Makale

Toplumsal Çöküşte Kötü Ahlâkın Rolü

Toplumsal Çöküşte
Kötü Ahlâkın Rolü

Ahlâkın önemi
Ahlâkın, toplumsal hayatın varlığını sürdürmesi veya ortadan kaldırması bakımından ne kadar önemli olduğu bilinen bir gerçektir. Fertlerin, hatta toplumların birbirlerini değerlendirmede temel kıstasları da son tahlilde ahlâk olmaktadır. Ahlâkın toplumsal hayat için bu derece önemli olmasındandır ki öteden beri bilim adamları, düşünürler, filozoflar ve sosyologlar ahlâk üzerinde yoğun bir şekilde durmuşlardır.

Bir çok sosyoloğun, toplumsal boyutu itibariyle ahlâk üzerinde yoğunlaşmasıyla ahlâk sosyolojisinin doğduğunu görüyoruz. Örneğin bunalıma önemli yer veren Saint-Simon, (1760-1825) bunalımı, toplumsal örgütlenmenin çözüldüğü veya yıkım halinde bulunduğu toplumun ahlâkî durumu olarak görür. Auguste Comte’a (1798-1857) göre ise ahlâk, başkaları için yaşamak esası üzerinde temellenmiştir. Ahlâkî görev, elden geldiğince insanlığın ilerlemesine yardımcı olmaktır; insanın ahlâklı olması da herşeyden önce onun sosyal olmasıdır. Sosyal olmayan ahlâk, ahlâkî olana aykırıdır.

Hem Kant’tan, hem de S. Simon ve A. Comte’dan oldukça etkilenen E. Durkheim (1858-1917) de mesaisinin kayda değer bir bölümünü ahlâka ayırmıştır. Ahlâk, Durkheim’in temel endişelerinden biriydi. Durkheim; anomi, suç, intihar, meslek ahlâkı, ahlâk eğitimi gibi kavram ve olguları ele alırken ahlâka ne kadar önem verdiğini göstermiş oldu. Hemen hemen bütün yapıtlarında, özellikle Ahlâk Eğitimi, Meslek Ahlâkı ve İntihar’da ahlâk konusu üzerinde duran Durkheim, ahlâkı sosyal bir olgu olarak ele alır. Ona göre toplumsal olguların doğal olan ahlâkî bir parçası vardır ve ahlâkî davranış, toplumun bir ürünüdür. İnsan, ahlâkî bir varlıktır; gerçi ahlâk kişiliğe bağlıdır, ama kişilik de toplumun eseridir. İnsan ne kadar sosyalleşirse o kadar ahlâkîleşir.

