Makale

Toplumsal Sorumluluğun Dnî Temelleri

Toplumsal Sorumluluğun
Dinî Temelleri

Sorumluluk bilinci; aile, akraba, komşuluk ve arkadaşlık ilişkileriyle başlar, daha sonra bütün milleti kuşatan halkalarla genişleyerek devam eder. Zira insanlar, aynı gemiyi paylaşan yolcular gibidir. Geminin bir bölümü su alırsa, kısa bir süre sonra bütün yolcuların etkilenmesi kaçınılmazdır.


İnsanın yaşadığı ortamda kendisine ve çevresine karşı sorumlulukları vardır. Kur’an-ı Kerim; yerin ve göğün taşımaktan çekindiği emaneti, insanın yüklendiğini hatırlatmaktadır. (Ahzab, 72) Bu husus; varlıklar arasında sadece insanın ehliyet sahibi olduğuna ve sorumluluk taşıdığına işaret etmektedir. Dinî terminolojide buna “mükellefiyet” denir. O halde mükellef (sorumlu) kişi; söz ve davranışlarına dinî ve hukukî sonuçlar bağlanan, aklî melekeleri yerinde olup ergenlik çağına ermiş kimse demektir. Bu özelliğe sahip kişilerin muhatap kabul edilmelerinin nedeni ise; akıl denilen anlama, düşünme ve ona göre davranma kabiliyetine sahip bulunmaları sebebiyledir. O halde sorumluluk taşıma konum ve kıvamında olanların; bu yükümlülüklerini, bireysel ve toplumsal olmak üzere iki kısımda değerlendirmeleri gerekir. Bireysel sorumluluk öncelikli olarak insanın yaratıcısına, nefsine ve ailesine karşı olan görev ve hükümlerdir. Bu basamak, bir bakıma toplumsal bilincin ve sorumluluğun ilk basamağıdır. Dolayısıyla bu alandaki öncelikler yerine getirilmeden, toplumsal sorumluluğun tam anlamıyla yerine getirilmesi beklenemez. Bu yazımızda her iki sorumluluğu da önem ve öncelik sırasına göre irdelemeğe çalışacağız.

Bireysel sorumluluk
İnsan; yaratılışı ve psikolojisi gereğince bireysel sorumluluğu ön planda tutmaktadır. Nitekim dinî emir ve prensiplerin yükümlülüğü ve yerine getiriliş tarzı da bu önceliğe göre inşa edilmiştir. Bu nedenle inanç ve ibadet hükümleri de öncelikle bireyi ilgilendirmektedir. Hiç kimse bu sorumluluğunu başkasına devredemez. Örneğin bir başkasının kendi yerine iman etmesi kabul edilemeyeceği gibi, namaz ve oruç gibi bizzat yerine getirilmesi gereken ibadetleri de başkalarına devredemez. Buna göre; günlük beklentilerimiz ve davranışlarımız için de aynı husus geçerlidir. Zira her insan kendi nefsinden başlayarak, aile bireylerine, akrabalarına, komşularına ve diğer insanlara karşı yükümlülüklerini yerine getirmek durumundadır. Bu nedenle kültürümüzde en büyük sorumluluk, aile ve onun üyelerine yüklenmiştir. Bu üyeler; aile çatısı altında yer alan eşler, çocuklar ve kardeşlerden oluşmaktadır. Şüphesiz ki, bu bireylerin birbirlerine karşı çok yönlü görev ve sorumlulukları vardır. Burada sağlanacak huzur ortamıyla orantılı olarak, akraba ve komşuluk ilişkileri gelişecektir. Dolayısıyla bütün toplum bundan olumlu anlamda etkilenecektir. Bu nedenle bireysel sorumluluk daima önemsenmiş ve öncelikle ele alınmıştır. Zira bireysel sorumluluk olmadan toplumsal duyarlılıktan da söz etmek mümkün değildir. Her insan, yaptığı eylemlerin sonuçlarına göre değerlendirilmektedir. Bu durumda dışa yansıyan eylem öncelikle sahibini bağlar. Kişi, yapmadığı veya sebep olmadığı bir günahtan sorumlu değildir. Baba evladının, evlat da babasının günahından sorumlu tutulamaz. İnsanın akrabası, dostu ve arkadaşının günahkâr veya suçlu olması kendisinin suçlu olduğu anlamına gelmeyeceği gibi, onların halim ve salim olmaları da, kendisinin çok iyi olduğu anlamına gelmez. Yüce kitabımız da bu konuyu şöyle açıklamaktadır: “Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan için ancak çalıştığı vardır. Şüphesiz onun çalışması ileride görülecektir.” (Necm, 38-40)

