Makale

Belki Rabbim

Belki
Rabbim...

Beşerin çalışıp ettiğine, ibadet adına dahi olsa, yaptığı fiillerin tamamına, Zât-ı Lâyezâl’in ihtiyaç duyduğu düşünülemez. Böyle bir ihtimâlin akla gelmesi, olsa olsa “Allah” inancında, “rab”anlayışında, “ilâh” kavramının idrâkinde belli problemlerin olduğuna işaret eder.

“İman yetmiş küsur derecedir. En üstünü, “Lâ ilahe illallah (Allah’tan başka ilâh yoktur) sözüdür, en düşük derecesi de rahatsız edici bir şeyi yoldan kaldırmaktır. Haya da imandandır.” (Buhari, İman, 3; Müslim, İman, 57, 58)
“Allah sizin ne görünüşünüze bakar, ne de mallarınıza bakar. O sadece sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.” (Müslim, Birr, 33; İbni Mace, Zühd, 9; Ahmed Bin Hanbel, 2/285, 539)
“Belki hasta komşuma yaptığım bu bir tas çorba veya tanımadığım birisine selâm vermem, şimdi kalktığımda kılacağım iki rekat namaz... Misafirime hazırlayacağım sofra, oğlumun gömleğinin düğmesini dikmem, annemi telefonla arayıp gönlünü almam...” Bunlar gibi iyilik adına, yardımlaşma adına, sevgi adına, vefâ adına, yüreklerin serinlemesi, aydınlanması adına yaptığımız, hatta sadece niyet olarak içimizde barındırdığımız bir fikir, bir istek, bir arzu, bir temenni, bir dilek... En ufak bir hareket, zihnimizden hızla kayıp giden bir düşünce; ebedî kurtuluşumuza vesile olabilir. Olmayacağını kim bilebilir, kim söyleyebilir...?
“Rabbi’m belki bu küçük hareketimden memnun olur. Umulur ki, bağışlar beni, benden razı olur.” desek, böyle düşünsek, yanlış olmaz. Kim bilebilir bunu, bunun böyle olmadığını...
“O’nun rızası, belki seni sevmemdedir, Rabbim’in beğeneceği tavır, hoşnutluğunu kazanacağım tutum budur; tanımadığım yetim bir çocuğa hediye edeceğim ufak bir şey, vereceğim bir kitap, söyleyeceğim bir tatlı söz, usulca ama merhametle onun başını okşamamdır... Yüce Yaratıcı bu küçük, bu sıradan, belki ehemmiyetsiz gibi görünen hareketimden memnun olur.”
“Umulur ki bağışlar beni, umulur ki affeder, kusurlarımı setreder.”
........................

İnsanı, dünya ve dünya hayatı ile sınırlandırıp ele aldığımız vakit, onun nihayetinde elde edeceği, kazanacağı, bulacağı, sahip olacağı her şeyin ve iç-dış bütün dünyasının, son nefesinde kendisini, elleri boş, bilmediği ve tanımadığı başka bir yere, meçhul bir dünyaya uğurlayacak olduğu gerçeği ile karşı karşıya kalırız.

Kısa ömründe, acizliği ve emellerinin çokluğu ile sınırlı imkânlar dahilinde, hem madde, hem mana boyutunda fakr ve zaruretler içinde bulunan insanın, hayatı boyunca didinip, ne kadar uğraş verirse versin, ne kadar çok çalışırsa çalışsın, esas maksadına kavuşması mümkün değildir. Çünkü, beşerin esas maksadı, en büyük hayali, en tatlı ve tek hülyası ebettir, ebediyettir; “ebedî” yaşamak, “sermedî” bir hayatla hayatlanmaktır. Ölmemektir, yokluğa mahkum olmamaktır, sevdikleri ve sevenleriyle ölümsüzlüğe ermektir.