Ahlâk, insanların hayatında ve ilişkilerinde anahtar bir konumda olduğu içindir ki, bilim adamları ve düşünürlerin ilgilendiği temel konulardandır. Son çözümlemede şunu diyebiliriz: Gerçekten de milletlerin yaşaması bakımından ahlâkın önemi büyüktür. Geçmişte ve günümüzde bir çok toplumun geçirdiği bunalım ve huzursuzluğun, nihayet bir ahlâkî çöküşe dayandığı söylenebilir. Ahlâkın, toplumları yaşatan büyük bir güç olduğu tarihi olaylarla ispatlanmıştır. Roma ve Bizans İmparatorluklarının çöküşü, bu toplumlarda görülen ahlâk çöküşünün sonucu olarak değerlendirilmektedir. Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasında dahi ahlâkî çöküş üzerinde durulmaktadır. Nitekim Osmanlı’nın son iki yüzyıllık dönemi içerisinde ahlâk ilmine çok önem verilmiş, devletin çöküşünde ahlâksızlığın ve toplumdaki çözülmenin de büyük rolünün olduğunu düşünen siyasetçi, bilgin ve aydınlar bir çok ahlâk kitabı yazmışlardır. Denilebilir ki İslãm dünyasında en çok ahlâkî eser Osmanlı’nın son döneminde kaleme alınmıştır. Örneğin son dönem Osmanlı düşünce ve devlet adamlarından Said Halim Paşa’nın (1864-1921) bütün eserlerinde ahlâkın merkezi bir yere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle “Cemiyet Buhranımız”, “İslâm Dünyası Neden Geri Kaldı?” ve “İslâmlaşmak” adlı eserlerinde ahlâka büyük yer veren S. Halim Paşa’ya göre muntazam toplumları, ahlâkî fazilet ve olgunluklara sahip insanlar oluşturur. Toplumun genel ahlâk ve ruh düzeyi ne kadar yüksekse hürriyet ve eşitliği de, refah ve saadeti de o nispette mükemmel olur. Aksine bu düzey, ne kadar alçak ise, toplumun gerek hürriyet ve eşitliği, gerekse refah ve saadeti o mertebede noksan olur. Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu durumu da bu noktada ele almak gerekir. Halk, vaktiyle ayıpladığı aydın sınıf gibi, hatta ondan daha aşağı bir ahlâk bozukluğuna ve geri dönülmez bir çöküşe doğru sürüklenip gitmektedir. Osmanlı toplumunun kuvvet ve canlılığını tam olarak tekrar kazanabilmesi için ahlâkî meziyetlerin, ilim ve bilginin önüne geçirilmesi şarttır. Elbette S.H. Paşa’nın üzerinde önemle durduğu ahlâk, İslâm ahlâkıdır. Ona göre İslâm ahlâkının kaynağı, hak olan tek Allah’a imandır; bu ahlâk, bize, insanlığın mutluluğunun, hakikati sevmek, aramak ve uygulamakta olduğunu bildirmektedir. Görüldüğü gibi S.H. Paşa, Osmanlı’nın çöküşünde ahlâkî yozlaşmaya büyük bir yer ayırmıştır.

İslâm ve ahlâk
Kaynağı Kur’an olan ve bütün peygamberlerin yaymakla, toplumlara sunmakla görevlendirildiği İslâm ahlâkı, beşerî ahlâk sistemlerinin aksine ahlâkı, bütün boyutlarıyla ve evrensel bir anlayışla ele almaktadır. Kur’an’da bu gerçek tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmektedir.

İslâm uleması ve düşünürleri de İslâm ahlâkından hareketle ahlâka yönelmiş ve ahlâk konusunda görüşlerini serdetmişlerdir. İslâm dünyasında ahlâk çalışmaları, hicrî V. yüzyıla kadar Kur’an ahlâkı, tasavvuf ahlâkı ve felsefî ahlâk diye üç ana grupta toplanırken, sonraki dönemlerde bu üç meslek uzlaştırılmıştır. İbn Miskeveyh’in (ö. 1030) Tehzibü’l-Ahlâk’ını, Yusuf Has Hacib’in (ö. 1077) Kutadgu Bilig’ini, Mevlânâ’nın (ö. 1273) Mesnevî’sini, Aksaraylı Şeyh Cemaleddin Muhammed’in (ö. 1389) Ahlâk-ı Cemalî’sini, Kınalızâde Ali Efendi’nin (ö. 1571) Ahlâk-ı Alâi’sini vb. uzlaştırıcı nitelikteki eserlere örnek verebiliriz.

