Makale

HİZMET İNSANI OLMAK

HİZMET İNSANI OLMAK
Doç. Dr. Halil Altuntaş

“Bir kavmin efendisi, ona hizmetkâr olandır” buyuruyor Efendimiz. (Beyhaki, Şuabu’l-İman, XVII, 408) Hizmeti en geniş anlamı ile toplum yararına gönüllü etkinlikler sergilemek diye tanımlayabiliriz.

Hizmet yönelişi, ruhu ham beden kalıplarından kurtarıp yüceltme çabasının bir yansımasıdır. Bu yönelişinin arkasında genelde mistik bir alan vardır ve bu alanın beslendiği temel kaynak inançtır. Prensip olarak bu, ölüm ötesi hayata kapı açan bir inançtır. Kur’anî bakış açısı ile her türlü iyi ve yararlı işin (salih amel) nihaî amacı ölüm ötesi hayatla ilişkilidir. Salih amelin üretiliş yöntemi ise “ihsan”dır. İyi ve yararlı işleri en güzel bir şekilde yapmak demek ihsan. Alt anlamlarından biri de, “iyilik etmek”tir bu terimin.

“İyilik ve takva üzere yardımlaşın...” (Maide, 2) ayeti bir hizmet ilkesi getiriyor. Cinsiyet, meslek, maddî imkânlar, sosyal konum söz konusu olmaksızın herkes hizmet görevi ile yükümlüdür. Her zaman, her yerde ve hayatın her alanında hizmete açık bir yer mutlaka vardır ve bu hizmet yerine getirilecektir. Burada bir “el ele verme”, yardımlaşma söz konusudur. Tek sınırlaması var bu işin; enerjiler yararlı ve verimli işler için bir araya getirilecek. İnsana yaramayan, hayırsız işlere girişenlere destek olmak bir yana, bu kişiler usulünce engellenecektir.

Hizmetin temel felsefesi, kendinden bir şeyler vererek insanların mutluluğuna katkıda bulunmaktır. Bu katkı yönelişinin temelinde, “Rahman’ın kulları”nı esirgemek düşüncesi yer alır. Bu esirgeyişin belli bir şekli ve kalıbı yoktur. Bir kutsî hadiste insana karşı yerine getirilecek görevler; “hastaları ziyaret etmek”, “yoksulları doyurmak” ve “susuzların su ihtiyacını gidermek”le sembolize edilir ve bu görevlerdeki ihmaller, Allah’a karşı yapılmış ihmaller olarak tescil edilir. Kutsî hadisin bütününde şu mesaj verilir:

“Kullarıma hizmet eden kimse, Beni o kullarımın yanında bulur.” (Müslim, Birr, 43)
“Kimdir Allah’a güzel bir borç verecek o kimse ki, Allah da o borcu kendisine kat kat ödesin. (Rızkı) Allah daraltır ve genişletir. Ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara, 245) ayetine bakalım: Kullara borç vermek/hizmet etmek niçin “Allah’a borç vermek” diye ifade edildi? Hak katında insanın değerine vurgu yapmak için. Hakk’ın değer verdiğine değer vermek, ona hizmet etmek, kişiyi Hak katında değerli kılacaktır. Bu, hayatın her alanına hâkim olan bir ilkedir. Nitekim, “Allah yolunda gazâ edenlerin en hayırlısı onlara hizmet edendir.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir, XIX, 27) Sıcağın pek şiddetli olduğu bir seferde Hz. Peygamber (s.a.s.) bir yerde konaklamıştı. Sahabenin bir kısmı oruçlu bir kısmı ise oruçlu değildi. Oruçlu olanlar halsizlikten uyuyakalmışlar, oruçlu olmayanlar ise, oruçlu olanların hizmetlerini gördüler. İftar vakti olunca Rasûlüllah şöyle buyurdu:

“Bugün oruç tutmayanlar daha fazla kazandı.”
Hizmet insanı deyince, öncelikle aslî görevi dışında toplum için yararlı işler yapmayı zevk hâline getirmiş insanlar akla geliyor. Bu kimselerin genellikle durumları iyidir. Hizmetleri maddî destek şeklinde gerçekleşir. Bazen fiilen koşuşturarak hizmet sunarlar, bazen de hizmet yapma imkânı olanları devreye sokarlar. Zaten var olan hizmet birikimini ortaya çıkarıp harekete geçirirler. Bir tür organizatör konumundadır.

