Makale

Ramazan Münasebetiyle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İlk Basın Açıklaması “DİNÎ DUYGULAR RENCİDE EDİLMEMELİ”

Ramazan Münasebetiyle
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İlk Basın Açıklaması
“DİNÎ DUYGULAR RENCİDE EDİLMEMELİ”

Dr. Mehmet Bulut
DİB / Uzman
6 Nisanda idrak edilen 1924 yılı Ramazanı münasebetiyle basın organlarına gönderilen ve “Diyanet İşleri Reisi Rıfat” imzasını taşıyan “Hissiyât-ı Diniyye Cerîhadâr Edilmemeli” başlıklı yazı, Diyanet İşleri Reisliği’nin ilk basın açıklaması olmalıdır.
Bu açıklamada Rıfat Efendi, vatandaşlara ramazan ayında bulunduklarını hatırlatarak, oruç tutmayan kişilerin, halkın arasında açıktan yemek ve içmekten kaçınmalarını, metindeki orijinal ifadesiyle “nakz-ı sıyam” etmemelerini, oruçlu insanların inanç ve ibadetlerine saygı gösterilmesini özellikle rica etmekte, halkı bu yönde aydınlatma hususunda basın ve yayın organlarına da görev düştüğünü hatırlatmaktadır. İlk Diyanet İşleri Resimiz, bu bağlamda, din ve inanç hürriyetinin, başkalarının inanç ve ibadetlerine hürmetsizlik etme noktasında asla gerekçe olamayacağını veciz bir şekilde izah etmektedir.
Hem yine bir ramazan içinde bulunuşumuz hem de içerik ve taşıdığı tarihî değer açısından büyük bir önemi haiz olması nedeniyle, bu açıklamanın Sebilürreşad Dergisi’nde (c. 23, sayı: 597, Nisan 1340, s. 392-393) eski harflerle yayınlanan örneğinden latinize ettiğimiz metnini, çok az sadeleştirerek aşağıya alıyoruz.
İçinde bulunduğumuz gufran ayında bazı kimselerin şurada burada alenen nakz-ı sıyam ettikleri (açıktan oruç bozdukları / yiyip içtikleri) esefle işitiliyor. Mensup olduğumuz fıtrî dinin tesis eylediği İslamî kurallara nazaran herkes -diğerlerini rencide etmemek şartıyla- hareketlerinde hürdür. Başkasının akide ve vicdanına tahakküm, halkın inançları üzerinde tasarruf etmek hakkı hiç kimsede mevcut değildir. Fakat her Müslüman İslamî kaideler dairesinde yekdiğerini salaha, hayır ve fazilete davet, münkerlerden nehyetmek vazifesiyle mükelleftir. Müslümanlıkta sulta-i diniye değil, mev’iza-i hasene, hayır ve fazilete davet, nehyi ani’l-münker vardır. Bu ise muayyen bir makama, muayyen bir sınıfa değil, belki bütün Müslümanlara verilmiş bir salahiyettir. Cenab-ı Hak onu Müslümanların en âcizine de vermiş, en kavisine de. En âciz bir Müslüman en kavi dindaşına karşı bu salahiyeti kullanabilir. Binaenaleyh, İslam’ın âciz bir ferdi olmak itibariyle dindaşlarıma bazı tavsiyelerde bulunmak istiyorum:
Malumdur ki, insan için en büyük hikmet, yalnız Vâcibü’l-Vücud Hazretlerine baş eğmesi, ilahî varlığa teslim olması değildir. Bununla beraber mahlûk ve bendesi olduğunu bilip duyduğu o Halık-ı Zülcelal’in emir ve nehiylerinin en makul, en yüce, en bedii şeyler olduğunu kabul ederek bunların haricine çıkmaması da lazımdır. Hakiki iman ve muhabbet bunu icap eder. Esasen akıl ve vicdanımız da bize gösterir ki, Kâinatın Yaratıcısı’na iman ve O’na karşı kulluk görevini yerine getirme bir vecibedir. Çünkü her insan, doğmasıyla beraber Cenâb-ı