Makale

Ehl-i Beyt Hukuku

Ehli Beyt
Hukuku

Prof. Dr. Ahmet Yaman
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İslâm hukuk tarihi içinde Ehl-i Beyt mensuplarınca belli bir yönteme göre oluşturulmuş "Ehl-i Beyt Mezhebi" diye nitelendirilebilecek yeknesak bir fıkıh okulunun bulunmadığı bir gerçektir. Her ne kadar Hz. Hüseyin’in (r.a.), oğlu Ali Zey- nelâbidîn’den olan torunu Zeyd b. Ali’ye nispet edilen Zeydiyye ile, bir sonraki nesildeki torunu ve Zeyd b. Ali’nin yeğeni Câfer es-Sâ- dık’a nispet edilen Câferiyye isimli mezhepler fiilen mevcutsa da, her ikisinin de kendilerinden çok sonra ve Ehl-i Beyt’ten de olmayan kişilerce tedvin edilmiş olmaları, özellikle Câferiy- ye’nin değişik etkilerle köklü metodolojik evrimler geçirmiş olması, ilk cümledeki genel tespitin doğru olduğunu göstermektedir.
Bizim burada kullandığımız "Ehl-i Beyt fıkhı" nitelemesi, bu kavramın merkez kişisi olan Hz. Ali’nin (k.v.) belli bir fıkıh yöntem ve uygulamasına sahip olup olmadığı sorgulamasından hareketle, ulaştığımız sonuçları bir çerçeve içine alabilmek ihtiyacından ve hatta kendisini Ehl-i Beyt sevgisinde eritmek (fenâ fî ehli’l-beyt) isteyenlere, tâbi olabilecekleri bir hukuk anlayışının var olduğu iddiasından kaynaklanmıştır.
Dolayısıyla bu yazıda Hz. Ali’nin içtihat anlayışı ve fıkıh yöntemini tespit etmek suretiyle bir Ehl-i Beyt fıkhı profili çizmeye çalışılacaktır.
Öncelikle ve önemle belirtilmelidir ki, Hz. Ali, bütün Müslümanlar için geçerli ve mümkün olan nesnel bilgi kaynaklarına bağlı olarak hüküm tesis edilebileceği kanaatindedir. Dolayısıyla ona göre içtihat, kontrol edilebilir ve sağlaması yapılabilir bir etkinliktir.
Ona göre, hüküm tesisinde ilk kaynak, kuşku yok ki, Allah’ın insanoğluna son yazılı mesajı olan Kur’an’dır:
"Allah’ın kitabı hakkında sorun bana, haydi sorun! Ben her bir ayetin nerede, kim hakkında, hangi olay üzerine geldiğini ve gece mi, gündüz mü, dağda mı, ovada mı nazil olduğunu vallahi bilirim! Kuşkusuz, Rabbim bana akleden bir kalp ve apaçık konuşan bir dil lütfetmiştir." (ibn Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübra, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), 2/338; İbn Abdilber, el-lstîâb, (el-lsâ- be’nin kenarında), Mısır 1 328, 3/43; Hıllî, Nehcü’l-Hak ve Keşfu’s-Sıdk, Kum 1407, s. 240; İbn Hacer, el-lsâbe, Mısır 1328, 2/509; Emin Muhsin, A’yânü’ş-Şîa, Beyrut 1986, 1/329-330,344);
"Ne gözümü bürüyen uyku, ne de başımdaki meşgale beni, Allah Rasulü zamanında Cebrâil’in o gün helâl veya sünnet ya da farz (kitab) olarak ne indirdiğini, hangi emir veya yasakları getirdiğini ve kimler hakkında ayet geldiğini bilmeme engel olamamıştır." (Zeyd b. Ali, Müsned, s. 343; İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dımaşk, yy.(Dâru’l-Fikr) 1996, 42/386,397) gibi SÖZİerİ, bu konuda tereddüde yer bırakmamaktadır.
Diğer pek çok Ehl-i Beyt imamı da "Helâl hükmümüzün kaynağı da haram hükmümüzün kaynağı da Allah’ın kitabıdır" sözüyle (Te- mîmî, Deâimu’l-lslâm, Kahire 1960,1/50) bu tavrı pekiştirmişlerdir.
