Makale

Beşir Ayvazoğlu: “Ramazan, insana kendi içine dönme, düşünme, eylemlerinin, geçmişinin muhasebesini yapma ihtiyacı uyandıran bir aydır.”

SÖYLEŞİ

Beşir Ayvazoğlu:
“Ramazan, insana kendi içine dönme,
düşünme, eylemlerinin, geçmişinin muhasebesini
yapma ihtiyacı uyandıran bir aydır.”

Söyleşi: Ayfer Balaban
Fotoğraf: Mustafa Bektaşoğlu

Ramazan kültürü bereketli bir kültür. Bu kültürün renklerinden bahseder misiniz?
Ramazan kültürünün içinde edebiyat, sanat, düşünce iklimi var. Bu bereket; okumayı, düşünmeyi, sohbeti bir çeşit ibadet olarak kabul etmenin, daha doğrusu bunu bir gelenek haline getirmenin sonucudur. Esasen ramazan, insana kendi içine dönme, düşünme, eylemlerinin, geçmişinin muhasebesini yapma ihtiyacı uyandıran bir aydır. Düşünme eylemi kaçınılmaz bir biçimde bilgi ihtiyacını beraberinde getirir. Muhasebeyi daha doğru yapabilmek için de bilgiye ihtiyacınız vardır. Bu ihtiyaç kitapla, okumakla giderilir. Ramazan beraberinde kitabı da getirir. Ramazan ayında dinî heyecan, dinî duygu ağır bastığı için dinî yönü ağır basan kitaplar tercih edilir, ağırlıklı olarak İslam tarihi, peygamberler tarihi ve tasavvufi kitaplar okunur. Ancak bu söylediklerimden, ramazan ayında sadece dinî kitaplar okunur gibi bir anlam da çıkarılmamalıdır.
Ramazan ayının bu özelliği akledilmiş olmalı ki uzun zamandan beri ramazanla çok örtüşen kitap fuarları düzenleniyor. Bu kitap fuarlarından önce de Beyazıt Camii ve Fatih Camii avlusunda sergiler açılır, bu sergilerde okuma-yazmanın araçları bulunurdu. İnsanlar iftar sonrası sahaflar çarşısını gezerlerdi. Özellikle Osmanlı dönemi ramazanlarında insanlar sahura kadar yatmazlardı. Sahur yemeğini yerler, sabah namazını kıldıktan sonra uyurlar, öğleye kadar istirahat ederlerdi. Devlet daireleri öğleden sonra açık olurdu. Bu zaman kitap okuyarak değerlendirilirdi.
Ramazan kültürü kitapla sınırlı değil tabii ki. İftar sofraları da ramazanın başka bir güzelliği. İftar sofrası sadece yemek sofrası mı idi?
Bu sofralarda sohbet edilir, kültürle iç içe bir hayat yaşanırdı. Özellikle devlet adamlarının verdikleri iftarlarda hiç şüphesiz en çok kültür adamları, ilim adamları bulunurdu. Bunlar birbirleriyle ne konuşur? Elbette tarih, medeniyet, kültür, sanat, şiir, din konuşur… Dolayısıyla iftar sofraları bir kültür sofrasıdır.
O zamanlar bir mahalle örgütlenmesi vardı. Mahalle başlı başına kendini idare eden bir birimdi. Zenginin konağı ile fakirin fakirhanesi yan yana olabilirdi. Mahallenin fakiri çat kapı konağın iftar sofrasına konuk olur, bunu kimse yadırgamazdı. Şimdi bu mümkün değil maalesef. Büyük konaklarda sofralar herkese açıktı. İnsanlar birbirlerini bilir, tanırdı. Ramazan ayı beraberinde yardımlaşma-paylaşma kültürünü de getirirdi. İnsanlar rencide edilmeden ihtiyaçları giderilirdi ve buna özellikle dikkat edilirdi.
Ramazan gecelerinde dinî musikî vardı. Özellikle teravihten sonra bir yerde oturup kahve içmek, eğlenmek sabrın bir mükâfatı olarak görülürdü. Bunlar Osmanlı dönemine has ramazanın renklerindendi. Biliyorsunuz daha sonra bir kopukluk oldu.
Ramazan maneviyatının edebiyatımız üzerindeki tesirleri nelerdir?
Çok geniş bir ramazan edebiyatımız var. Eski İstanbul ramazanlarını en iyi anlatan Ahmet Rasim’dir. Ramazan gelmeden önce ramazana nasıl hazırlanılır? İftar sofralarında neler konuşulur? İftardan sonra nereler gezilir? Bütün bunları, mahyaları, teravihleri Ahmet Rasim’den okumak lazım.
