Makale

Din bireysel mi, yoksa toplumsal bir olgu mu?

Din bireysel mi,
yoksa toplumsal
bir olgu mu?

Doç. Dr. Ali Coşkun
Marmara Üniv. İlâhiyat Fak.

Din ve toplum arasındaki karşılıklı ilişkilerin, etki ve tepkilerin sistematik algılanışına geçmeden önce, üzerinde durulması gereken hususlardan biri, dinin her şeyden önce ferdin işi mi yoksa toplumun işi mi olduğu meselesidir. Bir kısım psikolojistler dini tamamen ferdî olay olarak görmek eğilimindedirler. Batı’da özellikle ‘bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler’ düsturuyla hareket eden düşünüş ve aydınlanma döneminin deist Tanrı ve doğal din anlayışlarından etkilenen ilâhiyatçı ve filozofların etkisiyle XVIII. ve XIX. yüzyıllar boyunca ortaya çıkan aşırı sübjektivizm, dini tamamen ferdî bir olaymış gibi anlama eğilimini doğurmuştur. Her iki çevre, modernite ve bilindiğinden, sanıldığından çok daha erken bir dönemde başlayan küreselleşme ve diğer süreçlerde; dinlerin barış içinde bir arada yaşamaları ve dini çoğulculuk adına bu süreçte onların sosyal öğretilerini ve normlarını birer engel olmaktan çıkarıp bireysel, kişisel ve psikolojik bir özde/çekirdekte buluşmak adına derunî mistik boyutlarına, hakikat anlayışlarına ve dinî tecrübeye vurgu yaptılar. Bu gelişmeler olurken, öte yandan dinî düşünce açısından bakıldığında bütün bir yüzyılı ‘karanlık çağ’ olarak nitelendirmemizi gerektiren Batı’da, XIX. yüzyıla hakim olan inkârcı cereyanlar sahneyi kaplamıştı. XIX. yüzyıldan XX. yüzyıla geçiş bu konuda bir tutum değişikliğini beraberinde getirmiş ve çeşitli din bilginlerinin çalışmaları dinde “objektivizm”in ihmalinin yanlışlığını göstermiştir. Bu çalışmalar dinin toplumsal ve objektif yönünün önemini açıkça ortaya koymuş bulunmaktadır. Gerçi, bir kısım sosyologların aşırı “sosyolojizm”i bu kez de onları, dini, her şeyden önce bir toplum olayı olarak görmeye ve hatta onun sadece toplumun bir fonksiyonundan başka bir şey olmadığını iddia etmeye sürüklemişti. Bununla birlikte, Dilthey, Rickert ve Jas-pers’ten gelen manevî ilimler akımına bağlı bulunan dinbilimi (religionsvissenchaft) taraftarları ve özellikle Max Weber ve onun Anlayıcı Din Sosyolojisinin yolundan gidenlerin Din Sosyolojisi anlayışı, sosyolojistlerin aşırı tutumunun yanlışlığı ve din konusundaki sübjektivizm ve objektivizm hususunda orta yolun tutulması gerektiğini göstermiş bulunmaktadır. Zira birey ve toplum, biri diğerine indirgenemeyen ve karşılıklı/diyalektik varoluş ve ilişkilere sahip iki gerçeklik alanıdır. Gerçekte din, psikolojik bir vakıa olması, dolayısıyla ferdi alâkadar ettiği gibi, aynı zamanda sosyal bir olay olması dolayısıyla da toplumu ilgilendirmektedir. Esasen “ferdî din” ve “kollektif din” ya da “sübjektif din” ve “objektif din” ayırımı analitik bir ayırımdan ibaret olup, yaşayan bir vakıa olarak dinî hayatın bu iki veçhesi, bir madalyonun iki yüzü gibi birbirinden ayrılmaz bir bütün teşkil etmektedir. Bu bakımdan, din konusundaki kollektivizm ve ferdiyetçilik ya da objektivizm ve sübjektivizm ayırımında söz konusu olan bir alternatif değil fakat sadece bir prensip meselesidir. Bu çerçevede din, yoğun olarak bireysel ve kişisel, zorunlu ve kaçınılmaz olarak da toplumsal bir gerçekliktir.