Aslında insan; yaratılışı gereği, hayır ve iyilik işlemeye daha elverişlidir. Dolayısıyla iradesini, kabiliyetini ve gücünü bu yönde kullanması gerekmektedir. Buna rağmen o, yanlışta ısrar eder ve arzu edilmeyen yola sapar da bir suç veya hata işlerse, verilecek ceza bundan daha ağır olmamalıdır. Nitekim bu husus, Kur’an-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde şöyle açıklanmıştır: “Kim bir iyilik yaparsa, ona on katı vardır. Kim de bir kötülük yaparsa, o da sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır ve onlara zulmedilmez.” (En’am, 160) Görüldüğü gibi bu hüküm; insanı daha çok iyilik yapmaya yönlendirmekte ve motive etmektedir. Çünkü yapılan hayır ve iyiliğin karşılığının, katlanarak kendisine verileceği müjdelenmektedir. İşlenen suça ve hataya karşılık takdir edilen ceza ve zulüm aşırılığa yol açmamalıdır. Ancak misliyle karşılık bulmalı ve değerlendirilmelidir. Zira işlenen suça, gereğinden fazla ceza vermek haksızlıktır. Bir kötülüğün cezası ancak dengi bir kötülüktür. Oysa ki suça denginden ağır bir ceza vermek haksızlıktır. Bu sonuç, Yüce Allah’ın kullarına olan merhametini ve adaletini göstermektedir.

Diğer taraftan insanın iman ve ibadet hayatını bireysel planda anlamlı hâle getiren şüphesiz ki, Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahiret gününe inanmaktır. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmektir. Bu tür eylemlerin tamamı dinî sorumluluğumuzun bir uzantısıdır. İman ve ibadetlerle elde edilen bu başarı; sadece şekil ve gösterişte kalmayıp zamanla yüksek bir moral, güç ve hizmet heyecanına dönüşecektir. Bu manevî güç; beraberinde dürüstlüğü, fedakârlığı, paylaşmayı ve sorumluluğu getirecektir. Böylece iyi bir Müslüman olmak, aynı zamanda iyi bir insan ve iyi bir vatandaş olmak anlamına geldiği de unutulmamalıdır. Zira “insan-ı kâmil” olmanın mayası da; iman ve ibadet esaslarına ek olarak aşırılıklardan kaçınmayı, kötülüklere açık tavır koymayı, iyiliği, güzelliği, doğruluğu, sevgiyi, merhameti, kul hakkını gözetmeyi, adalete uymayı, güzel ahlâklı olmayı, komşusu aç iken tok yatmamayı, duru ve temiz bir yürek taşımayı gerektirmektedir.

Toplumsal sorumluluk
İhtiyaçların arttığı ve çeşitlendiği çağımızda, toplumun isteklerine cevap bulmak ve problemlerine çözüm üretmek önem arz etmektedir. Bu nedenle toplumu oluşturan insanlar; akraba, arkadaş, komşu ve insan haklarına saygılı ve duyarlı olmalıdır. İslâm dini prensip olarak toplum (cemaat) hâlinde yaşamayı, münferit (tek başına) yaşamaya tercih etmiştir. İnsanlığa rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (s.a.s.) bir yandan insanların şahsî haklarının korunmasına önem vermiş, diğer yandan onların, oluşturdukları toplumla bütünleşmelerine yardımcı olmuştur. Bu durum, bütün dinî ve dünyevî işler için geçerlidir. Örnek vermek gerekirse, namazın cemaat hâlinde kılınmasının daha faziletli olduğu bildirilmiştir. Bu nedenle camilerimizdeki cemaat ruhu; vakit, cuma, teravih ve bayram namazlarıyla doruk noktaya ulaşmaktadır. Hac bunlar arasında daha çarpıcı bir özelliğe sahiptir. Yerkürenin dört bir yanından yola çıkıp aynı mekanda bir araya gelen müminler, belki de dünyanın en büyük toplantısıyla tanışmaktadırlar. Orucun toplumsal yönü, bütün dünya Müslümanları için aynı anda tutulmasıyla ortaya çıkmaktadır. Sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya gönüllü bir katkı olan zekât da, bu birlikteliği ekonomik anlamda desteklemektedir. İslâm dininde “kardeşlik duygusu” hicretin ilk günlerinde Medine’de başlamıştır: “Müminler ancak kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, size rahmet edilsin.” (Hucurat, 10) Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de insanlar arasındaki bu toplumsal bağın pekiştirilmesini ve devamını şöyle teyid etmektedir: “Müminler, bir binanın taşları gibi birbirini tutar ve destekler.” (Bu açıklamayı yaparken parmaklarını birbirine geçirmiş ve birlikteliğe dikkat çekmiştir.) (Buhari; Salât, 88) Diğer bir hadiste ise, müminlerin daha dikkatli olmalarını isteyerek şöyle buyurmuştur:

