Makale

İnsanın Anlam Kaynağı: Niceliğe/Tekâsür’e Karşı Nitelik/Kevser

İnsanın Anlam Kaynağı:
Niceliğe/Tekâsür’e Karşı Nitelik/Kevser

Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün
Ankara Üniv. İlahiyat Fak.

İnsanın Anlam Kaynağı ve ‘Kim’liği

İnsan, ‘varlığın göz bebeği olan’ ve ‘araştırma yapan’ anlamlarına gelmektedir. Bu durumda, ‘olmak’ ve ‘yapmak’ insanın temel iki tanımlayanıdır. İnsanın varlığın göz bebeği ‘olması’, varlıklar içindeki seçkin yerini; ‘yapması’ ise bu seçkinliğin kendisine yüklediği sorumlulukları öne çıkarmaktadır. Bunlardan birincisi insanın hazır bulduğu ruhsal ve fiziksel varlığını yani; fıtratını, ikincisi ise insanın var kılmakla/inşa etmekle sorumlu olduğu yapıyı; yani düşünceler ve eylemler alanını hatırlatmaktadır. İnsan belli potansiyelleri ve yetenekleri içeren bir fıtratla yaratılmış olması, belli hedefleri gerçekleştirmek için yönlendirildiğini ve bunları gerçekleştirmenin yolunun da, Yaratıcının hikmetiyle planladığı bir hayata şuurlu bir şekilde iştirak etmekten geçtiğini göstermektedir. Allah yarattıklarının içine bir önem duygusu yerleştirerek onların da yaratma sürecine katılmalarını sağlar. Bunun için yaratılmış varlık alanının kendi amacına uygun davranışı, doğal sürecin zorunlu bir parçasıdır. Bu durum Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifadelendirilmektedir:

“Allah her şeye gerçek doğasını veren ve kendi amaçlarına yönlendirendir.” (Tâ-Hâ, 50)
“Allah her şeyi yaratmış ve yarattığı her şeye de kendi amacına uygun olarak davranmayı takdir etmiştir.” (Furkân, 2)
Yaratıcı faaliyete iştirak eden bir varlık olarak İkbal’in, insanı nasıl şiirselleştirdiğine de bir göz atalım. İkbal Peyâm-ı Meşrık’da insanı Allah karşısında şöyle konuşturur:
Sen geceyi, bense çırağı yarattım,
...
Bana iyi bak, ben taştan ayna yapan varlığım,
Bana iyi bak, ben zehirden bal yapan varlığım. (M. İkbal, Peyâm-ı Meşrık (Şarktan Haber), Çev.A.N.Tarlan, (İstanbul, 1963) s. 66)

İnsanı antropolojik yönden tanımlamak için bilinç, akıl, iletişim yeteneği gibi niteliklerine atıfta bulunulur. İnsanın bu niteliklerinin, şüphesiz bir de ruhsal boyutu vardır. Bu boyut, insanın kendisiyle, diğer insanlarla, çevresiyle ve Yaradan’ıyla ilişkisinde keşfedilir. Dinî ilişkide insan sadece ruhsal yönü öne çıkarılarak tanımlanan bir varlık değildir. Bu ruhsallığın dinamizm kazandırdığı maddi bir beden ve maddi ilişkiler ağı (ahlak alanı) vardır. İnsanın kendini ve sosyal çevresindeki kuşatıcı şartları aşma ve fiziksel varlık yapısı içine hapsolup kalmama arzusu ve bu yöndeki yetisi, onun ilahi değerlerle ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Akîde-i sahîha, ahlak-ı hamîde ve muâmelât-ı âdile’yi hedefleyen bir yapıdır bu.

İnsanın ‘kim’ olduğuna ilişkin soruya verilecek yanıt, insanın toplumsal ve politik etkiler karşısında gösterdiği tepkiyle, zihinsel ve bedensel emeğiyle var kıldıklarıyla ilgilidir. Dolayısıyla insan kimliği, geliştirilebilen dinamik bir yapıdır. Bireylerle, toplumla, doğayla, Tanrıyla, vs. iletişim, bireyin kendini gerçekleştirmesini, kendi değerini tanımasını ve tanıtmasını sağlar. Kimlik bu sürecin bir ürünüdür. İnsan bu ilişkilerinin ve kendini farklı kılabilme potansiyelinin farkında olarak ‘birey’ olur. Bu birey olabilme yeteneği, aynı zamanda, insan onuru ve değerinin kaynağıdır. Dolayısıyla insan, ‘olmakta olan’, toplumsal etkileşim içinde özneleşen, özgürleştikçe tüm hiyerarşileri reddeden bir varlıktır. Kimlik toplumsal, siyasal, tarihsel, etnik, dinsel veya kültürel hiçbir kimliğin esiri olmamak, aksine onu değerlendirecek, gözden geçirecek ve aşacak yeni bir kültür yaratabilme yeterliliğidir. Bu sebeple, insanın kimliğine ilişkin sorular, onun ürettikleri ve anlam kazandırdıkları ile cevaplandırılmalıdır. Bireyin belirlemediği ve üretmediği nitelendirmeler, insanı sadece yaratılan değerlerin taşıyıcısı kılar. Bu durumda artık ‘bir değer kaynağı insan’dan değil, ‘araçsallaştırılmış insan’dan söz ediyor oluruz. Böylece insan değil, taşıdığı miras daha anlamlı hâle gelmekte ve insan kültür kargoculuğu yapmaktan öteye geçememektedir.