İslâm ahlâkı söz konusu olduğunda, ahlâkın kaynağının İslâm dini ve Allah’a iman olduğu, hatta Allah’a imanın da ahlâkî bir eylem olduğu görülür. Kur’an, bunu açık bir üslupla ortaya koymaktadır. Örneğin Bakara sûresinin 177. ayeti (ayrıca bkz. Bakara, 189; Maide, 2; Mücadele, 9), ahlâk ile Allah’a iman arasındaki direkt ilişkiyi göstermektedir. Hatta bu ayetten hareketle İslâm’ın bütün emir ve nehiylerinin ahlâk kapsamı içerisinde ele alındığını da söylemek mümkündür. Hz. Aişe’nin “O (Hz. Muhammed) ahlâkını Kur’an’dan almıştır” sözü ile Kur’an’ın “ve şüphesiz sen, büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem, 4) ayeti ve Hz. Muhammed’in “İman bakımından mü’minlerin en kâmili, ahlâk bakımından en güzel ve çoluk çocuğuna karşı en lütufkâr olanıdır.” (et-Terğib, 182), “Şüphesiz ben salih ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” (İmam Malik; Muvatta, Husnu’l Hulk, 8, II/904) ve “Müslüman, elinden ve dilinden müslümanların selamette olduğu kimsedir.” (Buharî, Kitabu’l-İman) gibi hadisleri de bu hususa işaret etmektedir. Şu halde İslâm ahlâkının, ferdî, ailevî, sosyal, siyasî, ekonomik vb. tüm insanî alanları kapsamına aldığı sonucuna varabiliriz. Bir ahlâk sistemi olarak İslâm’ın ahlâka verdiği önem, birey ve toplumu korumaya ve geleceklerini sağlamaya yöneliktir. İslâm, ahlâkî düzeni, birey ve toplumdan başlayarak yukarı doğru çekmiş, nihayet sosyolojik çerçeve ile yetinmemiş, onu külli ve mutlak düzene uydurmak istemiştir. Bu anlam çerçevesinde ahlâkî ilke, norm ve değerler üzerinde ısrarla duran ve ahlâkı toplumsal hayatın ana kaynağı olarak gören Kur’an, bir çok toplumun çöküşüne ahlâkî bir takım olumsuz tutum, tavır ve davranışların neden olduğunu dile getirmekte ve bütün boyutlarıyla bu ahlâkî nedenler üzerinde yoğunlaşmaktadır.

Toplumların çöküşünde kötü ahlâkın rolü
Kur’an’ın tespit ettiği, toplumların çöküşünde rol oynayan kötü ahlâkî etkenlerden başlıcaları olarak, günahlar; haddi aşma; fitne ve fesat; bencillik, ihtilaf ve tefrika ve de ıslah mekanizmasının olmayışı vs. sayılabilir.
Günah, hemen hemen her din ve kültürde yer olan, hem psikolojik, hem de sosyolojik yönü olan bir kavramdır. Günah, bireyin karamsarlığa düşmesine, hayattan tat almamasına ve en isabetli sonuçlardan uzaklaşmasına neden olabildiği gibi, toplumların fesadına da neden olabilir.

İslâmî terminolojide günah kavramı, çok genel bir kavram olup Allah’ın emir ve yasaklarına uymamayı ifade etmektedir. Fakat Kur’an’da günahı karşılayan bir değil, birden fazla kelime bulunmaktadır. Bunlardan zenb, ism, hatîe, seyyie ve cürm toplumların çöküşüne neden olan günahları karşılayan kavramlar olarak sunulmaktadır. (Bakara, 80-81, 85, 173, 180-182, 188, 204-206, 219, 283; Al-i İmran, 11, 178, 193; Nisa, 20, 31, 48, 50, 107, 111-112; Maide, 2, 3,18, 49, 62, 63, 106-107; En’am, 6, 120, 147; A’raf, 33, 100; Enfal, 52, 54; Tevbe, 66, 102; Yusuf, 97; İsra, 31; Enbiya, 74, 77; Nur, 11; Neml, 69; Kasas, 78; Ankebut, 14-40; Ahzab, 70-71; Mü’min, 11, 21-22; Şûrâ, 37; Duhan, 43-45; Muhammed, 10-11; Hucurat, 12; Mülk, 11; Hakka, 9-10, 30-37; Nuh, 25; Şems, 14 vd.)