Onun bu ifadeleri, aynı zamanda, daha sonraki Şiîler ve özellikle ğulât arasında yaygınlık kazanan "imam(lar) vahiy alır. Kulağına üflenir, kalbine ilham edilir. Rüyada bilgi alır. Atalarından kalan gizli kitaplar vardır; fetva ve hüküm verirken ondan istifade eder..." (Küleynî, el-Kâfî, Tahran 1 365, 1/21 3-214, 222, 224, 227, 258) gibi telâkkilerin de yanlış olduğunu ve kendisinden onay alamayacağını göstermektedir.
Buharî’nin Sahîh’inde yer verdiği şu bilgi de, aynı konuda birinci elden bir tavzih hüviyetindedir:
Ebu Cuhayfe, Hz. Ali’ye gelerek, Kur’an’dan başka diğer insanların bilmediği bir bilgi kaynağına sahip olup olmadığını sormuş, Hz. Ali de ona şu cevabı vermiştir: "Tohumu büyüten, canlıları yaratan varlığa yemin ederim ki, hayır! Benim yanımda, sadece Allah’ın kitabı ve herhangi bir Müslü- mana verilen algı kabiliyeti bulunmaktadır. Bir de şu elimde gördüğün sahife. Onda da diyete, esirlerin kurtarılmasına ve bir kâfire karşılık olarak bir Müslümanın öldürüleme- yeceğine dair hükümler bulunmaktadır." (Şâ- fiî, ei-Üm, Beyrut 1993, 7/279; Buhârî, "İlim", 39; "Diyât", 31)
Müslim başta olmak üzere birçok hadis kaynağının rivayet ettiği Ebu’t-Tufeyl menşeli bir başka bilgide ise Hz. Ali, Hz. Peygamber (s.a.s.)’den özel sırlar ve bilgiler almadığı gerçeğini vurgulamaktadır: "Ali b. Ebî Tâ- lib’in yanında idim. Birisi gelerek ’Nebi (s.a.s.) sana sır olarak ne vermişti, bizi bilgilendir’ deyince Ali çok kızdı ve: ’O, diğer insanlardan gizleyip de sadece bana sır olarak hiçbir şey söylemedi.’ dedi." (Müslim, "Edâhî", 43-45; Tirmizî, "Diyât", 16; Müsned, 1/79,81,100,102. Tam tersi iddia ve rivayetler için bkz., Küleynî, age., 1 /239, 242; Hıllî, age., s. 240)
Bu bilgiler bize, Şiî kaynaklarda yer alan "Hz. Ali’nin fıkhı, Peygamber ve Cebrail aracılığıyla Allah’a dayanıyordu (Küleynî, age., 1/53, 213-214, 222, 224, 227, 258, 263; Emin, A’yânu’ş-Şîa, 1/35,49); Ali’nin bizzat yazdığı ve Ehl-i Beyt’e miras bıraktığı 70 zirâ uzunluğunda, her biri 27 satırdan oluşan 13 sayfalık bir ulûmu’l- Kur’an kitabı vardı ve içinde, insanların bütün ihtiyaçlarını karşılamak üzere bizzat Allah Rasulü’nün yazdırdığı bilgi ve hükümler bulunuyordu" (Küleynî, age., 1/242; Emin, age., 1/9093) şeklindeki rivayet tespitlerinin yanlış olduğunu açıkça göstermektedir.
