Makale

Osmanlıda EHL-İ BEYT SEVGİSİ

S. Emin Arvas
Uzunköprü İlçe Müftüsü

Osmanlıda
EHL-İ BEYT SEVGİSİ

Hemen hemen bütün İslâm ülkelerinde tarih boyunca, Hz. Peygamber’in neslinden gelenlere azamî hürmet ve tazim gösterilmiştir. (Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, "Nakîbü’l-Eşrâf" md.s.647) Özellikle Müslüman Türklerin hâkimiyeti altında olan memleket ve bölgelerde, bu hürmet ve tazim çok daha samimi ve ileri boyutta olmuştur. Öyleki Mekke ve Medine halkından olup ta Türk illerine gelmiş olan, ancak Ehl-i Beyt’e neseben irtibatı olmayanlara dahi; Resûlullah’ın doğup büyüdüğü, İslam dinini tebliğ buyurduğu ve aynı zamanda kabrinin de bulunduğu o kudsî toprakların halkından olmaları dolayısıyle hürmet ve alâka göstermede kusur etmemişlerdir. (Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Mekke-i Mükerreme Emirleri, Ankara 1984, s. 4)
Osmanlıların, Ehl-i Beyt’e ve ilim ehline gösterdikleri saygı ve ilgiden dolayı, hemen hemen bütün İslâm beldelerinden birçok Sey- yid-Şerîf ve nice mümtaz ilim ehli kendi memleketlerini bırakıp, Osmanlıların hakimiyeti altında olan bölgelere hicret etmişlerdir. Osmanlılar, idarecileriyle ve tebasıyla bu şanlı muhacirlere maddî ve manevî her türlü yardımı yapmış ve samimi alâka ve hürmeti göstermişlerdir.
Ehl-i Beyt’e gösterilen bu tazim ve ikram sebebiyle, Müslüman memleketlerde bulunan Ehl-i Beyt mensuplarına mahsus bazı özel kâ- ideler konmuş, teşkilâtlar kurulmuş, onlara reis tayin edilmiş ve vergiden muaf tutulmuşlardır.
Anadolu Selçukluları ve sonrasında Osmanlılar, selef-i salihin’in yolunu takip ederek Ehl-i Beyt’i, risalet ağacının semeresi ve Resûlullah’ın ümmetine emaneti olarak kabul etmişlerdir.
Bu çerçevede özellikle Osmanlılar, çeşitli müesseseler, özel kanun ve uygulamalar ile Peygamber nesline tarihte eşine ender rastlanan bir muhabbet ve alâkayı göstermişlerdir.
Osmanlı devleti kurulduktan sonra, daha önceki Müslüman Türk devletlerinde olduğu gibi Ehl-i Beyt mensupları için, izzet ve şereflerini muhafaza, haklarını ve itibarlarını koruma gayesi ile özel teşkilatlar kurulmuş ve husûsî kâ- ideler konmuştur. (Uzunçarşıh, a.g.e., s. 4) Bu teşkilâtların başında "Nakîbu’l-Eşrâf" müessesesi gelmektedir. Şimdi bu müessese hakkında kısa-
Nakîbu’l-Eşrâf teşkilâtı
Nakîbu’l-Eşrâf, Hz. Peygamber’in neslinden gelen seyyid ve şeriflerin amir ve reisi olup, OsmanlI ülkesindeki seyyid ve şeriflerin nezâreti ile onların şecerelerini kayıt ve zabt eden, seyyid veya şeriflerden olan görevliye denir. Nakîbu’l-Eşrâf devlet merkezinde otururdu. Kasabalarda aynı sülaleden gelen ve Nakîbu’l-Eşrâf’a vekâlet eden Nakîbu’l-Eşrâf kaymakamları vardı. Bunlar seyyid ve şeriflerin işlerine bakarlar, doğumları kaydederler, ahlâka aykırı hareket etmelerini önlemeye çalışırlar, aykırı hareket edenleri cezalandırırlardı. Haklarını korur, fey ve ganimetten kendilerine ait hisseyi alıp aralarında dağıtırdı.