Kur’an’da, toplumların çöküşünde rol oynayan bir başka kötü ahlâk örneği olarak haddi aşmadan söz edilir. Kur’an, Allah’ın haddi aşanları sevmediğini (Bakara, 190; Maide, 87 vb.), haddi aşanların cezalandırıldıklarını ve çöktüklerini haber vermektedir. Allah’a nankörlük ederek sınırı aştıkları ve Hz. Musa’ya itaat etmedikleri için, horluk ve yoksulluk damgası yemiş ve Allah’tan bir gazaba uğramışlardır. (Bakara, 61) Aynı şekilde Lut kavmi de fahşâ/fuhş yaparak haddi aştığı için (Şuara, 166) yok olmuştur. Bu noktada yeri gelmişken Kur’an’ın büyük günahlardan saydığı fahşâ/fuhş’dan bahsetmek gerekmektedir.

Kur’an’ın, haddi aşma (i’tida) kapsamı içerisinde çöküşü hak edenlerin özelliklerini anlatırken kullandığı önemli kavramlardan biri de israf’tır. Kur’an’da gerek yeme-içmede, gerek harcamalarda, gerek şirk ve küfürde ve gerekse günahlarda ölçüsüz davranış, yani tüm aşırı eylem için israf sözcüğünün kullanıldığını görüyoruz. (Al-i İmran, 147; En’am, 141; A’raf, 31; İsra, 33; Furkan, 67; Mü’min, 28, 43 vd.) Kur’an, Semud kavminin önde gelenleriyle Firavun ve kavminin, müsriflikleri yüzünden helak olduklarına işaret etmektedir. (Şuara, 151; Mü’min, 28, 43)

Müsriflerin en önemli özelliği belki de doğru bir iş işlememek ve kargaşa-bozgunculuk çıkarmaktır. (Şuara, 150-152) Böyle özelliği olan bir toplumun ise eninde sonunda çökmesi Kur’an’a göre mukadderdir.

Kur’an, israf ve i’tida ile yakın anlam ilişkisi bulunan zulmün de toplumsal çöküş nedeni olduğu üzerinde durmaktadır. Zulmün ahlâk sahasındaki ilk ve en önemli anlamı, haddi aşmak ve bir başkasının hakkını ihlal etmektir. Dolayısıyla genel olarak zulüm, kişi veya toplumun kendi sınırlarını aşması ve yapmaya hiç hakkı olmayanı yapması anlamında adaletsizlikte bulunmasıdır. Kur’an zulmeden toplumların çökmesinin kaçınılmaz olduğunu beyan etmektedir. (Enbiya, 11-15; İbrahim, 13; Ankebut, 40 vd.)

Kur’an’da pek çok ayetin de işaret ettiği üzere bütün kötülükler, adaletsizlikler ve sosyal zararlar, özetle insanın ahlâkî mahiyetinden olan her türlü kopmalar aslında kişinin kendisine yaptığı şeylerdir. Bu bir benzetme olarak anlatılmak istenmez; çünkü gerçekten böyledir. Bu aynı zamanda hem bireyler hem de toplumlar için doğrudur. Bunun için nefse zulmetmek her türlü adaletsizliğin, yapana geri dönücü olduğu düşüncesini açıkça belirten Kur’an’ın çok sık kullandığı bir ifadedir. Böylece Kur’an, insanlara kendi amellerinin ceremesini çektikleri mesajını vermektedir.

Çok boyutlu olduğu, her türlü haksızlığı içine aldığı, İbn Haldun’un da belirttiği gibi toplumu, medeniyeti, şehri tahrip ettiği, devletleri yıktığı düşünüldüğünde zulmün, toplumsal çöküşteki önemli rolü anlaşılacaktır.