İnsanın Tanrı ile ve Tanrı’dan aldığı objektif/evrensel değerlerle simetrik ilişkisi ona, içinde yaşadığı kolektif sosyal normları aşma gücünü vermektedir. Bütün peygamberleri içinde yaşadıkları toplumsal yapıyı söküme uğratarak, yenisini inşa etme yeterliliğine kavuşturan bu objektif değerlerin varlığıdır. Peygamberlerin dışında dinler geleneğinde Firavun’un eşi Asiye, Ashab-ı Kehf (yedi uyuyanlar) gibi modellemeler, toplumsal normları zorlayan ve toplumsal ilişkilerde kırılma yaratan örnekler olarak Kur’an tarafından verilmektedir. İnsanın içinde yaşadığı toplumsal şartların belirlemesini aşma yönündeki irade ve eylemi, insanın anlam ve onur kaynağıdır. İnsan hürriyeti kendini en belirgin şekilde bu iki alanda göstermektedir.

İnsanın Niceliksel ve Niteliksel Yönü: Tekâsür’e Karşı Kevser
İnsanı ya niceliklerini/maddi özelliklerini ve kazanımlarını (tekâsür) ya da niteliklerini ve öz değerlerini (Kevser) öne çıkararak tanımlamak mümkündür. Tekâsür ve Kevser aynı kökten gelmekle birlikte, tekâsür insanın kimliğinin ve onurunun esas tanımlayıcı unsuru olarak biyolojik yapısını, iç güdülerini ve maddi olanı öne çıkarmasını ve ruhunu bu unsurların tahakkümüne terk edişini temsil etmektedir. Böyle insanlar, onurlarını maddi kazanımlarına mağlup edenlerdir. İnsanın onurunu niceliğin tahakkümüne vermesi, Kur’an tarafından şiddetle eleştirilmektedir. (Bkz. Tekâsür suresi) Tekasür’ü onuruna ve değerine kaynak yapanlar, kendilerine verilen iyilikler ve güzellikler yaratma kabiliyetlerini (en-na’îm) kullanmadıkları için Kur’an tarafından eleştirilmektedirler. Çoğunlukla nimetler olarak tercüme edilen Kur’an’ın en-na’îm ifadesi, aslında insanın iyi hal yaratma çabasını ve kendisini her türlü darbeden, kötü söz ve eylemden koruyacak kalkanı ifade etmektedir. (Râgıb İsfehânî, Müfredâtu Elfâzi’l-Kur’an, n.a.m. maddesi, tahk. Safvan A. Davudî, (Beyrut, 1992) s. 814; Ayrıca bkz. İbn Faris, Mu’cemu’l-mekâyis fi’l-luğa, k.s.r maddesi tahk. Şihâbüddin Ebû Amr, (Beyrut, 1994) s.919) Tekâsür suresinin sonunda, bu kalkanı oluşturamayarak kendini her türlü ayartmaya açık hâle getiren insanın, bu kalkanı aktüelleştirememenin sorgusuna çekileceği beyan olunmaktadır.

Kevser ise cennetteki bütün ırmaklara kaynaklık eden ana ırmak olarak tanımlanmaktadır. (Râgıb, İsfehânî, age, k.s.r maddesi, s.703) Bu durumda Kevser, hem bütün hayırlara ve iyiliklere kaynaklık eden öz hakikatlerin toplamını, hem de bu hakikatleri gerçekleştiren yani değer üreten insanı tanımlamaktadır. Cennetteki ana ırmağa kıyaslandığında Kevser niteliğini hak eden insan da, bütün hayırlara ve iyiliklere kaynaklık etme iradesini gösterendir. Bu değerler, insanı insan yapan, onu organik ya da inorganik bütün varlıklardan ayıran temel tanımlayıcı niteliklerdir. Bu tanımlayıcı nitelikler, aynı zamanda, insanın kendi özgür seçimi (ihtiyar) ile kalıcı iyilikler (hayır) var etmesinin itici güçleridir. Hayır, ancak özgür iradeyle seçilerek yapılan işlerin neticesinde ortaya çıkmaktadır.

