Makale

Kalu Bela’daki Andımız: Vefa

Kalu Bela’daki Andımız: Vefa

Mustafa Özçelik

İlk sözümüz “evet” oldu
Modern zamanlar, kelimeleri ve kavramları metafizik anlamlarından soyutlayarak onlara tamamen seküler anlamlar yükledi. Bundan payını alan kelimelerden biri de “vefa” kelimesidir. Kelimedeki bu anlamsal değişim ve dönüşümü anlayabilmek için önce lügat manasına bakalım: Vefa 1. Sözünü yerine getirme, sözünde durma, borcunu ödeme. 2. Sevgi, dostluk ve bağlılıkta sebat…
Şimdi de bizim hayatımız kalu bela ile başladığına göre önce oradaki olayı hatırlayalım. Cenab-ı Hak, ruhları yarattığı zaman, (elestü birabbiküm) buyurdu. Ruhlar da (bela) diye cevap verdiler. Elestü birabbiküm, (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) demektir. Kalu Bela ise, (Evet, (Sen bizim Rabbimizsin) anlamına gelir.
Bir ayette de şöyle buyrulmaktadır: “Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size karşı ahdimi yerine getireyim.” (Bakara, 2/40.) İşte biz bu kelamı “Bana karşı vefalı olun, verdiğiniz sözü davranışlarınızla yerine getirin ki ben de bu mukavelede size verdiğim sözü gerçekleştireyim.” şeklinde anlayabiliriz. Durum böyle olunca, vefa duygusunu, yaradılışta Allah’a karşı verdiğimiz kulluk sözünün bir gereği olarak düşünmek durumundayız. Meseleye böyle baktığımızda vefanın, Allah’a karşı verilen bu sözden başlayıp hayatın her anını ve bütün varlıkları kapsayıcı bir anlam taşıdığını görürüz.
Buna göre, söz verme kavramı, bu anda başlamaktadır. Rabb’in uluhiyetini tasdik anlamında sorduğu soruya “evet, Sen bizim Rabbimizsin” diyerek bir söz vermiş olduk. Dolayısıyla vefa, öncelikle Allah ile kul arasındaki bu yaradılış sözleşmesinin anahtar kelimesidir. Dedik ki “Allah’ım! Senin ilah oluşunu tasdik ediyorum. Bu sözümde duracağım. Gereklerini yerine getireceğim. Sana olan kulluk borcumu ödemeyi hayatımın gayesi olarak göreceğim.”
Yaratılış sevgi demektir
Allah ile kul arasındaki münasebetin özünde ise O’na duyulan sevgi vardı. Bu yüzden vefa kelimesinin ikinci anlamı olan “Sevgi, dostluk ve bağlılıkta sebat” manaları da bu çerçeve içinde düşünülmeliydi. Yani, O’nu sevecektik, O’na dost olacaktık ve O’na olan bağlılıkta sebat edecektik. Biz, böyle yaparsak, yüreğimize bu duyguyu koyan da bize karşılık verecek, bizi nimetleriyle donatacaktı.
Bu niteliklere sahip insan, elbette kemal derecesinde olan bir kuldur. Kalbinin, zihninin ve hayatının merkezine Allah’ı yerleştirdiği için onun her sözü, her ameli de işte bu vefa duygusunun anlamı çerçevesinde şekillenecek, böylece insan, diğer insanlarla hatta diğer varlıklarla olan münasebetlerinde de vefa’nın gerektirdiği söz, hâl ve tavır içinde olacaktır. Bu, yaratan merkezli, yaratılanı yaratandan ayrı görmeyen bir anlayıştır. Ne var ki, işte o modern telakki, kavramın bu ilahî tarafını unutarak vefayı sadece insan merkezli düşündü. Kavram, böylece bağlamından koparıldı. Tıpkı ağaçtan koparılan yaprağın kuruması gibi vefa duygusu da aynı şekilde bağlamından koparılınca kurumaya, anlam haritası daha da daralmaya başladı. Böylece vefayı insanlara karşı da gösteremez olduk. Problem de böyle başladı. Vefanın olmadığı dünyada ötekileştirmeler, ayrıştırmalar, düşmanlıklar, bencillikler başladı.
Oysa vefa bir zamanlar yaşanabilirliği kanıtlanan bir duyguydu. Rabbine söz veren kul, her zaman iyilik peşinde koşuyor, kötü olandan kaçınıyordu. Bu hâl üzere olan insanın mutmain gönlü de bir çiçek gibi türlü renklerle açıyor, saygı duyulması gerekene saygı, sevgi duyulması gerekene sevgi gösteriyor, elindekini paylaşıyor, komşusu aç iken kendisi tok yatmıyor, sevgisiyle, şefkatiyle insanları kucaklayabiliyordu.