Hak tarafından namütenahi nimetlere mazhardır. Şüphe yok ki, insanın irade ve ihtiyar sahibi, şuurlu bir mahlûk olarak yaratılmış olması da bu nimetlerin en büyüklerinden birdir. İşte bu nimetlerin Mebde-i Evveli olan Cenab-ı Allah’a “hamd ve şükrünün ihlâs ile edası” İslam’da ibadet denilen ilk vazifedir. Her mümin namazıyla, orucuyla, zekâtıyla, elhasıl ilahî emirler dairesinde hareket etmesiyle bu vazifesini ifa eder ve Cenab-ı Hakk’ın verdiği nimetleri, verdiği hikmet ve maslahata tevfikan istimale çalışır ve bu suretle şükrünü ifa eder. Bu vazifeyi ifa ettiğimiz için Cenab-ı Allah hâl ve istikbalde bize hiçbir istifade vaat etmemiş bile olsa bunu bir vazife olarak yapmamız lazımdır. Kaldı ki Vacib Teala Hazretleri, kendi emirlerine itaat edenleri hâl ve istikbalde, dünya ve ahirette saadetle tebşir buyurmuşlardır. Filhakika, ibadette ihlas, ibadette ruh, onu bir fayda ve menfaat mülahazasıyla değil, ancak emr-i ilahî olduğu için yapmaktır. Vazife vazife olduğu için ifa edilmelidir. Bu itibarla Cenab-ı Hakk’ın bir ibadet olmak üzere emreylediği şeyleri -emir olduğundan dolayı- ifa etmek her Müslüman için esaslı bir vazifedir. Bu sebeple, İslam ibadetlerinin her birinde insanların bugünkü ve gelecekteki saadetlerine ait pek çok hikmet ve faydalar olduğu ve bunların yalnız ferdî ve uhrevî değil, içtimai ve dünyevî oldukları da malumdur.
Bir misal olmak üzere ramazan-ı şerifte her bir Müslüman fert üzerine farz olan orucu göstermek pek muvafıktır. Oruç, ilahî bir emir olduğu cihetle her müslümanın bir vazife olarak bunu ifa etmesi lazımdır. Vazifeye bağlı olmak bunu iktiza eder. Hâlbuki oruca ruhun terbiyesi, iradenin takviyesi, nefse hâkimiyet temini gibi pek mühim faydalar da terettüp etmektedir. Cenab-ı Hakk’ın farz kılmış olduğu namaz, oruç, zekât gibi bir bakışta yalnız ferdî ve uhrevî bir kulluk zannedilen ibadetlerle hakikatte yalnız ferdin değil toplumun saadeti istihdaf olunmaktadır. Binaenaleyh, bu vazifelerin ifası hem rızayı ilâhiyi celbedeceği hem de toplumun huzurunu artıracağı gibi, bunların yerine getirilmemesinden doğacak mahzurlar da yalnız ferde ait ve uhrevî olmayıp dolayısıyla toplum düzeninin âhengiyle ilgisi bulunmaktadır.
Filhakika, ibadette vukua gelecek ihmal ve tembellik, toplum fertlerinin kalplerindeki Allah korkusu ve muhabbetullahı yavaş yavaş izale edeceğinde şüphe yoktur. Fertlerinin kalbinde muhabbet ve aşkullah, haşyet ve havfullah kalmamış olan bir cemiyette hak ve vazife fikirleri silinerek bunun yerine menfaat hissi kaim olacağından böyle bir cemiyette hukuka tecavüz fikir ve emeli meydan alır, mukaddesat paymal edilir, masiyetler çoğalır, menfaat hissi ve nefsanî emeller vicdanda hâkim olur. Binaenaleyh fertlerin ilâhî emirlere ve kanun hükümlerine karşı gösterecekleri ihmal ve teseyyübe, münkirat ve menhiyata yönelmelerine toplum lâkayt kalmaz ve kalmamaları iktiza eder. Bunun içindir ki, ilâhî emirlere ve kanun hükümlerine karşı gelenleri konumlarına, derecelerine göre toplum tecziye eder, tevbih eder, nasihat görevinde bulunur.
