Makale

Hicret-Tebliğ ilişkisi

Hicret- Tebliğ
İlişkisi

Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

1426. yılını idrak ettiğimiz hicretin, Hz. Peygamberin aslî ve vazgeçilmez görevi ve temel misyonu tebliğ ile nasıl bir alâka ve irtibata sahip bulunduğunu kavramaya çalışmak, günümüz tebliğ faaliyetlerine derinlik ve dinamizm kazandıracaktır. Bu sebeple biz bu yazıda yeni hicrî yıl dolayısıyla konuya ait düşüncelerimizi okuyucularla paylaşmak istedik.
Tarihî anlamı dikkate alınınca hicret, Mekke’den Medine’ye uzanan tebliğe imkân arama yolculuğu, davaya hizmet yürüyüşüdür. Tebliğ ise, en özlü ve en kapsamlı anlamıyla -eylem olarak- İslâm’ı insana ulaştırmak demektir.
Mâhiyet olarak tebliğ, peygamberlerin en temel görevi ve söylemi; hicret Allah elçilerinin, tebliğ önderlerinin ortak kaderi ve eylemidir. Tebliğ; tevhid ve iyilik çağrısı, hicret; söz konusu çağrıya "duyduk ve uyduk" (Bakara, 285) diyeceklere, destek vereceklere kavuşma yolculuğudur.
Yapısal olarak, hicrette terk; tebliğde duyurma esastır. Hicrette vuslat, tebliğde muhatabın kabulü ikinci aşamadır ve "sıhhat" şartı değildir. Nitekim; "Kim evinden, Allah’a ve O’nun Peygamberine hicret niyetiyle çıkıp da sonra kendisine ölüm yetişirse, onun mükâfatını vermek Allah’a aittir" (Nisa, 100) ve "Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir" (Şûra, 48. Ayrıca bk. Âl-i Imrân, 20; Mâide, 99; Ra’d, 40) ayetleri bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.
Tebliğ ve hicret, ilim ve irfan, mektep ve mabet gibi ayrılmaz İkililerdendir. "Ey inanmış kullarım! Benim (yarattığım) yeryüzü geniştir. O hâlde güven içinde olacağınız yere gidip yalnız bana kulluk ediniz" (Ankebut, 56) emri, hem tebliğin vazgeçilmezliğini hem de hicretin gerekliliğini hatırlatıp ikisinin de ihmal edilemezliği bilincini pekiştirmekte, tebliğ için hicretin göze alınması gerekli yol ve yöntemlerden olduğunu bildirmektedir.
Tebliğ, tevhid işçiliği ise, hicret bu imkânı yakalayabilme eylemi ve hareketidir. Hareket bereket demektir. Hicret, tebliğ bereketinin fiilî dilekçesi olup söylem ile eylemi birleştirmektir.
Tebliğ ve hicret arasında sebep-sonuç bağlantısı açıktır. Birini diğerine sebep, ötekini berikine sonuç yapmak mümkündür.
Tebliğ, hicreti doğurmuş; hicret, tebliği yoğurmuştur. Mekke, Hz. Peygamber’in yürüttüğü tebliğe rıza gösterip tahammül edebilseydi, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’yi terketmeyecekti. O bu durumu hicret esnasında Hazve- re mevkiinde Mekke’ye dönerek söylediği şu hicran ve özlem dolu sözleriyle dile getirmiştir: "Sen, Allah katında beldelerin en sevimlisisin. Çıkarılmamış olsaydım, senden ayrılmaz, senden başka bir yeri yurt tutmaz, yuva kurmazdım!" (Bk. Tirmizî, Menâkıp 69) Bu beyân-ı peygamberi göstermektedir ki hicret, tebliğin mecburî/zorunlu sonucu olmuştur.
Hz. Peygamber’in Medine’yi teşrifleri, yani hicreti sonrasında ise tebliğ, daha özgür ve serbest bir ortamda ve yönetim düzeyinde resmen gerçekleştirilebilir hâle gelmiştir.