Kur’an, i’tidanın zulüm olduğuna işaret ettiği gibi şirkin de büyük bir zulüm olduğunu söylemektedir. (Lokman, 13) Bunun dışında zulüm kavramı, günlük dilde daha çok insanlar arasındaki haksızlıkları ifade için kullanılmaktadır. Kavram, bu şekliyle de Kur’an’da çok sık geçer. Sözgelimi ribalı muameleler, yetimlerin mallarını haksız yere yemek, yer yüzünde fesat çıkarıp refahtan şımarmak, karşılıklı ilişkilerde Allah’ın çizdiği sınırların dışına taşmak, haksız yere bir cana kıymak hep zulümdür. (Bkz. Bakara, 279; Nisa, 10; Hud, 116; Bakara, 229; Maide, 29, 45 vd.) Her halükârda cezası en çabuk ve hatta dünyadayken verilen, toplumların yıkılmasına neden olan suç ve günahlardan biri, belki de en önemlisi özellikle başkalarına karşı yapılan zulümdür. Bu yüzden çöken toplumların en önemli özelliği olarak zulüm zikredilir. (Hud, 37, 67, 83, 94; İbrahim, 13, 15; Müíminûn, 27; Tevbe, 70; Nahl, 113; İsra, 59; Neml, 52; Ankebut, 31, 40; Enfal, 54; Yunus, 85; Şuara, 10, 49; A’raf, 162; Nisa, 153, 160; Mü’min, 25; Hicr, 78; Furkan, 37-39 vb.) Toplumun genel olarak zalim olmasının yanı sıra yönetimin ve yöneticilerin zalimlikleri de söz konusudur.

Kur’an’ın ifadelerine göre fitne ve fesad da, toplumsal çöküşün nedenlerinden olan kötü ahlakî olgulardandır.

Toplum içinde fitne çıktığı zaman, kötü sonuçları, sadece o fitneyi çıkaranlara ve zalimlere dokunmaz, tüm toplumu kuşatır (Enfal, 25), hatta tüm yeryüzünde şirk, zulüm ve karışıklığın egemen olmasına neden olur. Fesad da çöken toplumların önemli özelliklerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Salahın zıddı olan fesad, bozulma, kokuşma, az ya da çok itidalden çıkma gibi anlamlara gelirken, müfsid, bozan, itidalden çıkan, bozgunculuk yapan demektir. Toplum söz konusu olduğunda fesad, toplumda ortaya çıkan kokuşma ve dengeden sapma durumlarını ifade etmek için kullanılır.

Kur’an, toplumsal çöküşün nedeni olarak ihtilaf ve tefrika üzerinde de önemle durur. Kur’an, Firavun’un İsrailoğullarını fırkalara ayırıp bölerek güçten düşürdüğünü ve böylece onları rahatça köleleştirdiğini belirtmektedir. (Kasas, 4) Aynı şekilde Kur’an, müşrik Arapların da ayrılığa düşerek haktan saptıklarını (Şuara, 14), Sebe’ kavminin ayrılık istemeleri yüzünden çöktüklerini (Sebe’, 19) dile getirmektedir.

Kur’an’a göre ıslah mekanizmasının olmayışı da çöküşe yol açar. Islah mekanizması, başka bir ifadeyle iyiliği (ma’rufu) yayma ve kötülükten (münker) sakındırma faaliyeti, toplumların varlığının devamı için hayati öneme sahiptir. Toplumun sürekliliğinin sağlanması, mevcut yapısının korunması ve sosyal dengenin kurulması ıslah mekanizmasının varlığına bağlıdır. Bu yüzden İslâm için iyiliği yayıp çoğaltmak, sosyal hayata egemen kılmak ve kötülüğün toplum içinde azalmasını, etkisizleşmesini sağlamak bütün sosyal hayatın temelidir. Hatta İslâm, “Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (Al-i İmran, 104) ayetiyle bunun kurumlaştırılmasını emretmektedir. Toplumda herkes temelde bununla görevli sayılmasına rağmen bunu kendine iş edinmiş bir kurumun (yerine göre kuruluşların) bulunması özel olarak emredilmiştir. Denebilir ki bu özel kurum veya kuruluşlar da sonuçta iyiliğe çağıran, güzel işleri emreden ve kötülükleri yasaklayan bir toplumun ve insanlığın teşekkülünü hedef almaktadır.

Sonuç olarak burada ele alınan ve alınmayan pek çok kötü ahlâkî davranış, Kur’an’a göre toplumların veya medeniyetlerin yıkılmalarına neden olmaktadır.