Makale

Gülen Nar ile Ağlayan Ayva

Gülen Nar ile
Ağlayan Ayva

Mustafa Özçelik

“Gülen Nar ile Ağlayan Ayva”nın bir masal hem de her masal gibi güzel bir masal olduğunu hepiniz bilirsiniz. Hatırlarsınız, gönül inciten, kalp kıran bir Yörük Bey’inin hikâyesini anlatır bu masal… Tek çaresi vardır bu hatasını telafi için. O da Ağlayan Ayva ile Gülen Nar’ı bulmak... Zira, kalbi kırılan ihtiyar, “İlahi yiğit; başka bir şey demem; dilerim Allah’tan Gülen Narla, Ağlayan Ayva’nın derdine düşesin." Diye ah eder.
Zorlu bir yolculuk başlar. Bir devin bahçesindedir aranan. Yörük Bey’i vazgeçmemiş hedefinden ve onların bulunduğu devin bahçesine varmış. Gördüğü şu: Başı göklere değen bir ağaç! Ağacın altında yedi başlı bir dev, dalında Gülen Narla, Ağlayan Ayva... Yörük Beyini görünce nar başlamış gülmeye, ayva başlamış ağlamaya, Dev de başlamış homurdanmaya... Yörük Beyinin tüyleri diken diken olmuş ama, "Allah!" deyip yılan dişli hançerine sarılmış, bir vuruşta yedi başını birden doğramış devin, o zaman bin yıllık ağaç eğilmiş; Yörük Beyi de gülen narla, ağlayan ayvayı koparmış dalından...
Bu anlatımın sonrası, tam da masallara özgü bir finalle biter. Şer gibi görünen hayra çevrilir. Gülen nar, aslında bir peri iken birden güzel bir kıza dönüşür. Tabii masalın mutlu sonla biteceğini tahmin edersiniz. Biz gelelim kendi söyleyeceklerimize… Masalların gerçek olayları hikâye etmediğini hepimiz biliriz, ama yine de onlardan vazgeçmeyiz. Nasıl vazgeçebiliriz ki? Onların her biri, bilgeliğin ürünleri... Dolayısıyla, anlatılanlarla bir gönül bağı kurarsak, aklımızı ve gönlümüzü harekete geçirip o sihirli dünyanın kapılarını açmaya, sembolik dillerini çözmeye çalışırsak bize de mutlaka bilgelik dersleri sunacaklardır. Şimdi öyle yapmaya çalışalım ve “açıl kapım açıl diyelim” biz de… Bakalım neler söyleyecek bu hikmetli dil...
Tabii, burada ilk vurgu “kalp kırmak”la ilgili. Bir ahlaki davranış, masal diliyle bize hatırlatılıyor, öğretiliyor. İşin vahametini ise “ah almak” deyimi gösteriyor. Burada hemen “Ah alan onmaz” deyimini de hatırlayabiliriz. Zira deyimlerin de masallar gibi aslında öğretici bir yanı vardır. Hatta biraz daha hafıza zorlamasıyla bir başka bilgeliğe de kulak verebiliriz. Mesela Yunus Emre’nin “Bir kez gönül yıktın ise” diye başlayan dörtlüğü, aynı bağlamda bize bir uyarı dersi verecektir. Sözün kısası masallar da, deyimler de, şiirler de aynı ortak dili konuşuyorlar aslında. Yeter ki onları duyacak kulağımız olsun. Buradan Mevlana’ya geçebilir ve onun “can kulağı” ifadesini de hatırlayabiliriz. “Gerçeği görmek için can gözü, gerçeği duymak için can kulağı gerek” der Mevlana...
Evet, uyarıyı anladıysak yolumuza devam edebiliriz. Yörük Bey’i hatasını anlamış ve kabul etmiştir ki “Gülen Nar ile Ağlayan Ayva”nın peşine düşer. Böylesi, bir erdemdir insan oğlu için... Hata yapmamaya dikkat etmeli, buna rağmen yapmışsak telafi için ne gerekirse yapmalıyız. Bize bunu öğretir Yörük Bey’i… Dahası, bu masalın başka bir varyantında kırılan şey, yaşlı bir kadının tek sermayesi olan bir su testisidir. Elindeki tek varlığı kırıldığı için beddua etmiştir Yörük Bey’ine... Eğer, masalı bu düzlemde okursak, bu defa da karşımıza, hakikatin mecaz diliyle nasıl tesirli bir şekilde verildiğini görürüz. Hakikatte kırılan testi değil kalptir, ama meseleyi kavramak açısından testi örneği verilmiştir bize. Ve kırılan testiyi eski haline getirmenin zorluğu hatta imkânsızlığı gibi bir durum vardır ortada. Masal bize “Aman dikkat” diyor. “Özür dilemeniz gereken davranışları sakın yapmayın. Kırdığınız kalp, kırık testi gibi bir daha eski haline gelmez.”