Bu bağlamda Hz. Ali, nesnelliğin bir gereği olarak, metinlerin zâhirine göre yorumlanacağını ve tevilden kaçınılması gerektiğini de belirtmiştir. Onun "Zâhirde karşı çıkılabi- len/yanlışlanabilen, bâtında da yanlışlanır; zâhirde kabul edilebilen bâtın itibariyle de kabul edilebilir" (Temîmî, age., 1/52; (krş., 53,94); benzer bir yaklaşım için bkz., Küleynî, age., 1/38) SÖZÜ
yanında, Hz. Peygamber’den yaptığı şu nakil, bunu göstermektedir: "Bu ilmi, sonradan gelen her nesilde âdil olan bir grup yüklenir ve onu aşırıların tahrifi, batıl taraftarlarının kapkaççılığı ve cahillerin tevilinden arındırır." (Zeyd b. Ali, Müsned, s. 342; bkz., Küleynî, age., 1/32)
Buraya kadar işaret ettiğimiz bilgilere paralel ve dolayısıyla bir anlamda onları destekleyecek bir başka açılım olarak, Hz. Ali’nin kaynaksız/öznel reyci yaklaşımlara mesafeli durduğunu da söyleyebiliriz, (bkz., Ebu Davud, "Tahâra", 63; Küleynî, age., 1/54; İbnü’l-Kayyım, l’lâmu’l- Muvakkıîn, Beyrut 1991,1/46) Nesnel bilginin taşıyıcısı olan âlimlerden, ilimleriyle birlikte göçüp gitmelerinden önce istifade edilmesi gerektiğini söyleyen Hz. Ali, buna gereken önemin verilmemesi hâlinde, eser ve sünnetleri bir tarafa atıp mücerret reyle hüküm veren saptırıcı cahillerin söz sahibi olacağı; böyle bir gelişmenin de ümmetin sonunu hazırlayacağı uyarısında bulunmuştur. (Zeyd b. Ali, Müsned, s. 343) Onun bu uyarısı, kendi uygulamasında da belirleyici olmuş, meselâ Yemen kadısı olarak verdiği kararları, özellikle de içtihada dayalı olanlarını, temyiz ve tasdik amacıyla Medine’nin onayına sunmuştur. (Vekî, Ahbâru’l-Kudât, Beyrut ts. (Âlemu’l-Kütüb), 1/94,96-97) Bu tavrın bir devamı olarak o, konunun inceliklerini tam kavramadan hüküm vermemeyi tavsiye etmiş (Temîmî, age., 1/80); ancak Kur’an’ı çok iyi bilen, nâsih-mensûh bilgisine sahip olan, sünnetin künhüne vâkıf olan ve ferâizi kavramış bulunan kimsenin ic- tihad ehliyetine sahip olabileceğine işaret etmiştir. (Zeyd b. Ali, age., s. 343)
Hz. Ali, Kur’an’ın ve dolayısıyla islâmın standart anlam ve yorumunu, sünnetin taşıdığı görüşündedir. Daha açık bir ifadeyle, ona göre sünnete başvurulmadan Kur’an/is- lâm tam olarak anlaşılmayacaktır. Onun genel teşrî yönteminde sünnetin ikinci ana kaynak konumunda olduğu gerçeği bir tarafa, dinî tartışmalarda Kur’an ile değil de, sünnet ile cevap verme kaygısı buna işaret etmektedir. ibn Abbas’a verdiği şu öğüt, bu hususa parmak basmaktadır: "Hâricîlerle tartışırken Kur’an’ı delil getirme! Zira o, farklı anlamalara müsait bir kitaptır. Sen bir anlam verirsin, onlar başka bir anlam. Onun için sen onları sünnet ile ilzâm et/sıkıştır." Bir ara İbn Abbas "Fakat ey müminlerin emiri! Ben Allah’ın kitabını onlardan çok daha iyi bilirim. Zira o, bizim evimizde nâzil oldu" diyecek olur, ama Hz. Ali aynı cevabı verir: "Kur’an birçok anlamların taşıyıcısıdır. Sen onlarla tartışmanda sünneti merkeze al; çünkü sünnet karşısında kaçacak yer bulamazlar." (Süyûtî, el-itkân, Beyrut 1978, 1/185)
Hz. Ali’nin fıkıh yönteminde ele alınması gereken bir diğer husus, onun, kendisinden önceki uygulamalara sahip çıkması ve bunun bir devamı olarak icma yönünde karar vermesidir. "Bundan önce nasıl hüküm veriyorsanız yine aynı şekilde hüküm verin ki, böy- lece tek bir cemaat olasınız. Zira ben ihtilâfa düşülmesinden endişe ederim." (Abdurrazzâk, el-Musannef, Beyrut 1972, 11/329; Buhârî, "Fedâil", 9; Zehebî, el-Müntekâ, çev. Cemaleddin Sancar, İstanbul 1986, s. 237) sözü ile, hakkında hadis-fıkıh âlimleri epey yorum yapsa da ondan İbn Cü- reyc’in naklettiği: "...Eğer bu konuda daha önce Ömer’in verdiği karar bulunmamış olsaydı mut’aya onay verirdim" (Abdurrazzâk, ei- Musannef, 7/500; Küleynî, age., 5/448) SÖZÜ, bu yaklaşımın ipuçlarını taşımaktadır. Hatta icmaya ters olduğu söylendiğinde, verdiği kararları gözden geçirip şu örnekte olduğu gibi rucû etmesi, onun teşrî sisteminde icmanın ne kadar belirleyici olduğunu göstermektedir:
Ümmü veled cariyenin satıma konu olup olamayacağı sorulduğunda önce, Hz. Ömer’in bu konudaki görüşüne uygun olarak olumsuz cevap vermişken, sonraları satılabileceğini söylemiştir. Bunun üzerine kendi tayin ettiği kadılardan biri olan Abîde (Ubey- de) es-Selmânî’nin, bu konudaki genel anlayışın Hz. Ömer’in görüşü etrafında oluştuğu uyarısını alınca, eski kanaatine dönmüştür. (Zehebî, age., s. 237,255,293. krş. Zeyd b. Ali, age., s. 246; Şâfiî, age., 7/276)
Aynı düşünceyledir ki o, Hz. Ebu Bekr’in (r.a.) Hz. Fatıma’yı üzdüğü söylenen Fedek arazisiyle ilgili hükmünü; Hz. Ömer’in teravihi mescitte cemaatle kıldırma uygulamasını; Hz. Osman’ın cuma namazı için ihdas ettiği ikinci ezan tatbikatını aynen devam ettirmiştir. (Zehebî, age., s. 281, 284, 293, 412)
Hukukun kaynaklarına ilişkin bu temel yaklaşımlara sahip olan Hz. Ali’nin takip ettiği fıkıh yöntemi konusunda en dikkat çekici husus, onun kıyasçı bir çözümleme mantığına sahip oluşudur. İki ana kaynak olan Kur’an ve sünnetteki verili hüküm çerçevesini ve hukuk düşüncesini aşmama kaygısı, onu, bir şekilde benzerlik ilişkisi kurabildiği sürece, bu iki kaynakla sınırlı bir çözümleme ye götürmüştür. Bu sebepledir ki o, Kur’an ve sünnet konusunda oldukça hassastır.
İşte bu iki temel kaynak (asi) ve illet birlikteliği sağlanabildiği ölçüde bu asıllara göre yapılan kıyas, onun hüküm ve fıkıh kaynağının temelini teşkil etmektedir. Hatta daha sonra adına kıyasü’ş-şebeh denilecek olan ve asıl ile fer arasındaki bir tür benzerliği hüküm intikali için yeterli gören, hayli tartışmalı hüküm verme biçimi, Hz. Ali’nin verili hukuk çerçevesiyle kayıtlı kalma adına tercih ettiği bir yöntem olmuştur.
Meselâ homoseksüel beraberlikleri, cinsel ilişki benzerliğine binaen zina kapsamında değerlendirmesi (Zeyd b. Ali, age., s. 300; Şafiî, age., 7/290; Şeyh Sadûk, Men Lâ Yahduruhu’l-Fakîh, Kum 141 3, 4/42), zina zanlısı kadının, mülâane sonucu kocasıyla nikâh bağı kalmaması örneğinden ve zina benzerliğinden hareketle, zina eden erkeğin de karısından tefrikine hükmetmesi, yani zinayı, her iki taraf için de bir tefrik sebebi sayması (Ibn Hazm, el-Muhallâ, Beyrut 1988, 9/63; ibn Kudâme, el-Muğnî, 7/108-109; benzer bir tatbikatı için bkz., şâfiî, age., 7/268), bu çerçevede hatırlanabilir.
Onun bu kıyasçı çözümleme yöntemine rağmen, sonraki Caferî - İmâmîlerin kıyas karşıtı tavırları (Temîmî, age., 1/89-93; Küleynî, age., 1/ 43, 56-58; Hıllî, age., s. 402-403) dikkat çekicidir.
Buraya kadar arzedilenler gösteriyor ki, Hz. Ali, naslarla belirlenmiş hükümlere harfiyen uyan ve bir şekilde benzetebildiği sürece yeni karşılaşılan meseleleri bunlara kıyaslamalar yaparak çözen bir yöntem izlemiş, dolayısıyla herkesin kontrolünü yapabileceği bilgi kaynaklarını kullanmıştır.
Ehl-i Beyt mensuplarının tabi olduğu hukuk rejimine gelince; önce şu genel ilkeyi belirtmeliyiz: Ehl-i Beyt de, aşağıda gelecek olan birkaç istisna dışında, herhangi bir Müslüman için söz konusu olan hükümlere tabidirler. Yani diğer bireylerle genel itibariyle aynı haklara sahip oldukları gibi, aynı sorumluluklarla da mükelleftirler. Bununla birlikte, fakihler arasında kimi görüş ayrılıkları olmakla birlikte ŞU konularda (Bu noktadan itibaren ana- hatlarıyla değinilecek olan hususlar, Temîmî’nin Deâimu’l- Islâm, Kâdî Iyâd’ın eş-Şifâ; Ibn Kudâme’nin el-Muğnî, Ne- vevî’nin Ravdatü’t-Tâlibîn, Zeylaî’nin Tebyînü’l-Hakâık, Derdîr’in eş-Şerhu’s-Sağîr isimli eserleri ile el-Mevsûatü’l- Fıkhiyye ve TDV İslâm Ansiklopedisi’nin ilgili maddelerinden derlenmiştir.) onlara özel bazı uygulamalar da vardır.