O halde, insanın ayak uydurmak durumunda olduğu nesneler, biyolojik güdüler ve doğal kanunlar dünyasının (tekâsür); insanın bilincinin, zihninin ve ruhunun oluşturduğu kendi dünyasına (kevser) hâkim olmasına izin verilmemelidir. Hâkim kılınması gereken, insanın bilinç ve zihin üstünlüğüdür. Zira dinler, insanı güdüleriyle değil; akli, sezgisel vs. yetileriyle tanımlarlar. İnsan neyin doğru olduğunu aklıyla tespit edebilmekte ve buna uygun davranış geliştirebilmektedir. Kötülük, insanın güdülerinin hâkim olduğu alanı yani tutkularını, zevklerini vs. kontrol edemediğinde, başka bir ifadeyle rasyonalitesini kaybettiğinde ortaya çıkar. Kur’an, akletme yetisinin kaybolup, güdülerin hâkim olmaya başladığı andan itibaren, insanın bir akıl hastalığına tutulduğuna işaret etmek üzere ‘maraz’ terimini kullanmaktadır. (Bakara, 10)

İnsanın niceliklerini dikkate alarak tanımlamak, onu maddi varlıklarla ortak bir düzlemde tanımlamaya çabalamaktır. İnsanın niteliklerini ve soyut özelliklerini, adalet duygusunu, inanma hissini, sezgilerini vs. dikkate almak ise, onu Tanrı ile ortak bir düzlemde tanımlamaktır. Tanrı’nın niteliklerinin kalıcılığı, insanda da bir kalıcılık hissi yaratacak, böylece insan kendisini salt maddi yapısıyla ve maddi ilişkiler ağıyla tanımlamanın yaratacağı kısırlığa düşme riskinden kurtaracaktır. İnsanın bu ruhsal/manevi yönünü unutup, maddi olan niceliksel yanını tanımladığı, kendine âlem içinde tuttuğu yeri de unutturmaktadır. Kur’an’ın değerini bilemeyip de elimizden kaçırdıklarımıza duyduğumuz derin pişmanlık hissi olarak öne çıkardığı ruhsal çöküntü hâli olan hasret (İsra, 29) de, bu hasret hâlinin ve hakikat körlüğünün insana yaşattığı hüsran (Bakara, 121) da, insanın öz niteliklerini, gerçek onur ve asalet kaynağını bir türlü keşfedememesinin yarattığı sonuçlardır.

İnsanın anlam ve değerinin kaynağı durumundaki temel niteliklerin kaybedilmesi, ikinci dereceye itilmesi ve niceliğin egemen olduğu bir dünyanın ana gaye olarak görülmesi, bizzat insan benliğinin temel yapısının unutulması demektir (hasret). Bunun Allah’ın unutulmasıyla da doğrudan ilişkili olduğunu ifade etmek gerekir. Ayette ifade edilen Allah’ı unutanlara; Allah’ın da benliklerini unutturacağı yönündeki uyarısını (Haşr, 19) tersinden okumak da gayet mümkündür. Kendilerini unutanlar Allah’ı da unuturlar; başka bir ifadeyle kendilerini Allah’a ulaştıracak yeteneklerini devreye sokmayanların, yarı yolda karanlığa gömüleceklerinde hiçbir şüphe yoktur. Buna göre, hasret yani benlik unutkanlığı hüsran sonucunu doğurmaktadır. Asıl kaynaktan kopuş ve irtibatsızlık, insanda bir hasret hissi yaratır. Hasretin Kur’an’da bir ıstırap ve acı türü olduğunu hatırlamak gerekir: Kaçırılan, geri gelmez fırsatların yarattığı ıstırap. Bu hasret aynı zamanda hüsran yaratır. Hüsran, insanların bu bağlantısızlıklarının yarattığı bir sonuçtur. Aklı işletmeyerek bu bağı koparmanın (aklın da insanı kendi benliğine, diğer varlıklara ve en önemlisi Allah’a bağladığını göz önünde bulundurduğumuzda) bir cezası olarak, Sysiphus gibi, tam dağın zirvesine çıkardım derken elindeki taşı tekrar aşağılara yuvarlanan insan, böylece kısır bir döngünün sürgit mahkûmuna dönüşmektedir. Sonra da kendi eliyle, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehenneme çevirdiği dünyada huzuru mumla aramaktadır.

Sonuç
Öğrenme ve kültür yaratma yeteneğimiz, insan olarak biyolojik yapımızın bize miras olarak aktardığının ötesine geçme imkânı verir. Bu yeteneğimizi kullanabilmemiz, mahiyetimize rağmen değil, aksine onun sebebiyledir. Etkileşimde bulunduğumuz çevreyi değiştirerek, düşünme biçimimizi değiştiririz. Düşünme biçimimizi değiştirerek de çevremizi değiştirecek unsurları (terimler, kavramlar, algılama ve değerlendirme kriterleri vs.) değiştirebiliriz. Bu yetenek bize doğuştan bahşedilmiştir ve bununla yeni sosyal dünyalar yaratma, geleceğimizi kontrol etme ve haksızlıklara direnme gücünü ve onurunu kendimizde buluruz. İnsan güdüsel olarak kısa görüşlü, tamahkâr, saldırgan, tahakküm etmeyi arzulayan, ben-merkezlidir; ama aynı zamanda bu güdülerinin ötesine geçmesi ve bunları kontrol edebilmesi için adalet, hak, hakkaniyet gibi öz değerlerle donatılan rasyonel bir varlıktır. Bizdeki bu doğal ve sosyal çatışan yapılarımızdan sosyal olanın öne çıkarılması, insan olma ve onurlu bir hayatı var kılma iddiamızın gereğidir.