Bunun böyle olması dinin çağlar boyu sürüp gitmesi ve varlığını sürdürebilmesi için de şarttır. Bu bakımdan dinin, ferdî olduğu kadar aynı zamanda ferdi aşan sosyal karakteri de onda o denli bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır ki, objektifleşerek bir gruba, bir topluma mâl olmayan bir din “ölü” doğmuş bir “cenin”e benzetilmektedir. Ancak bir topluma mâl olmaya muvaffak olmuş bulunan bir din hayatiyetini yüzyıllarca devam ettirebilme garantisine sahiptir.

Dinî tecrübenin, her şeyden önce sübjektif bir özelliğe sahip olduğunu yani ferdî şuura yerleşip kök saldığını kabul ve tasdik etmek ve hemen akabinde onun zorunlu olarak fertler arası bir görünüme büründüğünü, böylece onda cemaat teşkil edici özelliğin aslî bir vasıf olduğunu ifade etmek, belki ilk anda bir çelişki imiş gibi görünebilir. Bununla birlikte, bu tezat, bu iki olgu arasında bir köprü vazifesini gören, dinî tecrübenin zahir olması, tebliğ edilmesi, afakîleşmesi, objektifleşmesi ve sosyalleşmesi gerçeği ile ortadan kalkmaktadır. Bu duruma göre, kutsalla kurulan bağla belirlenen din, yaşanan ve objektifleşen bir şey olmak nedeni ile bir toplum olayı, sosyal bir realite ve tecrübe olarak karşımıza çıkmaktadır. Esasen, bunun böyle olduğunu anlayabilmek için uzun boylu deliller aramak gereksizdir. Zira her din bir toplum içinde ortaya çıkar ve gelişir.
Dinin veya dini tecrübenin ifade şekilleri

Kutsalın tecrübesi şeklinde tanımlanan dinî tecrübe muhtelif şekillerde objektifleşerek türlü ifade tarzlarına bürünmektedir. Bu bakımdan da, anlaşılan dinî tecrübe, beşerî ve dünyevî ortamda, dinamik bir diyalektik karaktere sahip bulunuyor. Nitekim, tarihî ve sosyolojik olarak dinî hayat, bir toplum ve kültür ortamında, çeşitli etkenler çerçevesinde şekilleniyor ve yeni formlara yöneliyor. Bu bakımdan, dinlerin ve dinî yaşayışların, çeşitli unsurlar yahut kategorilerin varlık, çeşitlilik ve dinamizmine göre tipolojik analizi bizi gayet ilginç sonuçlara götürüyor. Burada, tarihen bildiğimiz dinlerin yahut dinî yaşayış formlarının dinamik tipolojik etüdüne girişmek söz konusu değildir.
Modern sosyal antropolojinin en önemli kurucularından, A. R. Racdliffe-Brown (1881-1955), bir toplumsal davranış türü olarak dini, aşağıdaki şekilde incelememiz gerektiğini ifade ediyor:

1. Toplum hayatında bir dini anlamak için, onun oradaki etkilerini incelemek gerekir. Bu bakımdan toplum içerisinde din faaliyet halinde incelen-melidir.
2. Bu çerçevede, dinî cemaate aidiyetin kişide meydana getirdiği duyguların incelenmesi çok büyük bir önem taşımaktadır. Aslında, din insanda, toplumsal dayanışmanın esasını teşkil eden, hem korku ve hem de saygıya dayalı, çift yönlü bir bağımlılık duygusu oluşturur. Bu bakımdan, bu duygunun incelenmesi, dinin hem sosyolojik, hem de sosyal psikolojik yönlerinin aydınlatılması bakımından önem arz etmektedir.
3. Aynı şekilde, dinî fiiller ve ritüellerin incelenmesi de önemlidir.
4. Dinî inançlar ve dogmaların incelenmesi gerekir.
5. Din ve dinî grup, cemaat, mezhep, tarikat ve teşkilâtlarla toplumsal yapı arasındaki ilişkileri inceleme konusu yapmalıdır. Bir din, içinde hayatiyet bulduğu toplumsal yapı ile doğrudan ilişkili olabileceği gibi, bir ölçüde ondan bağımsız bir varlık da gösterebilir. Bu bakımdan din, bir ölçüde toplumsal yapıyı destekleyici bir fonksiyon görebildiği gibi, belli bir ölçüde de onun dışında çalışan özerk bir mekanizmaya da sahiptir.