Kısacası Nakîbu’l-Eşrâf, seyyid ve şeriflere her yönden yardımcı olur, onları muhafazaya gayret gösterirdi. Peygamber sülâlesinin umumî bir vasîsi hükmünde idi. Nakîbu’l-Eşrâf mü- essesesinin en belirgin ve başta gelen görevi, Hz. Peygamber’in neslini kayıt altına almak ve dolayısıyla bu şerefli nesli tespit ve tescil etmekti. (Pakalın, a.g.e., s. 647; Uzunçarşıh, a.g.e., 4-5)
Tarihte neseplerin tespitine ihtiyaç duyan ve bunu ilk uygulayan Hz. Ömer (r.a.) olmuştur. Bu gaye ile hicri 20 yılında oluşturulan divanlara (nüfus kütükleri) Hz. Ömer, ilk ön sırada Hz. Peygamber’in akrabalarını kaydettirmiş- tir. (Suyutî, Târihu’l-Hulefa, Kahire, 1963, s. 23,137,143) Bu divanlar devlet tarafından ve resmî devlet memurları vasıtası ile yapılan güvenilir şecerelerdir. Diğer halifeler döneminde de Hz. Ömer’in oluşturduğu bu divanlar esas alınmış, buna göre maaş ve yardımlar dağıtılmıştır. Hatta Hz. Ali bizzat Hâşimîler’in ganimet paylarını dağıtma görevini üstlenmiştir. (Ebû Dâvud, Haraç, 20; Yavuz, "Ganimet" md., DİA, XIII, 353; Sarıcık, Murat, Kavram ve Misyon Olarak Ehl-i Beyt, İstanbul, 1997, s. 188)
Bu itibarla Ehl-i Beyt mensuplarının işleri ile ilgilenen ilk resmî görevli Hz. Ali olmuştur.
Nakîbu’l-Eşrâf müessesesi ilk olarak Abbasî Devleti’nde Halife el-Mütevekkil devrinde (m.847) tesis edilmiştir. Nakîbu’l-Eşrâf olan zevat yüksek devlet memurları sayıldıklarından tayinleri bizzat halife tarafından yapılıyor ve tayin emrinde onların yüceliğine münasip tazim ve hürmet ifadeleri kullanılıyordu. (Sarıcık, a.g.e., s. 189)
Nakîbu’l-Eşraf’lık makamı, gördüğü vazifenin şerefinden dolayı, en yüksek makamlardan sayılır ve halifeden sonra gelirdi. Bu sebepledir ki, Abbasî Halifesi Kadir Billah zamanında Nakî- bu’l-Eşraf olan eş-Şerifü’r-Radi, halifeye hitaben yazdığı bir şiirde:
"Aramızda bir fark var ise, o da sen halifesin ben değilim. Başka cihetlerden birbirimizden farkımız yok" demişti.
Halifeler tarafından Nakîbu’l-Eşraflara yazılan ferman ve beratlarda, bu makamın kadir ve kıymetine mütenasib tazimkâr sözler kullanılırdı. Şikâyet (Zemzem dağıtma vazifesi) ve di- van-ı mezalim (adalet divanı) reisliği gibi yüksek memuriyetler verilirdi. (Pakalın, a.g.e., s. 647) Osmanlı devletinde Nakîbu’l-Eşrâf makamı, hicrî 802 Ramazan ayında Sultan Yıldırım Bâye- zıd zamanında tesis olundu. İlk olarak Emir Bu- hârinin talebelerinden aslen Bağdatlı olan Sey- yid Ali Natta’ bin Muhammed ismindeki Hz. Peygamberin neslinden gelen bir zat, OsmanlIlarda Nakîbu’l-Eşrâf olarak tayin edilmiştir. (Uzunçarşılı, a.g.e., s. 9)
Osmanlılar zamanında Nakîbu’l-Eşraf’a pek ziyade hürmet ve alâka gösterilirdi. Merasim esnasında devlet ricalinin önünde olurdu. Padişaha kılıç kuşatanlar olduğu gibi müstecabü’d- da’ve (duası kabul edilen) sayıldıkları için duaların çoğunu Nakîbu’l-Eşrâf’lar yaparlardı. İkinci Abdülhamit zamanında Nakîbu’l-Eşrâfla- rın ikametleri için Yıldız civarında bir konak tahsis edilmişti. Osmanlı saltanatıyla beraber Nakîbu’l-Eşraflık da tarihe karışmıştır. (Pakalın, a.g.e., s. 468)
Nakîbu’l-Eşrâf’ların ilmiye sınıfından tayin edilmeleri sebebiyle, bunların içinde Kadılık veya Kazaskerlik edenler ve hatta Şeyhülislâm olanlar da vardır. (Uzunçarşılı, a.g.e., s. 11)
Nakîbu’l-Eşrâf teşkilâtı’nın başlıca görevleri:
1. Seyyid ve şeriflerin doğum ve ölümlerini kaydetmek ve bu suretle Ehl-i Beyt silsilesinin tespit ve tescilini yapmak. Bu şekilde hem bu pâk neslin bilinip tanınması sağlanıyor, hem de bu nesilden olmadığı hâlde, kendilerini seyyid veya şerif olarak tanıtan art niyetlilerin çıkması da önlenmiş oluyordu. Bunun üzerinde titizlikle durularak hem nesepler muntazaman tespit edilmiş, hem de sahte seyyidlik önlenerek, herhangi bir karışıklığın ve istismarın meydana gelmesine fırsat verilmemiştir. (Uzunçarşılı, a.g.e., 9,11; Sarıcık, a.g.e., s. 191)
2. Nakîbu’l-Eşrâf’ın görevlerinden biri de, seyyid ve şeriflerin mensup oldukları o şerefli nesebe uygun bir tarzda, İslâm’ın edebine yakışır bir şekilde yaşamalarını temine çalışmak ve bu hususta gerekli tedbirleri almaktı. Böylece bu pâk neslin insanlar nezdindeki saygınlıkları muhafaza edilerek, Ehl-i Beyt’e karşı gösterilmesi gereken muhabbetin ve onların hukukunu hassasiyetle gözetme mükellefiyetinin ifasına yardımcı olunuyordu. Yani seyyid ve şeriflerin manevî nüfuzlarını zedeleyecek, itibarlarını zaafa uğratacak hâl ve hareketlerden korunmaları için gereken tedbirleri almak Nakîbu’l-Eş- râfların ve Nakîbu’l-Eşrâf Kaymakamlarının başlıca görevlerinden İdi. (Sabban, Is’afu’r-râğıbîn (Nu- ru’l-Ebsâr hamişi), Diyarbakır 1987, s. 122, Sarıcık, a.g.e., s. 191)
3. Seyyid ve şerifleri şerefleriyle bağdaşmayan uygunsuz kazanç yollarına düşmekten alıkoymak. Kendilerinin hakir görüleceği, haklarının zâyi edileceği işlerde ve iş yerlerinde çalışmalarına engel olmak. Durumlarına uygun kazanç yolları temin etmek.
4. Seyyid ve şeriflerin günah işlemelerine mani olmak, şerî hudutlar içerisinde kalmaları için gerekli tedbirleri almak. Bu şekilde başkalarının onlar hakkında ileri geri konuşmalarına fırsat vermemek ve saygınlıklarının devamını sağlamak.
5. Seyyid ve şeriflerden suç işleyenleri Nakîbu’l-Eşrâf cezalandırırdı. Nakîbu’l-Eşrâf’ların konaklarında suçlu olan seyyid ve şeriflerin, hapis ve tevkîf edilmeleri için özel ceza evleri vardı. Burada suçlu veya borçlu olup haklarında dava edilenler bulunuyordu. Bu tevkifhaneler Nakîbu’l-Eşrâf’ın nezaret ve mes’uliyeti altında idi. Seyyidlerden biri ceza görecek olursa, evvelâ başındaki seyyidlik alâmeti olan yeşil sarık alınır, öpülür ve sonra cezası tatbik edilirdi. Şayet suçlu seyyid idama mahkum olmuşsa, idam ancak Nakîbu’l-Eşrâf’ın emriyle tahakkuk ederdi. (Sabban, a.g.e., s. 122; Sarıcık, a.g.e., s. 19)
6. Nakîbu’l-Eşrâf’ların bir görevi de fey ve ganimetlerden Ehl-i Beyt mensuplarına ayrılan hisseyi hak sahiplerine dağıtmaktı. (Pakalın, a.g.e., s. 647)
7. Seyyide kadınların, kendilerine uygun olmayan kimselerle evlenmelerine mani olmak da Nakîbu’l-Eşrâf’ların görevleri arasında idi. Velhâsıl Nakîbu’l-Eşrâf müesseseleri, seyyid ve şeriflerin her bakımdan haklarının zayi olmasını önlemek, izzet ve şereflerine yakışır bir şekilde hayatlarını sürdürmeyi temin gayesiyle faaliyet gösterirlerdi. (Sarıcık, a.g.e., s. 193)
8. Nakîbu’l-Eşrâf’tan sonra seyyid ve şeriflerin en büyük amiri durumunda olan ve "Alem- dâr" ünvanlı zat, muharebe esnasında saraydan çıkarılarak ordu ile beraber gidecek olan "Sancak-ı Şerif’i karşılamakla mükellefti. San- cak-ı Şerifin gidişi ve gelişinde Nakîbu’l-Eşrâf ile diğer seyyid ve şerifler sancak merasimine iştirak ederek, Sancağ-ı Şerif’in etrafında tekbir alıp salavat getirirlerdi. Ayrıca kanun gereğince Nakîbu’l-Eşrâf, sancağın yakınında yürüyüp, seyyid ve şerifler de Tuğ-i Hümâyûn dışında giderlerdi. (Uzunçarşıh, a.g.e. s. 12)