‘Eski İstanbul Ramazanları’ diye Halid Fahri Ozansoy’un ortaoyunundan Karagöz’üne, davulcusundan iftar ve sahur yemeklerine kadar hatıralarını anlattığı küçük, çok güzel bir kitabı vardır. Okuyanlar kulaklarında o zamanlara ait bir musiki duyabilirler.
İftar zamanını, oruçluluğu-oruçsuzluğu bir de Yahya Kemal’den okumak lazım. Biliyorsunuz, Yahya Kemal çok genç yaşlarda Paris’e gitti. Uzun yıllar orada yaşadı. Ülkesine döndüğünde Yahya Kemal’in günlük yaşama alışkanlıklarıyla toplumuzun yaşama alışkanlıkları arasında fark vardı. Orada edindiği alışkanlıklara rağmen çocukluğunda yaşadığı güzellikleri özlüyordu. İçinden çıktığı toplumun hayatına katılamamak onu üzüyor, bundan derin bir acı duyuyordu. Atik Valide Camii’ni çok severdi. Bir ramazan günü bu camiyi ziyaret eder, iftar vakti gelir, ezan okunur. O iftarı tatlı bekleyiş vardır ya; insanlar iftarlıklarını almışlar evlerine hızlı hızlı yürürler, çocuklar sokakta topun atılmasını bekler. Kendine mahsus renkleri olan böyle bir hayat işte. Yahya Kemal sokaktan geçer, kendisini bu hayatın çok dışında hisseder ve bundan derin bir üzüntü duyar. Oruçsuz ve neşesiz… Kendi tabiriyle o gün oruçsuzluğu sebebiyle halkın hayatına katılamamaktan duyduğu acıyı şöyle dile getirir:
“İftardan önce gittim Atik-Valide semtine
Kaç defa geçtiğim bu sokaklar bugün yine
Sessizdiler, fakat ramazan maneviyyeti
Bir tatlı intizara çevirmiş sükuneti;
Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,
Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer.
Bakkalda bekleşen fıkara kızcağızları
Az çok yakından sezdiriyor top ve iftarı
Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün;
Bir top gürültüsüyle bu sahilde bitti gün
Top gürleyip oruç bozulan lahzadan beri
Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri.
Ya Rab nasıl ferahlı bu alem, nasıl temiz!
Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neşesiz
Yurdun bu iftarından uzakta kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı.
Bir tek düşünce oldu teselli bu derdime;
Az çok ferahladım dedim kendi kendime:
Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;
Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.”
Hayatının büyük bir kısmını Batı’da yaşamış Yahya Kemal’in ızdırap duyması aynı zamanda bir farkındalıktır. Izdırap duymayabilir, umursamayabilirdi de. Öyle zannediyorum ki çocukluğunda annesinin verdiği terbiyenin ruhuna tesiri büyüktü. Yahya Kemal’in çocukluğunu yaşadığı o atmosfer zihninden, hayal dünyasından hiç çıkmaz. Ramazan ikliminin edebiyatımıza tesirlerini anlatmak başlı başına bir söyleşi konusudur. Biz sadece bu misallerle okuyucularda bir merak uyandıralım ve devamını kendilerinden bekleyelim.
Ramazan deyince hıfzı kuvvetli, sesi sedası yerinde demir hafızları yâd etmemek olmaz herhalde?
Tabii hafızlar ramazanların en çok aranan kişileri, gözdeleri. Devlet adamları, ileri gelen zevattan meraklı olanlar konaklarına hafızları davet ederler ve bu hafızlar âdeta paylaşılamazdı. Güzel kıraatleriyle dinleyenlere manevi bir neşe verirlerdi. Bu neşe konaktan konağa şehri sarardı. O eski konaklar sadece mesken değil, kültürün üretildiği mekânlardı. Hafızlar geniş bir musiki bilgisine sahiptiler. Hatta pek çoğu nota ve usul bilirdi. Zaten gelenek bu bilgiyi, bu kültürü gerektirirdi.
Ramazan kadınlara nasıl gelirdi?