Halbuki, Malinowski ve Durkheim gibi fonksiyonalistlerin dahil bulunduğu ekol, dinin toplum hayatında yapısal bir unsur olarak yerini aldığını ve bu çerçevede toplumsal yapıyı ve bütünleşmeyi destekleyici ve istikrarı sağlayıcı bir fonksiyon gördüğünü düşünmekte, bunu yaparken de kültür ve toplumu ve tabii ki dini bir ölçüde birbirleriyle özdeşleştirmektedirler.

Aynı şekilde, Geertz, bir semboller sistemi olarak kabul ettiği dinin, insana bir dünya görüşü ve hayat anlayışı sağladığını ve bu şekli altında insan davranışlarını yönlendirmek suretiyle fonksiyon gördüğünü düşünüyor.
Sosyologlar, dinî tecrübenin, bir insan yahut toplum hayatında ya da tarihî ve sosyo-kültürel ortamda büründüğü ifade şekillerini çeşitli biçimlerde kategorize etmiş bulunuyorlar.

Charles Glock’un, Stark ile birlikte gerçekleştirdiği ABD’deki dinî yaşayış araştırmasında, dinî tecrübe ve yaşayışta ayırt edilen boyutlar bundan biraz farklı olup, aşağıdaki şekilde beşli bir tasnife tabî tu-tulmuş bulunmaktadır:
1- İnanç boyutu,
2- Dinî pratikler boyutu,
3- Tecrübe boyutu,
4- Bilgi boyutu,
5- Etkiler boyutu.
Sistematik Din Sosyolojisinin en yetkililerinden J. Wach’ın, dinî tecrübenin objektifleşme yönlerini tasnifi ise üçlüdür:
1. Dinî tecrübenin teorik anlatımı: Akide (doktrin);
2. Pratik anlatım: İbadet (Kült);
3. Sosyolojik anlatım: Dinî cemaat veya topluluk.

Bu farklı tasniflerin isabet derecelerinin tartışmasına girmeksizin, Max Weber’in yukarıdaki boyutlara “dinî zihniyet” veya “ahlâk” adını verdiği bir boyutu da ilâve etmek gerekir.
Burada ayrıntılara girmeden, İslâm âlimlerinin İslâm’ın kendini ifade etme şekillerini dörde ayırdıklarını belirtmek yerinde olur kanaatindeyim.
1. İman/Akide
2. İbadet
3. Ahlâk
4. Muamelat

Sonuç yerine
• Bireyin sosyal bir varlık olması, onun dini tecrübesinin de sosyal olmasını doğurmaktadır.
• Esasen, hiçbir tecrübenin, hele bunlardan oldukça tesirli ve ehemmiyetli olanların sadece fertlere inhisar edip kalmasına imkân yoktur; ister istemez onlar fertleri aşmak ve fertler arası bir karaktere bürünmek durumundadırlar.
• Modern Türkiye’de din, normatif, fonksiyonel, kültürel ve milli bütünleşmede çok önemli bir role sahiptir. Tarih boyunca da onun bütünleştirici işlevi görülmüştür.
• Modern toplumda dinin sığınak yerlerinden biri ailedir. Hatta aileye dönüş ile dine dönüş eş zamanlı süreçler olarak görülmüştür. Dinî değerler ile aile değerleri toplumun çimentosu gibi işlev görebilmektedirler. Çalkantılı ve kriz dönemlerinde bu iki kurum sayesinde toplum, bunalımları daha katlanılabilir ve daha alt edilebilir kılmaktadır.
• Bugün Türkiye, Din ve Demokrasi ve Din ve Lâiklik ilişkileri konusunda birçok ülkeye model gösterilmektedir.
Kaynaklar

Muhammed Legenhausen, Islam and Religious Pluralism, London:al-Hoda, 1999, s. 7-13.
Ali Coşkun, Din, Toplum ve Kültür, İstanbul:İz Yayıncılık, 2005, s.20.
Ünver Günay, age. s.213-217.