9- Osmanlı padişahlarının cülûslarında, kanunen ilk önce Nakîbu’l-Eşrâf biât ederdi. Padişahların cülûs merasimlerinde ve bayram tebriklerinde, Nakîbu’l-Eşrâf padişahı tebrik ettiği sırada, padişah hürmeten ayağa kalkar ve di- vandakiler de alkış tutarlardı. (Uzunçarşıh, a.g.e., s. 12)
10. Nakîbu’l-Eşrâf’ın görevlerinden bir diğeri de; seyyidliği sâbit olanlara "Siyâdet Hücceti" (Seyyidlik Beratı) vermekti. Yapılan detaylı tetkikler neticesinde, seyyid oldukları kesin olarak tespit edilenler, Nakîbu’l-Eşrâf mahkemesinde, şahitler huzurunda siyâdet hüccetleri verilirdi. Bu tedbir sayesinde, seyyid olan ile olmayanlar kat’î olarak ve resmen belirlenmiş olurdu. (Sarıcık, a.g.e., 191)
Yeşil rengin Ehl-i Beyt’in alâmeti olarak kabul edilmesi
Tarihte ilk olarak yeşil rengin seyyid ve şeriflerin, bir başka ifade ile Hasenî ve Hüseynî’lerin belirgin alâmeti olarak kabul edilmesi, Abbasî halifelerinden el-Me’mun devrinde başlamıştır. el-Me’mun halife olduktan sonra, kendisinden sonra veliaht olarak, Hz. Hüseyin’in neslinden gelen Ali Rıza bin Musa Kâzım’ı seçmiş ve seyyidlik alâmeti olarak, yeşil sarık ve cübbe takmasını emretmiştir. (Suyûtî, a.g.e., s. 307) işte bundan sonra Müslümanlar arasında, Ehl-i Beyt’den olanların yeşil sarık ve cübbe giyme geleneği yaygınlaşmıştır. Özellikle Osmanlılarda buna çok ehemmiyet verilmiştir.
Bu siyâdet nişânesi, onların Ehl-i Beyt mensubu olduklarının bir sembolü, bir alâmet-i fâ- rikası olmuştur. Bu vesile ile, onların seyyid oldukları hemen anlaşılıyor ve kendilerine gösterilmesi gereken hürmet ve tazimde bulunuluyordu. Aynı zamanda maruz kalacakları uygunsuz hareketleri ve hürmetsizliği önlemede de büyük rol oynuyordu. (Sarıcık, a.g.e., s. 250-51) Osmanlılarda seyyid ve şeriflere halk arasında "emîr" de denilirdi. Ayrıca taktıkları yeşil sarığa da "emir sarığı" adı verilirdi. Nakîbu’l-Eşrâf olanlar, o zaman âlimler tarafından kullanılan ulema kavuğunun üzerine yeşil sarık sararlardı. Aynı zamanda seyyid ve şerifler de yeşil sarık sararlardı. Hatta bu devirde seyyid veya şerif olmadıkları halde yeşil sarık saranlar önce ikâz edilirdi, ikâza rağmen aynı durum devam ettiği takdirde cezâî müeyyide uygulanırdı. (Uzunçarşılı, a.g.e., s. 11)
Seyyidlere maaş bağlanması ve "askerî sınıf" tan sayılmaları
Yukarıda da değinildiği gibi Nakîbu’l-Eşraf’ın görevlerinden biri de Ehl-i Beyt mensuplarının, şânına yakışır işlerde çalışmalarını temin etmekti. Böyle uygun bir işte çalışma imkânı bulamayan muhtaç seyyidlere Osmanlılarda maaş bağlanırdı. Diğer İslâm ülkelerinde de bu tarz uygulamalar var idi. Muhtaç seyyidlere maaş bağlanmasının önemli sebeplerinden biri, onlara zekât verilmesinin dinen caiz olmamasıdır. Bu sebeple sahih şeceresi olan seyyidlere vakıf ve imaretlerden pay verilirdi, devlet hâzinesinden maaş bağlanırdı. Ayrıca kendilerine bu hususta yardımcı olunması için berât verilirdi. (Sarıcık, a.g.e., s. 252-55)
Osmanlılarda seyyidlere gösterilen ikram ve hürmetin diğer güzel bir örneği de; seyyidlerin "Askerî Sınıf’’ tan sayılmalarıdır. Osmanlı sultanlarından I. İbrahim döneminde, h.1055 (m.1645) tarihinde bir Berât-ı Hümayûnla başta ilim erbabı olmak üzere birçok meslek mensubu ile beraber, seyyidler de "Askerî Sınıf’tan sayılmışlardır. Askerî Sınıfın birtakım ayrıcalıkları vardı. Bunlardan en önemlisi bir kısım vergilerden muaf tutulmaları idi.