Ramazan yeme-içme kültürünü zenginleştiren bir ay. Ramazan yaklaşırken hazırlıklar daha çok kadınlara düşerdi. Kilerler kadınlardan sorulur, onlar ne istiyorsa o alınır, alış-veriş listesini onlar belirlerdi. Bayram yaklaşınca bayramlıklar dikilirdi. Her evde aşçı yoktu. Evin hakimiyeti kadındaydı. Kadınların yükleri artsa da ramazanın bereketi, rahmetinin kuşatıcılığı onların bu yüklerini de hafifletirdi şüphesiz. Osmanlı’da kadınların zamanları tamamen mutfakta geçmezdi. Onlar teravihe giderler, mukabele dinlerler, kendi aralarında sohbet eder, eğlenirlerdi.
Kadınlar genellikle konakta, evde mukabeleleri takip ederlerdi. Camilerde de kendilerine mahsus bölümlerde mukabeleye katılırlardı. Bu mukabeleler hiç şüphesiz kadınlar arası ilişkileri güzelleştirir, yeni yakınlaşmalar, kaynaşmalar sağlardı. Yani bir üretim ve paylaşım söz konusuydu. Psiko-sosyal açıdan bakıldığında bunlarla ilgili söylenecek şeyler olsa gerek.
Günümüzde televizyondan, cd’lerden okunan Kur’an-ı Kerim’i dinleyerek, mukabele geleneği devam ettirilse de mekanik bir sesle karşı karşıya olma sebebiyle bir yalnızlaşma söz konusu. Buna mukabil mukabele için bir araya gelmekte iletişim var, kaynaşma var, dayanışma var.
Cami, türbe gibi mekânlar etrafında ramazanda şekillenen hayatla ilgili gözlemleriniz nelerdir?
Kadınlar özellikle ramazan ayında birlikte dinî mekanları gezerler. Mevlana’yı, Eyüp Sultan’ı, Halilu’r Rahman’ı ziyaret ederler. Onları bir arada tutan, maneviyatlarını besleyen bu seyahatler bir sosyalleşme aracıdır. Doğru bilgiyle buluşmaları sağlanırsa bir kültürlenmedir aynı zamanda. Bazılarının din ile tek bağlantısı belki de bu ve bu bağlantıya dikkat etmek lazım.
Manevi bir cazibe merkezidir Eyüp Sultan. İnsanları kendine çeker. Her zaman canlıdır ama ramazanda bu canlılık doruk noktasına ulaşır. Ramazanlı Eyüp Sultan kültürü başlı başına bir kültürdür. Orada Sevgilinin sevdiği ile manen beraber olmanın hazzını yaşamak var. Fetihten bugüne gelen bir kültür var ve bu kültür geçmişe bağlar, tarihle temas sağlar. İnsanlar kendilerini zaman tüneline girmiş gibi hissederler.
Bu mekânların kendine mahsus ritüelleri de var. İstismara yönelik şeylere imkân vermeden bir araya gelmek, büyük bir cemaatle teravih kılmak, mezar ziyaretleri yapmak, bu ortamı teneffüs etmek; bunlar güzel şeylerdir.
Biraz da çocuk ve ramazanı konuşalım mı efendim?
Ramazan geldiğinde atmosfer pamuk haline gelir âdeta, ona dokunabilirsiniz. Anadolu şehirlerinde ramazan daha keyifli yaşanır. Yozgat’ta, Sivas’ta, Tokat’ta böyle bir atmosferde ramazanı yaşamak daha zevklidir. Neden diyecek olursanız, İstanbul gibi büyük şehirlerde daha lokal yaşanır ramazanlar. Her boyutu hissedilemez. İftarı, sahuru, ilahileri, komşuluk ilişkileri, davetleri, davulcusu, manisi, çocuklar için özel oruç hediyeleri, iftarlıkları, horoz şekerleriyle böyle bir dünya vardır Anadolu’da. Çocuklarla birlikte camiye, cuma namazına, teravih ve bayram namazına gidilir. İftar topunu beklemek, top atıldı diye haykırmak çocuklar için büyük zevktir. Mesela benim memleketim Sivas’ta top atıldığında rengarenk çaputlar yayılırdı etrafa, onları görünce çok mutlu olurduk. Davulcu uyandırırdı bizi. Ramazan çocuklar için eğlenerek, görerek, yaşayarak, temas ederek öğrenme imkânı idi. Büyükşehirlerde de çocuklarla ramazana dokunabilmeyi, ramazan kültürü ile kitap fuarında, camide, mahallede temas etmeyi çok özlerim.