Toplum içinde, “İmkânım olsa nasıl hizmet edeceğimi ben bilirim” anlayışında sayısız insan vardır. Hizmet insanı olmak bir “nasip işi” değil, bir görevdir. Hizmet insanı, hizmet için şartların oluşmasını beklemez, şartları oluşturur. Ekonomik imkân hizmetin vazgeçilmezi değildir. Herkesin kendi çapında göreceği bir hizmet mutlaka vardır. Bu alan(lar) mutlaka aranıp bulunmalıdır. Akşamları lokantaları dolaşarak artan yemekleri toplayıp, belirlediği yoksul ailelere kendi imkânları ile dağıtan himmet sahibi bir insanımız basında haber konusu olmuştu. Hizmet alanları kadar hizmet imkânı da çoktur. Yeter ki istensin.

Hizmet insanının en büyük hasmı içtenliğini yitirmektir. Ancak Allah yoluna adanmış gayretler “hizmet”e dönüşebilir. Onun dışındaki her girişim “nefse hizmet”ten öteye geçemez. İnsanların takdir etmesi yahut maddî getiriler yapılan bir iyiliğin karşılığı olamaz. Aksi halde yapılan, “iyi iş” yahut “hizmet” değil, “iş” olur; yapılmış ve karşılığı alınmıştır. Bu durumda faziletten, insanı yücelten niteliklerden söz etmek mümkün olmaz. “Bir ressamın, bir sanatçının, bir retorikçi ya da dil bilimcinin eserleriyle ismini duyurmaya çalışması affedilir bir şeydir. Ama erdemli hareketler kendi değerlerinden başka bir ödüle ihtiyaç duymayacak kadar asildir.” (Montaigne, Denemeler, Türkçesi, Buket Yılmaz, Lacivert yayıncılık, İstanbul, 2007, s. 176) Kamu görevi yürütenlerin yaptıklarını vitrine koymaları, hizmetinde bulundukları kamu düzeninin gücü ve selâmeti için gerekli ise olabilir. Böyle durumlarda iyi örnek olmak, toplumun hafızasına güzel kayıtlar yapma, onu gidişattan haberdar etme ihtiyacı gibi gerekçeler ön plâna çıkabilir. Böyle değil de bizzat işi/hizmeti yapan bireyin kendi üzerine yoğunlaşmış bir sahneleme girişimi onaylanabilir bir iş olmaz. Çünkü yapılan iş bir görevdir. Kamu da gördürdüğü işi karşılıksız bırakmaz.

Evet, kendini hayatın merkezine almak, insanın başta gelen eğilimlerinden biridir. Bu eğilim belli noktaya kadar bir beşerî maya meselesidir. Ancak genelde yaşanan dünyanın dışında olup bitenlere aldırmazlıktan başlayıp, bencillik, kibir ve hırs noktalarına ulaşan bir çizgi sergiler insanın tutum ve tavırları. Bununla birlikte kendini bu ruh anaforuna kaptırmayan sayısız insan barındırır her toplum. Onların rotaları dış dünyanın maddî şartlarınca belirlenmiş değildir. Seçkin insanlardır. Seçkinlikleri taşıdıkları etikete, makama, soy kütüğüne, maddî imkânlara ipotekli değildir. Çok kere kendileri adını koyamaz olsalar da sahip oldukları dünya görüşü, “yararlı olmak sureti ile hayatı anlamlı kılmak” esasına dayanır. Din, ölüm ötesi hayata yönelik olarak insana mükâfat vad ederek, insanın yapısında var olan bu malzemeyi harekete geçirir.

