani sağa sola bakınarak dikkatini asıl yoldan koparmayacaktır. Çünkü böyle yapan, belirtilen sıfatları kuşanmayan kişi, yol alamayacak, dolayısıyla arzu ettiği sonuca (maksuduna) ulaşamayacaktır. Mesele mutlak anlamda var olana ulaşmaksa kişi önce yok olmayı başaracak, kendine varlık vehmi veren her şeyini dağıtacaktır.

Bu ifadelerin tasavvufî anlayış çerçevesinde elbette bu şekilde izahları yapılabilir ama meseleyi burada bırakmamak ve bunlardan bu dünyaya ait sonuçlar da çıkarmak gerekir. Bu ve benzeri şiirler karşımıza bir insan modeli çıkarmaktadır. Bu insan Hak için yaşayan, bu yolda samimi olan, bu yolun zorluklarına göğüs geren, benliğinin tuzaklarına düşmeyen, Allah’tan bir an bile gafil olmayan bir varlığı ifade eder.

Şimdi düşünelim: Dünyada olup biten onca kötülük, zulüm, haksızlık insanın benlik duygusunu yüceltmesinden ileri gelmiyor mu? Çünkü benliğine esir olan insanın hayat ölçüleri hakikatin değil nefsaniyetin ölçüleridir. İnsan bu ölçüler içinde hareket ettiğinde onun için tek gerçeklik dünyadır. Burada ne doğum öncesi ne sonrası hayat ne de aşkın bir varlık (Allah fikri) yoktur.

Niyazi Mısrî de diğer sufî şairler gibi insana önce kim olduğunu, kim olması gerektiğini, hayatın bir imtihan olduğunu, bu yolda nasıl yürümesi gerektiğini anlatmaya çalışan yol önderleridir. Bizi gaflete karşı uyanık tutmanın ışığını yakmaktadır önümüzde… Bu ışığa tutunan, yüreğini onunla aydınlatan elbette istikamet üzre olacaktır. Onun başka bir şiirindeki şu mısralar da aynı hassasiyetin başka bir şekilde ifadesi sayılmalıdır:

“Nâdânı terk etmeden, yârânı arzularsın
Hayvanı sen geçmeden insanı arzularsın
Men arefe nefsehu kad arafe rabbehu
Nefsini bilmeden Süphan’ı arzularsın.”

Burada “nâdân”lığın “haddini bilmezlik, cahillik” olduğu düşünülecek olursa söylenmek istenen daha anlaşılır hale gelecektir. “Yârân”a ulaşmak için kişi önce bu bilgisizlik ve ölçüsüzlük halinden kurtulmalıdır. İnsan, bedeniyle değil gönlü ve ruhuyla insandır. Gönül ve ruh gerçeğini şuurunda olmayan ise hâlâ “hayvan” katında demektir.

İkinci beyitte geçen “arefe” fiililin arifliğe vurgu yaptığı hatırlanacak olursa demek ki bilgisizlikten bilgi katına, anlayışsızlıktan anlayış seviyesine geçilebilmedir ki kişi kendini tanısın. Yani işin özü bu beyte göre şudur. “Nefsini yani kendini bilen Rabbini bilir.” Çünkü ârif, kendi varlığında fani, Hakk’ın varlığında bakidir. O varlık içinde anlam kazanır. Kendini bilmeden, bulmadan Süphan’ı bulmak, maksuda ermek, yolda menzile ulaşmak mümkün değildir.

İşte tam da bu noktada Mısrî’nin söylediği şu söz hakikat arayışındaki insanın gaflet halini bütün açıklığıyla göstermektedir:

“Taşra üfürmek ile yalınlanır mı ocak
Yönün Hakk’a çevirmeden ihsanı arzularsın
Dağlar gibi kuşatmış benlik günahı seni
Günahın bilmeden gufranı arzularsın.”
İnsana düşen önce bu halden kurtulmak olmalıdır. Yüreğindeki ateşi alevlendirmenin yolu bütün cehdiyle içine dönmekle gerçekleşebilir. İçine dönmek yani kendini bilmek… Hakikat yolunda ayağımıza bukağı olan günahlardan arınmadan hakikatin kapısına varılamaz.


“Yüreğindeki ateşi alevlendirmenin yolu bütün cehdiyle içine dönmekle gerçekleşebilir. İçine dönmek yani kendini bilmek… Hakikat yolunda ayağımıza bukağı olan günahlardan arınmadan hakikatin kapısına varılamaz.”