“Birbirinize haset etmeyiniz, birbirinizin satışına engel olmayınız. Kızmayınız, sırt çevirmeyiniz, ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz. Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu mahcup etmez. Ona hakaret etmez.” (Müslim; Birr, 30-32)

Görüldüğü gibi İslâm, müminlerin sorumluluklarını hatırlatarak birlik, beraberlik ve millet hâlinde yaşamayı tavsiye etmiştir. Böylece her ferdin, toplumun bir üyesi olduğu ve üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmek suretiyle, sosyal barışa ve huzura katkıda bulunmak zorunda olduğu hatırlatılmaktadır. Zira toplumu oluşturan bireylerin ortak görev ve sorumluluklarının başında; iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma prensibi yer almaktadır. Bu ilke; gelip geçmiş bütün toplumlar için geçerli olup, “emr-i b’il ma’ruf ve nehy-i ani’l münker” olarak ifade edilmiştir. Peygamberlerin gönderilmesindeki ortak amaçlardan biri de insanları hayra ve iyiliğe davet etmektir. Bu husus, Kur’an-ı Kerimde şöyle açıklanmıştır: ”Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz…” (Âl-i İmran, 110)

Her insan, emrinde ve çevresinde bulunan insanların ihtiyaçlarını karşılamak ve hukukunu korumakla sorumludur. Bu sorumluluk duygusu; aile ortamında başlar, toplumun ve sosyal hayatın her kademesinde artarak devam eder. Konumuza ışık tutması açısından Hz. Ömer (r.a.)’in; çocuklarına su ve yiyecek bulamayan anneye ulaşarak yaptığı yardım ile Dicle kenarında bir kurdun, koyuna vereceği zararla ilgili sorumluluğu omzunda hissetmesi çok anlamlıdır. O halde kendimiz için arzu ettiğimiz huzur ve mutluluğu, başkası için de istemek durumundayız. Çünkü toplumsal sorumluluk, ortak çalışmayı ve paylaşmayı gerektirir. Bu da; şahsî çıkarı, bencilliği, kini ve kıskançlığı ortadan kaldırır. Millî mücadele yıllarında kendisini milletine adayan M. Akif, Kastamonu Nasrullah Camii’nde yaptığı bir konuşmasında şöyle demektedir: “Milletler, topla, tüfekle, zırhlı ile tayyarelerle yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatına, kendi çıkarını temin etme kaygısına düştüğü zaman yıkılırlar.” Balkan harbinden önceki bir konuşmasında ise şöyle diyordu: “Ey cemaat-i Müslim’in! Allah için olsun geliniz, bu tefrikalara, bu kavmiyet, bu lisan, bu bilmem ne gürültülerine nihayet veriniz. Çünkü tehlike olanca şiddetle her taraftan yüz göstermeye başladı. Unutmayınız ki, İslâm’ın cemaate olan ihtiyacı, cemaatın İslâm’a olan ihtiyacından ziyadedir. Zira dinin bütün ahkamındaki ruh, cemaati, vahdete sevk etmektir.” (M. Akif, Külliyatı, 10/286)

Sonuç olarak özetlemek gerekirse sorumluluk bilinci; aile, akraba, komşuluk ve arkadaşlık ilişkileriyle başlar, daha sonra bütün milleti kuşatan halkalarla genişleyerek devam eder. Zira insanlar, aynı gemiyi paylaşan yolcular gibidir. Geminin bir bölümü su alırsa, kısa bir süre sonra bütün yolcuların etkilenmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla herkes, suyun gemiye sızmasına karşı önlem almak durumundadır. Özellikle milletimizin ortak değerleri olan vatan, millet, bayrak, Kur’an ve ezan gibi kutsal duygular söz konusu olduğunda, sorumluluk bilinci, heyecan, fedakârlık, birlik ve beraberlik ruhu, en üst ve ileri derecede coşup tek yürek hâline gelmektedir. Derin tarihimiz, kültürümüz, medeniyetimiz, yaşadığımız olaylar ve hatıralar, bunun en güzel şahidi ve canlı örnekleridir.