Hicret yolculuğunun Medine ucunda, bitime yaklaşıldığı noktada yaygın ve resmî tebliğ derhal başlamış, bu andan itibaren âdeta İslâm tebliği dünyaya açılmıştır. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem daha Medine’ye varmadan, Ranûna vâdisinde ilk cuma namazını kıldırmış ve ilk kez resmî tebliğini, ilk hutbesini irâd buyurmuştur. Daha sonraki yıllarda çevredeki kabilelere ve o günün güç odakları olan İran ve Bizans gibi büyük devletlere elçiler ve davet mektuplarıyla "İslâm ol, kurtul" (Buharî, Bed’ul-vahy 6; Cihad 102;
Müslim, Cihad, 74) çağrısı ulaştırılmıştır. Bu tarihî olgudan hareketle hicreti, İslâm tebliğinin ve medeniyetinin toplum ve yönetim zeminini oluşturan zorlu ve fakat kutlu yolculuktur diye tanımlamak mümkündür.
Mekke’den Medine’ye yönelik olarak gerçekleşen 1426. yıldönümünü idrak ettiğimiz tarihî olgunun bittiğini ilân eden Lâ hicrete ba’de’l-feth = Mekke’nin fethinden sonra hicret sona ermiştir. Fakat cihad ve cihad niyeti vardır" (Buharî, Sayd 10, Cihad, 1, 27, 194; Meğâzî 53; Müslim, Imâre 86; Tirmizî, Siyer 33; Nesâî, Bey’at 15) hadisi, asla tebliğ-hicret ilişkisini sonlandıran bir beyan değildir. Sadece, hicretin temel amacı olan, İslâm tebliğinin fethettiği Mekke’yi bundan böyle müminlerin terket- mesine gerek kalmadığını ilân etmektir. Yoksa tebliğin bir anlamda doruk noktası olan cihad ve cihad niyetiyle yapılacak hicret, doğası gereği kıyamete dek geçerliliğini koruyacaktır. Çünkü cihad, esasen tebliğin uygulama yol ve yöntemlerinden sadece biridir. Tebliğ ise, başlı başına bir cihaddır. Hicret’e gelince o, bütün birimleriye tebliği içeren bir eylemdir. (Geniş değerlendirme için bk. Çakan, Olay ve Ölçü Olarak Hicret, İstanbul, 2004, Rağbet yayınları)
Büyüğü-küçüğü, silâhlısı-silâhsızı, sıcağı ve soğuğuyla her çeşit cihad-farklı boyutlarda da olsa, seferi yani yolculuğu gerektirir ve yurttan- yuvadan ayrılığı gündeme getirir. Bunun adı tam anlamıyla hicrettir. Çünkü hicret, şirki ve müşrikleri terketme anlamıyla mekânda, haramları terk mânâsıyla da zamanda gerçekleşen kutlu bir eylemdir. "Ben müşriklerin arasında ikâmete devam eden Müslümanlardan uzağım." (Ebû Davud, Cihad 95; Nesâî, Kasâme 27) "Gerçek muhâcir, Allah’ın yasakladıklarından uzak duran, haramları terkeden- dir" (Ebû Davud, Vitr 11; Nesâî, Zekat 49; Bey’at 12; Dâ- rimî, Salât 135; Ahmed b, Hanbel, Müsned, II, 160, 191, 192, 195, 224, 391; III, 412; IV, 114, 385) hadisleri bu iki tür hicreti anlatmaktadır. O halde bu haliyle hicreti, temel niteliği tevhid çağrısı olan tebliğden ayrı görmek ve düşünmek imkânı yoktur.
Tebliğ, silâhlı mücâdele anlamındaki cihad için yapılan hicretlerin yanında daha başka hicretleri de gündeme getirmiştir. İslâm tarihi tetkik edildiğinde her tebliğin yakın veya uzak bir hicreti, her hicretin de gizli veya açık bir tebliğ hizmetini doğurduğu görülür.
Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Vedâ hutbesi’nde "Burada bulunanlar, bulunmayanlara (duyduklarını, gördüklerini, olup-biteni) ulaştırsın" uyarısı yeni ufukları, ufuklar ise yeni hicretleri/yolculukları Müslümanların gündemine taşımıştır. Bunun tabiî ve mutlu bir sonucu olarak Hz. Peygam- ber’in vefatından sonra sahâbiler tarafından başlatılan ve daha sonraları "olmazsa olmaz" bir gerek hâline gelen er-rihle fî talebi’l-hadîs diye bilinen ilim yolculukları, bilim eksenli hicretler başlamıştır. Böy- lece İslâm dünyasında bir taraftan İlmî gelişme ve birikim hızlanmış bir taraftan da tebliğ faaliyetleri yaygınlaşmıştır.