Şu da var ki, hizmet ve iyilik kavramları ile mükâfat yan yana gelince ince bir hesap da devreye giriyor: Ahiret mükâfatı bekleyerek verilen hizmet gerçekte ne kadar hizmettir? Hiçbir dünyalık beklemeden ve riya bataklığına düşmeden, sırf Allah’ın hoşnutluğu için yaşanmış bir hizmet hayatı düşünelim. Burada ahiret mutluluğu gibi bir amacın güdülmesi suları bulandırmıyor mu biraz? Mademki karşılık beklenmeyecek; bu ölüm ötesi için de geçerli olmalı değil midir?

Mesele şu: Yapılan hizmeti değerden düşüren beklenti, hizmet edilenden/insanlardan beklenen doğrudan ya da dolaylı karşılıktır. Çünkü her iki taraf da aynı düzlemin, beşeriyet düzleminin aktörleridir. Kişi hizmetinin karşılığını hemcinsinden beklemekle yatay bir düzlemde yol almış olur, erdem üretemez. İnsana verilen hizmetin karşılığını yaratıcı kudretten beklemek ise insanı yüceltir. Çünkü bu sefer hareket yönü yatay değil dikeydir.

Seneca (MÖ. 4 - MS. 65), “İyi bir hareketin ödülü onu yapmış olmaktır” der. Yaptığı hizmetten dünyalık bir şey beklememek gerektiğini çok güzel anlatır bu söz. Maddî imkânlarla yapılan hizmetin sırrı, hizmeti yapanın madde ile özdeşleşmemiş olmasında yatar. Hizmet ehli insan, filozofun anlatımı ile olaya şöyle bakar: “Zenginliklerim bana aittir, ben onlara değil. Onların benden akıp gittikleri gün benden, kendilerinden başka bir şey götüremezler.” (Cemil Sena, Filozoflar Ansiklopedisi, Remzi Kitapevi, İstanbul) Bir şey verirken “canı giden” insan, hizmete yatkın olamaz.

Kur’an’ın temel hedefini, “hizmet insanı yetiştirmek” şeklinde tanımlamak mümkündür. Bu yaklaşımın alt yapısını en belirgin şekilde sadaka-i cariye olgusunda görebiliriz. Sadaka-i cariye, İslâm’ın getirdiği infak ilkesinin hizmet anlayışına kazandırdığı önemli bir boyuttur. İslâm diyarının her tarafına serpilmiş “çil çil kubbeler”, nerede ise tamamen bu ilkenin yansımalarıdır. Köprüler, hanlar, hamamlar, şifahaneler, kervansaraylar hep birer hizmet anlayışı ürünüdür. Bunların bir kısmı günümüzde fiilî işlevini yitirmiş ise de, tarihî kimlikleri ile bize sosyal ruhumuzun geçmişimiz boyunca sahip olduğu insana hizmet anlayışının belgeleri olarak hâlâ işlevleri sürüyor. Bu hizmet alanlarından bize miras kalan modern zamanlardaki hizmet anlayışımızı besleyen temel kaynaklardan biridir şüphesiz. Övünçle söyleyebiliriz ki, insanımız bu mirasa sahip çıkmış, yerel ve uluslararası plânda, günümüzün şartları içinde gerekeni yapma irade ve gayretini sergilemektedir. Bu gayretin daha ileri noktalara ulaştırılması samimi dileğimiz olmalıdır.

