Makale

Âkif ve “Kahraman Ölüm”

Âkif ve “Kahraman Ölüm”

Şehitlik rastgele dağıtılacak bir rütbe değildir. O tam anlamıyla bir iman, yürek ve Allah’a güven işidir. İslam’a ait bir rütbedir.

İsmail Lütfi Çakan

Edebiyatımızda Çanakkale şehitlerine şiirle en anlamlı âbideyi diken merhum Mehmet Âkif (ö. 1936), kutsalları uğrunda can verenleri selamlarken şöyle der:
Siz ey başındaki destârı etmeyip de fedâ,
Onunla âlem-i lâhûta yükselen şühedâ!
Ne mutlu sizlere: dünyâda çok ölüm gördüm;
Tahattur etmiyorum böyle kahraman bir ölüm.
(Safahat, s. 259.)
Akıtılan kanlar, temelinde yatan niyetten, amaçladığı hedeften dolayı kutsaldır.
Ecdâdımızın kanları seller gibi akmış...
Maksatları diniyle beraber yaşamakmış.
(Safahat, s. 267.)
Hayatı diniyle beraber yaşamak amacında olanlara yüce dinimiz bir şey, bir büyük şey getirmiştir: Likaullah neşesi… Allah’a kavuşma sevinci ve iştiyakı. İşte bu arzu ve iştiyakı yüreklerinde duyanlar, değer adına neleri varsa, hepsini bu neşe uğruna vermekte tereddüt göstermemişlerdir. Her biri "Milk-i bekâ’dan gelmişem fâni cihanı neylerem" diyerek bekâ yolunda şehitliğe koşmuşlardır.
İnsan sevdiği bir şeyi daha çok sevdiği bir başka şey için feda edebilir. İslam’ın getirdiği likaullah neşesi sayesinde tarih, başkalarının hayatı sevdikleri kadar ölümü sevenlere tanıklık etmiştir. Ölümü hakka varan yol bilenler daha önce şehit olmuş atalarının çağrısını duyunca, şehadet şerbetini içmek için can atmışlardır.
Gidiyor Hakk’a varan bir yolu tutmuş,
Allah’a bakan gözleri dünyayı, unutmuş.
Yâdında değil doğduğu, ter döktüğü toprak;
Yâdında kalan hatıra bir şey, o da ancak:
Gökten ona "yüksel!" diyen ecdâd-ı şehidi!
(Safahat, s. 268.)
Bu sebeple şehitlik, kahramanların ölümü değil, ölümün kahramanlığıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de; “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyiniz. Onlar diridirler ne var ki siz anlayamazsınız.” (Bakara, 2/154.) buyrulmakta, “Allah yolunda öldürülenlerin ölü sanılmaması gerektiği, onların diri oldukları, Rableri katında ağırlandıkları” (bk. Âl-i İmran, 3/169.) duyurulmaktadır.
Şevk-i şehadet
Şehitlik şevki, şehadet terbiyesi; nesillerin ve milletlerin hem özgürlük hem istiklal hem de izzet ve şeref garantisidir. Yüce değerleri uğruna ölümü göze alamayanların şerefli bir hayat yaşamaları mümkün değildir. Şerefli bir hayat, şevk-i şehadetle coşan bir kan ve canla yaşanır.
Gerçekten şevk-i şehadetle coşan kanın önünde durmak en modern ve gelişmiş imkânlara sahip düzenli ordular için bile söz konusu değildir. Çanakkale savaşları bunun delillerinden sadece biridir.
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat imân?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Mukaddesleri uğruna can pazarına atılmış kahramanları selamlamak, onların soyundan aynı yüreklilikte nesillerin gelmesini dilemek demektir. Sonuç ise, ya şehadet ya da devlettir.
İslam’a özgü