Unutulmamalıdır ki, hemen hemen her arayış bir hicretle gerçekleşir. İmam Nevevî (5.676/1277) arayış /taleb amaçlı hicretleri ibret gezileri, hac, cihad, geçim temini, ticaret, ilim yolculukları, kutsal yerleri ziyaret, hudutlarda gözcülük ve Allah rızası için din kardeşini ziyaret yolculuğu olmak üzere dokuz maddede sıralar. Bütün bu hicret çeşitleri Müslüman aktivitesinin ve temelde tebliğ görevinin ne denli canlı ve kuşatıcı olduğunu ortaya koymaktadır. Esasen tebliğ de tam bir arayış ve oluş çağrısıdır. O hâlde tebliğin arayış anlamında hicret ile kopmaz bir bağı olduğu inkâr edilemez bir gerçektir.
Hz. Peygamber’den sonra tebliğ misyonunu üstlenmiş olan sahâbe neslinin büyük çoğunluğu çevre ülke ve yörelere dağılmış, farklı sebep, amaç ve yöntemlerle gittikleri, yani hicret ettikleri her yer, her yörede birer tebliğ merkezi konumunda Peygamber mirası ve misyonu ile çevrelerini aydınlatmışlardır. Onların önde gelenlerinden Ebû Eyyûb el-Ensârî (ö. 52/672) radıye anhü’l-Bârî, "ilminin artmasını, anlayışının derinleşmesini arzu eden, kendi kavim ve kabilesinden uzaklaşıp yabancılarla beraberliğe katlansın" (Kaynağı ve geniş açıklaması için bk. Çakan, Eyüp Sultan Hazretlerinden Kırk Hadis, s.143-145, İstanbul, 2004) sözüyle ilme dayalı tebliğ için hicret ve gurbetin gereğini açıkça ifade etmiş bulunmaktadır.
Bilgiye ulaşmak da bilgiyi ulaştırmak da hicretle mümkündür. Bilgi tebliğdir. O hâlde bu anlamıyla da hicret, tebliğ yolculuğudur.
Şurası da bir gerçektir ki, İslâm dini ve medeniyeti; kaynak olarak vahy’e (Kur’an), önderlik olarak risâlete; uygulama olarak sünnete, inanç olarak tevhide; eylem ve yöntem olarak tebliğ, hicret ve cihada; beşerî tavır ve ilişki olarak uhuvvete/kardeşliğe dayanır. Bütün bunlar fonksiyonel Müslümanın da tanımını ortaya koyar. Tarihî anlamdaki hicret de, İslâm sosyal gerçekliğinin inşâ yürüyüşü olmaktadır.
Netice olarak hicret, başlı başına bir tebliğdir. Çünkü tebliğin esası, şirki terkedip tevhide, kötülükten vazgeçip iyiliğe, haramı bırakıp helâle, güzele en güzele yönelmek demektir. Bu da bize tebliğin özü ve hedefi, yani neticesi bakımından tam bir hicret olduğunu göstermektedir.
Bu ilişkinin farkında olmak, her iki esası temel İslâm misyonu olarak kavramak demektir. Bu da her Müslümanın bilinç dünyasının en temel özelliği ve güzelliği niteliğindedir. Bu gün, bu anlayış ve kavrayıştan doğacak dinamizm, özelde din hizmetlerinin daha verimli ve kaliteli yürütülmesi; genelde dünyamızın daha güzel ve yaşanabilir bir dünya olması için gerekli olan fikrî ve fiilî güvence anlamındadır.
Hicret-tebliğ ilişkisinin bu boyutlarıyla düşünülüp kavranması ve gereğinin yerine getirilmesi, hiç kuşkusuz, yarınların beklediği hizmetler arasında ayrıcalıklı bir yere sahip bulunmaktadır. Bu şeref ve hizmetin, ülkenin yöneldiği yeni ufuklarda daha derinlikli bir anlamı olacağı ise açıktır.