Beşerin çalışıp ettiğine, ibadet adına dahi olsa, yaptığı fiillerin tamamına, Zât-ı Lâyezâl’in ihtiyaç duyduğu düşünülemez. Böyle bir ihtimâlin akla gelmesi, olsa olsa “Allah” inancında, “rab” anlayışında, “ilâh” kavramının idrâkinde belli problemlerin olduğuna işaret eder.

Peşinen insana verilen sayılamayacak çokluktaki nimetlerin şükrünü yerine getirmesi mümkün olmayan insanın, ebedî cennet hayatını kazanmasına, Zât-ı Âkdes’in rüyeti cemâlini müşâhede etmesine liyâkat kesbetmesi nasıl mümkündür?... Bu kadar büyük, baş döndürecek mazhâriyete ne ile ne yaparak erişilebilir, ne şekilde, nasıl nâil olunabilir?!...

Bu noktada öncelikle, hatta sadece ve sadece, Rabbin her zaman olduğu gibi, en başından en sonuna kadar, kendimizi bir sağanak şeklinde içinde bulduğumuz ikramından, ihsanından, lütfundan bahis açmak lâzımdır. Ve bununla beraber de Yüce Yaratıcı’nın hadsiz irade, murad ve hikmetlerine, sonsuz ilmine, ezelden ebediyete sınırsızlığı kuşatan hükümranlığına, terbiye ve idare ediciliğine, malikiyetine... pencereler açma zorunluluğuyla; velhasıl, O’nun “Tek İlâh”, “Eşsiz ve Benzersiz Rab”, “Tek Kudret” oluşunu bir kere daha kabul etme mecburiyetiyle karşılaşırız.
“(O,) göklerin ve yerin benzersiz yaratıcısıdır. Bir işe hükmettiğinde, artık ona sadece “Ol!” der, (o da) hemen oluverir.” (Bakara, 117)
Diğer bir mevzu, insan kalbinin ne derece samimi olup olmadığı, insanın yönelişindeki esas gâyesi, aklındaki ve yüreğindeki maksadında beslediği ruhtur. İnsanın yaptığı da, işte tam bu noktada, yalnızca bu noktada önemlidir, açık, net ve çok da basit -kolay anlaşılır- biçimde, ancak hayatî önem taşımaktadır. Yalnız burada zikredilen hayatiyet, dünya hayatı gibi altmış-yetmiş yıllık bir hayata değil, hadsiz uzunluktaki ahiret hayatına menbidir.
“Hayır! Kim (güzel bir niyet ve ihlasla) iyilik eden bir kimse olarak kendini Allah’a teslim ederse, artık onun, Rabbi katında mükâfatı vardır; onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.” (Bakara, 112)

Allah, “Allah” olduğu içindir ki, bizleri hiçliğin derinliklerinden, belirsizliğin karanlığından var etmiş ve belirli kılmış, bilinir ve görünür şekle getirmiş, en münasip suretle suretlendirmiştir. Verilen ilk nimet, ilk nimetler hiçliğin bilinmezliğinden kurtulduğumuz noktada, yokluğun kuyularından çıktığımız, çıkarıldığımız yerde başlamaktadır.
“Gerçekten (Biz) insanı, en güzel bir biçimde yarattık! Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip salih ameller işleyenler müstesna; artık onlar için, tükenmez bir mükâfat vardır.” (Tin, 4-6)
“Eğer Allah’ın nimetini sayacak olsanız, onu sayamazsınız. Şüphesiz ki Allah, elbette Ğafur (çok bağışlayan) dır, Rahim (çok merhamet eden) dir.” (Nahl, 18)
“Ve Allah, neyi gizler ve neyi açıklarsanız bilir.” (Nahl, 19)