a. Humus hissesi: Enfâl Sûresi’nin 41. ayetinde ganimetin, Haşr Sûresi’nin 7. ayetinde feyin harcama yerleri arasında Allah, Rasulü, yoksullar, yetimler ve yolda kalmışlarla beraber zevi’l-kurbâ nitelemesiyle Hz. Peygamber’in yakınları da sayılmıştır. Buna göre ganimet gelirlerinin humusundan (beşte birinden), fey gelirlerinden de oransız olarak istifade etme hakları bulunmaktadır. Şiî hukukçularla birlikte Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri bu istifadenin sürekli olduğunu söylerken Hanefî ve Mâlikîler bu hususta devletin inisiyatif sahibi olduğunu belirtmişlerdir. Hatta Hanefîler humusun, Hz. Peygamber’e olan nus- ret/destek ve sohbet/birlikte olma illetine bağlı olduğunu, onun vefatıyla birlikte illetin sona erdiğini, buna bağlı olarak da humus ve fey gelirlerinin devletin uygunh bulacağı yerler başta olmak üzere yetim, yoksul ve yolda kalmışlara harcanacağını söylemişlerdir.
Esasen gerek Hz. Peygamber’in humusu her zaman zevi’l-kurbâya dağıtmayıp ihtiyaç anında sarfetmek üzere bekletmesi, gerek râ- şit halifeler döneminde mübrem ihtiyaçlar için harcanması yönündeki bilgilerimiz, Hanefî içtihadını teyit etmektedir.
Bu içtihat lehinde değerlendirilebilecek olup üstelik bizzat Şiî kaynakların da naklettiği çok daha ilginç bir bilgi olarak kaydedelim ki, Hz. Ali "Şimdi buna ihtiyacımız yok, oysa diğer müslümanların daha çok ihtiyacı var" diyerek, Hz. Ebu Bekr ve Ömer dönemlerinde Ehl-i Beyt adına humus alacaklarını hâzineye bırakmıştır. Zekât gelirlerinin harcama yerlerinden daha fazla olduğu, bir başka ifadeyle zekât bütçesinin fazla verdiği bir zamanda Ömer b. Abdilaziz’in humus paylarını Ehl-i Beyte göndermesi de bu çerçevede değerlendirilmelidir.
b. Sadaka ve zekât alamamaları: Fakihlerin ortak kanaatine göre Ehl-i Beyt’ten olanlar zekât alamazlar. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, torunu Hz. Hasan’ın elindeki zekât hurmasını görünce atmasını isteyip "Bize zekât almak helâl değildir" buyruğu ile "Ey Hâ- şimoğulları! Allah size, insanların kirve pisliklerini haram kılmıştır; onun yerine ganimetin beştebirinin beştebirini vermiştir" sözü, bu hükmün ana dayanaklarını oluşturmaktadır. Esasen devlet bütçesinin fey ve ganimet gelirlerinden belli hisseleri bulunduğunu belirten ayetler de onları böyle bir sadaka gelirine muhtaç olmaktan korumuştur.
Hz. Peygamber hayattayken câri olan bu hükmü, daha sonraları Hanefî ve Malikî fa- kihler, birisi asıl olmak üzere iki gerekçeye bağlı olarak esnetmişlerdir. Gerekçelerin asıl olanı, yukarıda da zikredildiği gibi, hâzineden verilen tahsisatın Hz. Peygamber’e olan destek ve himayelerinden kaynaklandığı; vefatıyla birlikte artık buna gerek kalmadığıdır. İkincisi ise, bütçe uygulamalarındaki aksaklıklar sebebiyle Ehl-i Beyt’e tahsisat ayrılıp ödenememesidir. Bu iki mezhebin dışında Şâfiî ve Hanbelîler de dahil olmak üzere çoğunluk, zekât alma yasağının daimi olduğu kanaatindedirler. Aynı ihtilâf, keffâret, adak, ihram cezaları ve öşür gibi ödemelerde de bahis konusudur.