Günümüzde hizmet insanlığı noktasında küçük himmetlerin oluşturduğu güç birlikleri diye niteleyebileceğimiz sivil toplum kuruluşlarına vurgu yapmamız gerekiyor. Kadını ile erkeği ile birçok isimsiz kahramanın omuzlarında hizmet veren yardım kuruluşlarını şükranla anmak gerekiyor. Sokak çocukları ile ilgilenen hizmet kuruluşlarını zikretmemek olmaz. Okullaşma alanındaki sivil girişimler anılmaya değer. Hele sağlık alanındaki hizmet etkinlikleri örnek olacak niteliktedir. Kalp, kanser ve böbrek hastalıkları gibi ihtisas alanlarındaki sivil toplum oluşumlarını, sigara karşıtı hizmet oluşumlarını kast ediyorum. Şüphesiz onların her biri toplumsal geçmişimizin ürettiği himmet yönelişimizin izlerini taşımaktadır. Günümüzün aş evleri, şu tamir görmüş tarihî imarethaneden enerji alıyor, iftar etkinlikleri de öyle. Bu hizmetleri sunanları benim gözümde değerli kılan en önemli etken, onların gösterişten uzak “hizmet ehli” kimseler oluşudur. Kendilerine ait hizmet dünyasında hareketli bir hayatları vardır. Rahat alınan bir soluk, tebessüm eden bir çocuk yüzü, yoksulu barındıran bir yuva mutlu eder onları. Kendileri ortalıkta pek görünmez, çok söz etmezler.

Hizmetin gönüllülük esasına dayandığını söylemiştik. Ancak gönüllülük, mutlaka amatörü ifade etmiyor. İşini yaptığı halde aynı zamanda hizmet ediyor olmak, hizmete yüklenmesi gereken asıl anlam olmalıdır. Zira asıl hizmet, yaptığı işi en güzel ve toplum için en yararlı ve verimli şekilde yapmaktır. Çünkü sosyal devlet mantığı ile bakacak olursak, amatör anlamda hizmet alanlarının her biri, sosyal, ekonomik ve yönetim mekanizmalarındaki eksikliklerin ve aksamaların birer yansıması olduğunu söylememiz gerekiyor. Bu eksiklik ve aksamaların giderilmesi, herkesin işini gereken kalite ve zamanlama ile yapmasına yani gerçek hizmet insanı olmasına bağlıdır. İslâm ahlâkının “ihsan” diye tanımladığı bu yaklaşımın hayata geçirilmesi, amatör hizmete ihtiyaç duyulacak alanların en az düzeye inmesini sağlayacaktır. Burada İslâm’ın helâl kazanç ilkesinin “ihsan” ilkesine, dolayısı ile hizmetin kalitesine sağlayacağı katkıya işaret etmek gerekiyor.

Hizmet insanının genel karakteri toplum için iyi şeyler üretmeye “programlanmış” olmasıdır. Mehmet Akif’in, “Kocakarı ile Ömer” manzumesinde çizdiği Hz. Ömer tablosu, İslâm ahlâkının kamu görevlisinde görmek istediği hizmet ve sorumluluk anlayışının elle tutulur örneğidir. “Dicle kenarında bir kurt, bir koyunu kapıp götürse, ilâhî adalet onu Ömer’den sorar” anlayışı, onun bütün hizmet hayatına damgasını vurmuştu. “Halka hizmet, hakka hizmettir” sözü, onun hizmet anlayışında gerçek anlamını bulur. Yavuz Sultan Selim’in, “Hâkimü’l-Harameyni’ş-Şerifeyn” (Mekke ve Medine’nin hâkimi) hitabını kabul etmeyip, kendisine “Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerifeyn” (Mekke ve Medine’nin hizmetkârı) diye hitap edilmesini istemesi, onun hizmet anlayışını ortaya koyuyor.
Hizmet insanı, hayatı anlamlandırmanın yolunu keşfetmiş insandır. Bu yola koyulanlar için mutluluk Kafdağı’nın ardında değildir.


“Hizmet insanının en büyük hasmı içtenliğini yitirmektir. Ancak Allah yoluna adanmış gayretler “hizmet”e dönüşebilir. Onun dışındaki her girişim “nefse hizmet”ten öteye geçemez. İnsanların takdir etmesi yahut maddî getiriler yapılan bir iyiliğin karşılığı olamaz. Aksi halde yapılan, “iyi iş” yahut “hizmet” değil, “iş” olur; yapılmış ve karşılığı alınmıştır.”