Saydığımız, başlangıçta belki bizler için ufak bu amellere, ilk bakışta değersizmiş gibi görünen işlere derinlik kazandıran, genişlik veren, bunları inbisat ettiren niyettir, niyetteki ihlâstır, ihlâstaki kuvvettir. Amellerimize nur veren, onları ışıldatan imandır, engin kılan Rabbe içten dönüş, kalbi Allah’tan gayrısından temizleme, özü mâsivasından arındırmadır.
“Hayır! Şüphe yok ki, ebrarın (özü sözü tertemiz, hayırlı insanların amel) defteri, elbette İlliyin’dedir. Artık İlliyinin ne olduğunu, sana ne bildirdi? (O, içinde salih insanların amelleri) yazılmış (olan pek şerefli ve müjdeli) bir kitabdır.” (Mutaffifin, 18-20)
“Muhakkak ki ebrar (içi dışı bir olan salih kullar), elbette (Cennette) nimet içindedirler!” (Mutaffifin, 22)
Müslüman olduktan sonra, hiç namaz kılmadan, iştirak ettiği savaşta şehit düşen sahâbî... yahut yıllarca namaz kılmış olsa dahi, kulun diyeceği bir “Allah” sözü, bir tek “Lâ ilâhe illallah.....”, “Hasbünallahü.......” kelâmı...
Ebedî bir dünyada, daimi saadete, sermedi nimetlere kavuşmak, belki de mümin kardeşini, art niyetsiz, karşılıksız sevebilmekte, onun ayağına batan dikenin vereceği acıyı aynı ile ruhunda tatmanda ve öyle şefkat etmende; karşına çıkan insanlara gülümsemende, güzel söz söylemende gizlidir...
“Yoldaki bir taşı kaldırmamda, arkadaşımın kapısını çalmamda, güvercine attığım bir avuç yemde... bir yolcuyu soframa davetimde, bir oruçluya vereceğim iftar yemeğinde... bir kalbi kırığın omzuna dokunup da İbrahim Hakkı Hazretleri gibi,“Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler” dememdedir...”
“Şüphesiz ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez. (Çok küçük) bir iyilik bile olsa, onu kat kat arttırır ve tarafından (pek) büyük bir mükâfat verir.” (Nisa, 40)
Allah Teâla Alîmdir, işiten ve görendir, ezelin ve ebedin sahibi O’dur. O, Evvel ve Âhirdir, Hakîm ve Rahîmdir, Hâkim-i Mutlaktır.

Âlemlere Rahmet Peygamberini tüm insanlara, topyekun insanlığa gönderen Âlemlerin Rabbi, onu Kur’an’ın ahlâkıyla süslemiş, kendi ahlâkıyla boyamıştır. Ve bize onu örnek gösterirken de, onun kadar iyi bir “insan”, onun kadar mükemmel bir “kul”, kerim bir “kardeş”, bütün dünyaya, bütün varlıklara, öyle “şefkatli”, öyle “merhametli” olmamız gerektiğini, olamasak dahi bunun için bir ömür gayret etmemizin lüzumunu ifade etmiş değil midir?...

İhtimâl saydıklarımız gibi ve daha nice bilemediğimiz, çözemediğimiz ve belki de bu dünyada yaşıyorken, asla bilemeyeceğimiz ve çözemeyeceğimiz hakikatlere dikkatlerimiz, çeken... Bilincimizin üzerinde olmasa da, şûûr altımızda, farkında olmasak da, hissiyâtımızla, letâiflerimizle, kalbimizle keşfedeceğimiz ince hakikatleri kılıçtan keskin, incelerden ince sırları kalplerimize gösteren, vicdanlarımıza duyuran Allah’a, yarattıkları adedince hamd olsun...
“Mümin kardeşine tebessüm etmen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yol göstermen sadakadır. Yoldan taş, diken, kemik gibi şeyleri kaldırıp atman da senin için bir sadakadır.” (Tirmizi, Birr, 36)
“Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” (Buhari, İlim, 12; Müslim, Cihad 6)
“İslâm güzel ahlâktır.” (Kenzü’l-Ummâl, 3/17.)