Farz olan ödemeler dışında tatavvu olan sadakalarla vasiyet ve vakıf uygulamalarına gelince, müçtehitler arasında bazı ihtilâflar bulunmakla birlikte genel itibariyle bunların, malın kiri ve pası olarak değerlendiril- memesinden hareketle Ehl-i Beyt’e yönlendirilebileceği benimsenmiştir. Zaten Ehl-i Beyt mensuplarının uygulaması da bu yönde olmuştur.
Nitekim onlar, yollarda herkes için hazırlanan sebillerden istifade etmişler ve bunun yasak olan sadaka kapsamına girmediğini beyan etmişlerdir.
c. Kendilerini rahmet ve saygıyla anmak anlamında salâvat getirmek: Fukaha çoğunluğu, peygamberler ve melekler dışındaki varlıklara, ancak tebean salât edileceğini söylemiştir. "Size nasıl salât edelim" sorusuna cevap verirken Hz. Peygamber "Allahümme salli alâ Muhammed ve alâ âli Muhammed..." buyurarak, kendisine tebean âline de salâvat getirileceğini göstermiştir. Sahih rivayetlerin bir kısmında "âl"in açılımı olarak değerlendirilebilecek tarzda "Allahümme salli alâ Muhammed ve ezvâcih ve zürriyyetih ve ehli beytih" tafsilâtı vardır.
Bununla birlikte âl-i Muhammed tamlamasının bütün icabet ümmetini kapsadığını dile getiren yorumlar da bulunmaktadır.
Bu bilgiler bize, Ehl-i Beyt’ten olan isimler bağımsız olarak anıldığında salavat getirilmeyeceğini, ancak Hz. Peygamber ile birlikte salâta dahil edilebileceklerini göstermektedir. Kaldı ki, bir yoruma göre kendisi de Ehl-i Beyt üyesi olan Abdullah b. Abbas, Peygamberden başkasının salât-selâm ile anılmasının doğru olmadığını söylemektedir.
d. Dil uzatmak, onur kırıcı ithamlarda bulunmak ve alay etmek anlamında sebb:
Aynı zamanda Hz. Peygamber’in ashabı olmuş olan Ehl-i Beyt’e sebbetmek, bizzat peygambere olan nefret ile açıklanmıştır. Zira kendisi, onlara yapılan eziyetin kendisine yapılmış sayılacağı ikazında bulunmuştur. Daha vurgulu bir başka sözlerinde "Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâ- netinin böyle kimseler üzerdi- ne olması" yönünde bedduada bulunmuştur.
Konuyu inceleyen fakihler, Ehl-i Beyt’e sebbeden kimselerin kâfir olmayacaklarını ama caydırıcı tarzda bedenî cezalar ile hürriyeti kısıtlayıcı cezalara çarptırılacakları hükmünü benimsemişlerdir.
e. İmâmet (Devlet başkanlığı ve namaz imâmeti): Bildiğimiz kadarıyla klâsik dönem müctehitlerinin çoğunluğu, halife/devlet başkanının Ehl-i Beyt’ten olması şartını aramamışlardır. Zaten ilk üç halifenin bu aileden olmaması da bu şartın aranmayacağının bir göstergesidir. Namaz imâmetine gelince, bu konuda nesep değil de namaz hükümlerini layıkıyla bilip uygulama önem arzettiğinden Ehl-i Beyt’ten olmak, bir öncelik sebebi sayılmamıştır. Ancak liyakatte eşitlik söz konusu ise, nesebin saygınlığına binaen bir Ehl-i Beyt üyesinin öncelenmesi uygun bulunmuştur.
Burada son söz, kulaklarımıza küpe olacak bir tavsiyesiyle, Ehl-i Beyt fıkhının imamı Hz. Ali’nin olsun:
"Size gerçek fakihin kim olduğunu bildireyim mi? O, Allah’ın rahmetinden insanların ümidini kestirmeyen, azabına karşı da güvence vermeyen; haramları hakkında cevaz fetvası yetiştirmeyen ve Kur’an’ı bir tarafa bırakıp da başka şeye rağbet etmeyen kimsedir. Bilin ki, derin anlayış (tefakkuh) ve düşünüşün (tefekkür) bulunmadığı bir ilimde hayır yoktur. Uyanık olun! Üzerinde düşünülmeyen Kur’an okunuşunda, tefekkürü olmayan kullukta da hayır yoktur." (Küleynî, 1/36)