Makale

2008 “Yahya Kemal Beyatlı” Yılı

2008 “Yahya Kemal Beyatlı” Yılı
Musa Tektaş

Edebiyat dünyasının destek verdiği “2008 Yahya Kemal yılı olsun” çağrısına Kültür ve Turizm Bakanlığından destek geldi. Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2008’i “Yahya Kemal Yılı” ilân etti. 2008’in, yetkililer tarafından Türk şiirinin en önemli ustalarından biri olan Yahya Kemal Beyatlı’nın ölümünün 50. yılı olduğu, bu vesile ile büyük şairin daha iyi tanınacağı ve anlaşılacağının umulduğu ifade edildi.

Yahya Kemal
O zaman, Osmanlı toprakları olan Üsküp’te, 2 Aralık 1884 tarihinde doğdu. Asıl adı Ahmed Agâh’tır. İlk öğrenimini Üsküp ve Selânik’te, lise tahsilini İstanbul’da tamamladı. 1903 yılında Paris’e giderek bir yıl bir kolejde Fransızca’sını ilerlettikten sonra Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi. Dokuz yıl kaldığı Paris’ten döndükten (1912) sonra, İstanbul’da üniversitede çeşitli dersler okuttu. (1915-1923)

Urfa milletvekili oldu (1923); Varşova (1926), Madrid (1929) Ortaelçiliklerine atandı, Tekirdağ (1935-1942) ve İstanbul (1943-1946) milletvekilliklerinde bulundu.

Büyükelçi olarak Pakistan’a gitti (1948), bir yıl sonra emekliye ayrılarak yurda döndü. (1949) Ömrünün son aylarında yattığı Cerrahpaşa Hastanesinde 1 Kasım 1958’de vefat etti. Rumelihisarı mezarlığına defnedildi.

Eserlerinde millî duygular hep hakim oldu. Yazı ve şiirlerinde tarih, vatan, millet ve İstanbul sevgisini, hep bu açıdan işledi. Osmanlı medeniyeti yüzyıllar boyu en yüce eserlerini İstanbul’da yaptığı için, Yahya Kemal; İstanbul, Boğaziçi ve Türk musikisi hayranlığını, tabiat güzelliklerini ve tarihî değerleri eserlerine yansıttı. Duygu, düşünce ve hayali ustalıkla kaynaştıran şair, pek çoğuna hikâye karakteri verdiği lirik-epik şiirlerinde; aşk, tabiat, deniz, ölüm konularını da içtenlikle işledi. Eserlerinde iç ahengi her şeyden üstün tuttu. Şiirin ahengini sağlanmasına daha elverişli gördüğü aruzla yazmasına sebep oldu. Yahya Kemal, şiirlerini, makale ve hikâyelerini sağlığında kitaplarda toplamamış, eserleri dergilerde, dağınık kalmıştı.

Ölümünden sonra dostları ve hayranları tarafından bir Yahya Kemal’i Sevenler Cemiyeti kurulduğu gibi, İstanbul Fetih Cemiyeti’ne bağlı bir de Yahya Kemal Enstitüsü ve Müzesi açıldı. (1961) Bu Enstitü’nün yayımlamaya başladığı Yahya Kemal Külliyatı’nda şairin ilk üçü şiirlerini; diğeri makale, deneme ve anılarını derleyen şu eserleri çıktı: Kendi Gök Kubbemiz (1961), Eski Şiirin Rüzgâriyle (1962), Rubailer ve Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş (1963), Aziz İstanbul (1964), Eğil Dağlar (1966), Siyasî Hikâyeler (1968), Siyasî ve Edebî Portreler (1968), Edebiyata Dair (1971), Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım (1973), Tarih Musahabeleri (1975), Bitmemiş Şiirler (1976), Mektuplar-Makaleler (1977) Hakkında yayımlanan kitapların sayısı yirmiyi geçer.