Bununla da kalmıyordu vefanın coğrafyası… İnsandan tarihe, tarihten tabiata uzanıyor, kısacası var olan, yaratılan herkes ve her şeyle ilgili bir duyguya dönüşüyordu. Biz, tarih için nice erdemli asırları böyle yaşadık. Tuz ekmek hakkı, dedik, hayatımızda bir kez gördüğümüz bir anı birlikte yaşadığımız insanları bile unutmuyorduk. Hastayı, yoksulu, özürlüyü, saksımızdaki çiçeği, bahçemizdeki ağacı, penceremize konan güvercini bile düşünüyor, vakıflar kuruyor, zor durumda olanlara imkân elimizi açıyorduk. Çünkü tabiatta bulunan hayvan, bitki… her şey bizim emanetimize ve koruyuculuğumuza bırakılmıştı. Bir ağaç ya da hayvan türünü korumak, havaya, suya zarar vermemek de bu yüzden vefanın bir gereğiydi.
Bir vefa abidesi
Şimdi burada sözü Mehmet Akif’e getirelim ve onun hayatından aldığımız bir olayla vefanın inanmış bir gönülde nasıl tezahür ettiğini daha müşahhas olarak görelim. Akif, Baytar mektebinde Hasan Efendi isimli sınıf arkadaşıyla çok iyi dosttur. Bir gün birbirlerine şöyle bir söz verirler: İleride evlenip çoluk çocuk sahibi olduklarında, ölenin çocuklarına sağ kalan bakacaktır. Aradan yıllar geçer. İkisi de evlenip çoluk çocuk sahibi olurlar. Hadisenin gerisini Mithat Cemal’den dinleyelim:
“Bir Cuma Akif’in evinde sekiz çocuk gördüm. Akif’in beş çocuğu vardı. Diğer üç çocuğu komşu çocukları sandım. Fakat her seferinde durum aynıydı. Evde hep sekiz çocuk bulunuyordu. Akif’e bir gün, bu çocukların kim olduklarını sordum. Önce cevap vermedi. Israr ettiğimde ise: “Misafir çocukları değil benim çocuklarım” dedi. “Nasıl olur, senin beş çocuğun yok mu?” deyince gerçeği söylemek zorunda kaldı: “Şimdi sekiz oldu” dedi. “Hasan Efendi öldü. Bunlar onun çocukları.”
İşte bu hadise, Akif’in vefa duygusunun ne kadar içselleştirilmiş bir duygu olduğunu göstermektedir. Şimdi bu hadiseden yola çıkarak vefa duygusuna biraz daha yakından bakalım. Vefa, kendisinden ibaret bir kavram değildir. Sevgi, sözünde durma, fedakârlık gösterme gibi özellikleri de içinde barındırır. Bu hadisede de bunu görüyoruz. Akif, bir söz vermiştir. Bu olayla sözünde durmuştur. Dostlukta devamlılık esastır. Akif, bunu da göstermiştir. Yine; dostluk, fedakârlığı gerektirir. Akif, bu anlamda da fedakâr davranmış, o yetimleri himayesi altına almıştır.
Vefanın sözünde durmayla da ilgisinin olduğunu söylemiştik. Şimdi de bu kavramın Akif’in hayatında nasıl bir karşılık bulduğuna bakalım. Bu hadiseyi de Akif’in dostlarından Fatin Gökmen anlatıyor:
“Ben Vani köyünde oturuyordum. Âkif de Beylerbeyi’nde... Bir gün öğlen yemeğini bende yemeyi kararlaştırdık. Öğleden bir saat önce bana gelecekti. O gün öyle bir yağmur yağdı ki her taraf sel kesildi. Âkif’in böyle bir havada gelemeyeceğini düşündüm. Yakın komşularımdan birine gittim. Yağmur devam ediyordu. Bir süre sonra eve döndüm. Hizmetçimden bir de ne işiteyim: Âkif, tam zamanında sırılsıklam bir hâlde eve gelmiş, Benim evde olmadığımı öğrenince hizmetçinin bütün ısrarlarına rağmen geri dönmüş. Ertesi gün kendini gördüm. Durumu anlatarak özür dilemek istedim. Dinlemedi. Bana şöyle dedi: “Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir.”
Akif’in hayatında bunlara benzer daha pek çok örnek hadiseden söz edebiliriz. Görüldüğü gibi, iyi duyguların inandırıcılığı onların hayatımızda bir karşılığının olmasına bağlıdır. Akif, bir ahlak adamı olarak, bize bunu göstermiştir. Tabii ki, onu bu konularda da böylesine örnek insan hâline getiren inandığı dinin değerleridir. İşte bu değerler içinde vefa, üzerinde çokça durulan bir kavramdır. Peygamber Efendimizin hayatında geçen şu hadise de bize bunu gösterir: Hz. Peygamber, ihtiyar bir kadına ikramda bulunur. Sebebini soranlara, “Bu kadın, Hatice hayatta iken bize gelir giderdi. Ahde vefa, dindendir.” buyurur.
Hafızamızı yenilemek
Bütün bu anlatımlardan sonra şöyle bir soru sorabiliriz. Peki, ne yapacağız? Ne yapılması gerektiği ortadadır. Önce vefa kavramına metafizik anlamını yeniden yüklemek gerekiyor. Böyle yaptığımızda vefanın Allah’la yaptığımız kulluk sözleşmesi olduğunu yeniden hatırlayacağız demektir. Bu yapıldığında ise gerisi gelecektir. Hatırlamak, hafıza tazelemesidir ve bizim hafızamızın tarihi kalu bela ile başlar. Kalu bela ise vefa, söz verme, sözünde sebat gösterme demektir. Tek başına bu anlamın içselleştirilmesi bile bu konudaki problemi çözmeye yetecektir.