Hiç şüphe yok ki; ramazan-ı şerifte herkesin yanında açıktan yiyip içmek de ilahî emirlere mugayir ve İslam toplumuna karşı sarih bir hakarettir. Kişi hürriyet, vicdan hürriyeti perdesi altında bu gibi dinen münker sayılan şeyleri alenen yapmaya kalkmak, herhalde hürriyeti suiistimalden başka bir şeyle tefsir olunamaz.
Evet, istihdaf eylediği gaye münhasıran insanın saadeti olan dinimiz, hayat ve toplumun mutluluğunu temine yegâne vasıta olan “insan hürriyeti”ni her insanın tabii haklarından saymıştır. Fakat bir cemiyetin mukaddesatına, istinat ettiği düsturlara karşı gelmek hürriyet değil, bilakis vicdan hürriyetine, şahsi hürriyete, dinî duygulara sarih bir tecavüzdür. Çünkü “Dinler taarruzdan korunmuştur. Dinî duygular asla yaralanamaz/rencide edilemez” esası, değiştirilemez tabii kuraldır. Binaenaleyh itikadın zaruri sonuçları ve harici şekli olan ibadetlerin de taarruzdan korunmuş olması, ona da hürmet ve riayet olunması icap eder. Hâlbuki ramazan-ı şerifte toplum içinde alenen yiyip içmek, “dinî duygular asla rencide edilemez” esasına kesinlikle terstir. Bu hal diğerlerinin mukaddes inançlarını ve onun harici şeklini alenen tahkirdir, onu şayanı hürmet bulmamaktır. Yolda giderken paltosunu çiğneyen bir adamın bu hareketinden kalben muztarip olan insanların kalbine basmaktan ne derece azap ve ıztırap duyacağını takdir etmeyecek bir fert tasavvur etmiyorum. Asıl Müslüman o kimselerdir ki, eliyle, diliyle, fiil ve harekâtıyla hiçbir kimsiyi rencide etmez. Herkesin en ufak bir hakkına karşı hürmet ve riayet eder. Hürriyet, her fert için tabii bir haktır. Fakat bu, diğerlerinin mukaddes hukukuna tecavüz etmemek şartıyla mukayyettir.
Hem ne hacet! Esasen medeni ve içtimai olan bir insan, hayatını, içinde yaşadığı bir cemiyetin hayatına uydurmak mecburiyetinde değil midir? Böyle olmadığı takdirde cemiyetin âhengi bozulup sonuç itibariyle hem kendisi hem de başkaları zarara uğramış ve muztarip olmaz mı? Binaenaleyh insan, beraber yaşadığı toplumun fertlerinin itiyat ve âdetlerini, itikat ve ibadetlerini bilmek ve bunları tezyif ve tahkir etmemekle mükelleftir. Bu, kendisi için içtimai bir borçtur. Bu borcu ödemeyenler toplumun diğer fertlerinden hürmet beklemeye hak kazanamamışlardır. Şu halde bütün Müslümanların içtimai ve insani olan bu borcu ödemek hususunda katiyen ihmal etmemeleri ve bunu ödemeyenlere her Müslümanın, bilhassa irşad vazifesiyle mükellef olan matbuatımızın / basın yayın organlarımızın elden geldiği kadar gerekli uyarı ve öğütlerde bulunması lazımdır ki, bu sayede hüsran ve dalalete düşmeyerek mütemadiyen saadete doğru yürüyelim. Kur’an-ı Kerim’in şu sure-i celilesine uygun hareket edersek her türlü saadetimizi temin etmiş oluruz: “Asra kasem ederim ki, insan muhakkak hüsran ve ziyandadır. Ancak imanı olan kimselerle salih amellerde, faydalı işlerde bulunanlar; bir de birbirlerine hakkı, doğruyu tavsiye edenler, birbirlerine hayrı [sabrı] sabrı tavsiye edenler ziyanda değildir.” (Asr sûresi)
Tevfik ve hidayet Allah’tandır.
Diyanet İşleri Reisi Rıfat