Yahya Kemal hakkında ne dediler?
Nihad Sâmi Banarlı: “Yahya Kemal, inanan bir insandı. Müslüman olarak doğmuştu. Müslüman kalmak ve Müslüman olarak ölmek istiyordu. Pozitivist ve materyalist rüzgârlar karşısında, devrinin hemen bütün okumuşları gibi o da sarsılmıştı. Özellikle gençlik yıllarında İstanbul’da ve Paris’te bunalımlı ve buhranlı günler geçirmişti. Fakat o, her seferinde bu buhranları aşmasını bilmiş, okumuşlar arasında dinsizliğin moda olduğu bir devirde imanını korumuştu. Bunun sebebi nedir? Bizce bunun en önemli sebeplerinden biri, Yahya Kemal’in çocukluk devresinde almış olduğu dinî terbiye, bilhassa annesinin tesiridir. Bu önemli noktayı, Yahya Kemal hâtıralarında şöyle anlatır:

"Lâkin benim hem dinî hem millî terbiyem üzerinde daha şiddetle müessir olan, annemdir. Annem çok Müslüman bir kadındı. Muhammediyye okur, bana Kur’an öğretirdi. Annem, Yazıcızâde’yi, sabah namazlarını kıldıktan sonra okurdu. Beyaz baş örtüsü ile, elindeki kitaba imanla eğilişini hâlâ görür gibiyim. Muhammediyye’nin o mısraları, bana bizim öz maceramız, evimizin, mahallemizin, Üsküp’ün ve müphem surette, bütün milletimizin dünya ve ahiret macerası gibi gelirdi. Daha o yaşta Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin Türklükle İslâmlığı yoğuran, millî-İslâmî harsını benliğimde hissetmeğe başlamıştım.

Annem bana, "Oğlum, dünyada iki insanı sev; Peygamber Efendimizi, bir de Sultan Murad Efendimizi” derdi.

Beşir Ayvazoğlu: “Vefatından bu yana kırk dokuz yıl geçmiş olmasına rağmen, gazete ve dergilerde hemen her gün Yahya Kemal’le ilgili değerlendirmelere, atıflara, hâtıra notlarına ve dedikodulara rastlamak mümkün. Kitap çapında çalışmaların sayısı da hızla artıyor. Bizde Mehmed Âkif dışında, hiçbir şair, yazar ve fikir adamı hakkında o kadar çok kitap yazılmış değildir. Bugün meselâ Abdülhak Hâmid’i, Cenab Şahabeddin’i, Ahmet Haşim’i vb. değil de Yahya Kemal’i tartışıyorsak, onun yaklaşık iki yüz yıldır yaşadığımız kimlik krizi hakkında doğru sorular sormuş, daha da önemlisi, bu sorulara doğru cevaplar vererek son derece kritik bir dönemde önemli bir misyonu üstlenmiş olmasındandır. Yahya Kemal’in belki de hiç istemeden yüklendiği bu misyon, yani Osmanlı tarihi ve kültürüyle Cumhuriyet arasında köprüler kurma misyonu, onu muhafazakârlar için çok önemli bir isim hâline getirmiştir. Yakın dostlarından rahmetli Nihad Sâmi Banarlı’nın gayretiyle bütün şiirleri ve nesirleri kitaplaştırıldıktan sonra, onun muhafazakâr kültür üzerindeki etkisi daha da arttı. Ansiklopedinin önsözünde de anlattım: Yahya Kemal ve onun düşüncesini zenginleştirip çeşitlendirerek devam ettiren Ahmet Hamdi Tanpınar hayatî bir ilkenin altını çizdiler: Kültürün varlık şartı sürekliliktir. Biri bunu “imtidad”, diğeri “devamlılık” kavramı ve “devam ederek değişmek, değişerek devam etmek” ilkesiyle ifade etmeye çalıştı. Geçmişimizi sırtımızda ağır bir yük olarak geleceğe taşımak için çabalayıp duruyoruz. Hâlbuki yapılması gereken, onu bir itici güç hâline getirmektir. Yahya Kemal hâlâ bunun için çok önemli.”