Şehitlik rastgele dağıtılacak bir rütbe değildir. O tam anlamıyla bir iman, yürek ve Allah’a güven işidir. İslam’a ait bir rütbedir. O, onun özellik ve şartlarını taşıyanlara verilir. Bunun dışında kalan "şehit" değerlendirmeleri, mecazi ifadelerdir. Hele temelde şehitliğe ters ve karşı olan düşünce ve anlayışları hatta eylem ve davranışları değişik düzeylerde sergilemekten kaçınmamış kişilere bile birtakım sıfatlar eşliğinde şehit denilmesi, dinî açıdan hiçbir önem ve değer taşımayan beyanlardır. Böylesi değerlendirmeler, birilerinin aslında benimsemedikleri İslam’ın, özgün değerlerini kullanma çabasıdır. Bu çaba bile, şehitliğin bizim kültürümüzdeki ve değerler sistemimizdeki güçlü ve inkâr edilemez yerinin farklı bir şekilde itirafı anlamına gelir.
Cihat ve şehitlik düşüncesi, Müslüman nesillerin, daha ninnilerden itibaren almaya başladıkları bir kimlik terbiyesidir. "Ya gazi ol, ya şehit" telkinleri, Müslüman yavruların kulaklarına okunan ezan ve kamet’in yanında onların kişilik yapılarını dokuyan paha biçilmez manevi değerlerdir. İslam adına dünyaya ulaştırılan insanlık ve medeniyet, itiraf etmeliyiz ki şehitlik terbiyesiyle büyütülmüş nesillerin armağanıdır.
Toprak-vatan-şehit
Unutulmamalıdır ki toprağı vatan yapan, ona anlam kazandıran şehitlerdir. Şehidi olmayan toprak, henüz vatanlaşamamış olmanın öksüzlüğünü ve çoraklığını yaşıyor demektir.
Bastığın yerleri "toprak" diyerek geçme tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
...
Enbiyâ yurdu bu toprak; şühedâ burcu bu yer;
Bir yıkık türbesinin üstüne Mevlâ titrer.
Dışı baştan başa bir nesl-i kerîmin yâdı;
İçi boydan boya milyonla şehid ecsâdı.
(Safahat, s. 165.)
Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak
Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak.
(Safahat, s. 150.)
Âkif, Çanakkale Harbi aslanlarının şahsında, kanı Tevhid’i kurtaran şehitleri öylesine coşku ve duyguyla selamlar ki, onu anlatmakta değilse bile, ona ikram etmekte fevkalade zorluk çeker. Onu yere göğe koyamaz, şehide dar gelmeyecek makberi kimselere kazdıramaz, tarihe gömmeğe kalkar, oraya da sığdıramaz. Ebediyetleri/sonsuzlukları çağırır imdada. Evrende ve İslam’da ne kadar yüksek değer varsa, hepsiyle şehide bir türbe yapıp ona hizmette bulunmaya çalışır ama sonuçta itiraf etmek zorunda kalır:
"Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana!"
Gerekçesini de yine kendisi açıklar:
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât!
Neticede mümin Âkif, şehide yakışan bir yer bulabilmiş olmanın huzuru içindedir: Peygamber kucağı...
Ey şehid oğlu şehid! İsteme benden makber
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber!
(Safahat, s. 390.)
Şehitlerin isteği
Merhum Âkif’e göre, Allah’ın veli kulları şehitlerin, yaşayanlardan beklentileri, uğruna can verdikleri dinin değer ölçülerine uygun olarak tamamen manevidir:
Gök kubbenin altında yatar, al kan içinde,
Ey yolcu, şu topraklar için can veren erler.
Hakk’ın bu velî kulları taş türbeye girmez;
Gufrâna bürünmüş, yalnız Fâtiha bekler.
(Safahat, s. 446.)
Öyle sanıyorum ki şehitlerimizin bizde görmek istediği, tarihe Çanakkale misali yeni şeref sayfaları eklemeye hazır "şevk-i şehadetle coşan bir kan"dır. Çanakkale işte bu anlamda bizim için candır, şandır. Ölüm, ancak şevk-i şehadetle kahramandır.