Masal, bize bir de bir “dev”den söz ediyor. Sakın bu dev, bizim “nefsimiz” olmasın. Zira, Yörük Bey’i devi “Allah!”deyip hançeriyle öyle öldürebiliyor. Şimdi biz burada şöyle düşünemez miyiz? Nefsin azgınlığına, “dur” demenin tek yolu Allah’ın isteği gibi hareket etmek, her zaman ona sığınmaktır. Eğer, bize güç verecek varlık olarak ona sığınmışsak, nefsimizin devleri birer birer ölürler. Bu da bize, yaşadığımız hayatta her dem Allah bilgisi ve bilinciyle, ona sevgi ve bağlılık duygularıyla hareket etmemiz gerektiğini söylemiyor mu? Dahası böyle yapan biri, aslında hem kalbi, hem de fiili olarak “tövbe “hali içindedir. Çünkü, Bey, ihtiyardan ah alınca ondan özür dilemekle kalmamış, zorlu ve tehlikeli bir yolculuğa çıkarak Gülen Ayva ile Ağlayan Nar’ın bulunduğu yere gelmiştir. Onu getiren ah aldığında Oba Beyi’nin yüreğine düşen ateştir. Bunu da çok doğal olarak “pişmanlık” olarak düşünebiliriz. Demek ki hatalar, bizde pişmanlık duygusu uyandırır. Huzurumuz kaçar, içimiz sıkılır. Bu durumdan kurtulmanın yolu ise önce pişmanlık duymak, tövbe etmek ama bunu sözde bırakmamak eyleme dökmektir. Buna göre, samimi manada tövbe edenlerin, hatalarından arınacakları ve dahası sonsuz bağış sahibinden bunun üzerine bir de “mükâfat” alacakları gibi bir sonuca ulaşabiliriz. Gülen Nar’ın güzel bir kıza dönüşmesi böyle yorumlanabilir ancak…
Bitmedi bize masalın söyleyecekleri… Bir halk deyimini hatırlayalım. “Bir güler biri ağlar.” şeklindeki bu deyim, bize sadece bir toplumda insanların ayrı ayrı hallerde bulunduklarını göstermekle yetinmiyor, bunun ötesinde yine bir mesaj veriyor. Mesaj şu: “Sorumlusunuz birbirinizden. Birbirinizin halleriyle halleşin, dertleri de sevinçleri de paylaşın.” Daha ne söylesin ki! Biliyoruz ki insanoğlu, topluluk halinde yaşar. Bireysel mutluluk, acıları paylaşmaktan eğer biz gülen ayva isek ağlayan narların dertlerine derman olmaktan geçer. Yalnız yaşanan sevinç, sevinç değildir. Öyleyse bir olmak, birlikte olmak, birlikte ağlayıp gülmek, insana özgü davranışlar olmalıdır.
Durum madem böyledir öyleyse şimdi de Mehmet Âkif’i hatırlayalım. Bu mustarip yürek şöyle demez mi bize? “Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim/Onu dindirmek için kamçı yerim çifte yerim/Adam aldırma da geç dilemem aldırırım/Çiğnerim çiğnenirim Hak’ı tutar kaldırırım...” Bu mısraları okuduktan sonra da şu tür soruları soralım kendimize: Komşularımızı tanıyor muyuz? İyi ve kötü günlerinde yanlarında mıyız? Kışın soğuğunda sokakta ölümün buz gibi nefesini enselerinde hissedenler aklımıza geliyor mu? Yalnızlar, kimsesizler, hastalar, savaş ve şiddet mağdurları, mazlumlar… Onlar da bizimle aynı gökyüzünün altında yaşıyorlar, aynı havayı teneffüs ediyorlar. Fakat her biri “Ağlayan birer Ayva” Onların ah’larını ne yapacağız? Gözyaşlarını nasıl dindireceğiz? Dahası, bize emanet olarak sunulan hayvanlar, bitkiler, ağaçlar, hava, su… Demek ki sorumluyuz bütün bunlardan. Çünkü emaneti insan olarak biz yüklendik Kalu Bela’da… Ve söz verdik...