Mehmed Niyazi: “Yahya Kemal, yetişmesinde dindar olan annesinin önemli rolü olduğunu sık sık vurgulamaktadır. Namaz kılınan ve Kur’an okunan bir evde büyümenin, insan hayatında ne kadar etkili bulunduğunu onun şahsiyetinde de gözlemleyebiliyoruz.

"Mağfiret âleminden gelmiş ledünni bir ses" olarak değerlendirdiği ezanımız devamlı kulaklarında bulunacak, dinden uzak olduğu dönemlerde, Paris’te yaşadığı yıllarda bile sık sık eski günlerini, çocukluğunu ona hatırlatacaktır. Yaşı ilerledikçe Yahya Kemal’in şahsiyetine kavuşmasında, bu ezanlar, annesinin nuranî yüzü, okuduğu Kur’an biricik faktör olacaktır.”

Sadık Yalsızuçanlar: “Yahya Kemal yetmiş dört yıllık ömre bir anlamda halkası olduğu zincire, Divan geleneğine ve seslendiği yeni tahayyüle görkemli bir eser armağan etti: Kendi Gökkubemiz. Bu ilk anda, Heidegger’in, ’inşa etmek’teki belirlemesini çağrıştırır: Evet, biz yerde yaşıyoruz ama gökle çevriliyiz.

Şiir, yerle göğün temasını anlatır. Biz modern zamanlarda bu teması yitirmeye başlamıştık. Yahya Kemal, yeri çevreleyen göklerden birinde, aşk gezegeni Venüs’te oturan Hz. Yusuf makamından inen o büyük şiirle ilgiliydi. ’İhtiyar Şark’ın son firarilerindendi. Şiir, doğrudan, bir iktidar ve baskı ortamı olan ’dünya’dan, yani deni (aşağı) olandan, ruhun iklimine kaçıştır. Bu firar, fizik âlemden metafizik âleme doğrudur ve her kaçış ya bir şiire tanıklık verir veya şiir yoluyla da gerçekleşebilir. Yahya Kemal’inki, ikinci türdendir. Ondan sonra ve onunla birlikte, gelenekle aramızda beliren derin ve karanlık boşluğa işaret eden, örneğin Necip Fazıl gibi bir çılgın daha vardı, hatta sonradan bu bağın kılcal uçlarına değin sızabilen bir Sezai Karakoç, sadece Divan’ıyla söz düzeyinde bunu gerçekleştiren bir Turgut Uyar, bir Cahit Zarifoğlu geldi; ne ki, gelenekle ilişkilerimizin travmatik biçimde yaralandığı bir dönemde, Yahya Kemal, hep o ’eski şarkı’yı terennüm etti.”


“Eserlerinde millî duygular
hep hakim oldu. Yazı ve
şiirlerinde tarih, vatan, millet
ve İstanbul sevgisini, hep bu
açıdan işledi. Osmanlı medeniyeti yüzyıllar boyu en yüce eserlerini İstanbul’da yaptığı
için, Yahya Kemal; İstanbul,
Boğaziçi ve Türk musikisi
hayranlığını, tabiat güzelliklerini ve tarihî değerleri eserlerine yansıttı.”


“Lâkin benim hem dinî
hem millî terbiyem üzerinde
daha şiddetle müessir olan,
annemdir. Annem çok
Müslüman bir kadındı.
Muhammediyye okur, bana Kur’an öğretirdi. Annem, Yazıcızâde’yi,
sabah namazlarını kıldıktan sonra okurdu. Beyaz baş örtüsü ile,
elindeki kitaba imanla eğilişini
hâlâ görür gibiyim. Muhammediyye’nin o mısraları, bana bizim öz maceramız, evimizin, mahallemizin, Üsküp’ün ve müphem surette,

bütün milletimizin dünya ve ahiret macerası gibi gelirdi. Daha o yaşta Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin

Türklükle İslâmlığı yoğuran,
millî-İslâmî harsını benliğimde
hissetmeğe başlamıştım.
Annem bana, "Oğlum, dünyada iki insanı sev; Peygamber Efendimizi,
bir de Sultan Murad Efendimizi”
derdi.”