Yine bitmedi... “Açıl kapım” dedik ya... Bakın nice kapılar açıldı önümüzde... İsterseniz birine daha girelim. Mevlana buyuruyor ki: “Gülen nar, bahçeyi güldürür. Ağlayan ayva bahçeyi soldurur.” O da bize narın kırmızı rengiyle gülme arasında, ayvanın sarı rengiyle de ağlama asında bir ilgi kuruyor öncelikle... Diyor ki Mevlana: “Siz gülerseniz, sizden yayılacak pozitif enerjiyle çevrenizdekiler de etkilenip gülerler. Yani siz, etrafınıza tebessüm etmeyi, hoşlukla davranmayı öğretebilirsiniz ama önce kendinizin “gülen nar” olmanız şart... Yine “ağlayan ayva” gibiyseniz yani yüzünüz gülmüyorsa, aynı şekilde bu karamsarlığınız, asık suratlılığınız, çevrenize negatif enerji yayar.
Tabii, sözü söyleyen Mevlana ise devamı da gelecektir. “Gülen nar, bahçeyi güldürür”ün ardından şöyle diyor: “Erenlerin sohbeti seni erlerden eder.” Sözün birinci kısmıyla ilintili olarak buna da şu manayı verebiliriz. Bulunduğumuz çevre çok önemlidir. Çünkü insan, etkilenen ve etkileyen bir varlıktır. Kişisel olgunlaşma yahut hamlık, çevremizle de doğrudan ilgili bir durumdur. Sizden bilgili, sizden erdemli olanlarla görüşün. Onların halleriyle hallenin. Onları örnek ve önder alın. Buradan niye İslamiyet’in bir cemaat dini olduğu, neden bilgi ve erdem sahiplerine çok önem verdiği üzerinde bir kez daha düşünebiliriz. Bu düşünme bize, Kur’an’ın ve sünnetin aynı zamanda kültürümüzü, şiirimizi, masalımızı, deyimlerimizi, atasözlerimizi nasıl şekillendirdiğini, onlara nasıl bir ruh ve mana verdiğini de gösterecektir. Bundandır ki asırlar boyunca toplumumuz, bu tür eserlerle eğitildi. Dinlenen her masal, okunan her şiir, duyulan her deyim ve atasözü insanlara bilgelik dersi verdiler. O yüzden hiçbir okula gitmeseler bile insanlarımız “irfan” dediğimiz bir bilgeliğe ulaştı. Unutmayalım, bilgelik, bilginin üstünde bir vasıftır. Ya bilgelikten yoksun bilgi? O da insanın felaketidir.
Masaldan çok mu uzaklaştık? Sanmıyorum. Hepimiz masalda anlatılan o Yörük Bey’i gibi düşündük kendimizi bir an… Derim ki, bu düşünme devam etsin. Çünkü masallardaki dinlediklerimizle, hayatta yaşadıklarımız aynı değildir. Biz, birine hayal diğerine gerçek deriz ama şunu da unutmayalım. Biz görünüşte birbirine zıt, bu iki durum karşısında bir an şaşırıp, kendimize gelerek karşılaştırmalar yapıp öyle kurmuyor muyuz hayatımızı?... Öyleyse hayatın gerçekleri kadar masalların hayallerinin de bize öğretecekleri çok şey var. Aslında hayal hangisi, hakikat hangisi?. Bu da ayrı bir mesele... Fakat buna girmeyeceğiz. “Açıl kapım” dedik binlerce kapı açıldı önümüzde. Bazılarını birlikte gezdik. Kalanları da siz kendiniz gezin... Zira, gökten üç elma düştü. Biri tövbe edip arınanların başına, diğeri, diğeri yalnız gülmemeyi öğrenenlerin başına, üçüncüsü de, dünyada her varlık bize bir ibret dersidir diyerek bu dersi alanların başına... Ben birini alıp gidiyorum, diğerleri sizin nasibiniz…