Makale

Simya ilmini ararken kanaati yitirmek

Simya ilmini ararken kanaati yitirmek

Doç. Dr. Ekrem Demirli
İstanbul Üniv. İlahiyat Fak.

Geçmiş zamanlarda insanların “simya” dedikleri bir ilmi kullandıkları veya ona inandıkları söylenir. “İnandıkları” ile “kullandıkları” arasında belirgin bir fark olmakla birlikte, bir çağın kendisinden önceki çağları “mitolojiye” indirgemeyi yeğlediği çağımızda, eski çağların neredeyse her şeyi bir “inanç” olarak görülür. Bu itibarla çağımız anlamını bilmediği her şeyi bir “inanç” ve “mitoloji” diye tasnife eğilimlidir. Her neyse! Geçmiş çağlarda “simya” denilen bir ilme veya sanata inanma yaygın bir inançtı. Bu “eski çağlar” tabiri ne kadar eskiye gider, bilinmez, ancak 18. asır düşünürü İsmail Hakkı Bursevi, hocası Osman Fazlı İlahi’nin –Kıbrıs’ta metfundur- simya ilmini bildiğini aktardığına göre, çok eskiye gitmeye de gerek yoktur. Bilhassa Anadolu coğrafyası söz konusu olunca, “simya” ilmi için çok eski bir zamandan söz etmediğimizi hatırda tutmalıyız. Simya ilmi aslında kimya ilmi demektir. Bazı araştırmacılar bunların arasına bir ayrım koymak istemişse de literatürde simya kimya demektir. Daha doğrusu günümüzde yanlışlıkla “simya” diyerek büyülü bir sanata çevirdiğimiz şey, aslında eskilerin fizik, matematik, gök bilimi gibi tabiat bilimleri içerisinde yer verdikleri kimya ilmiydi. Nitekim İslam ilimlerinde bu kapsamdaki literatür “kimya” tabiriyle zikredilir. Bu literatür içinde en çok bilinenlerinden birisi İmam Gazali’nin kimya-i saadet isimli kitabıdır. Bu adla başka kitaplar da bulunduğu kadar bazen kimya-i saadet kitapların içerisinde bölüm başlığı olarak da kullanılmıştır. İbnü’l-Arabî’nin ölümsüz eseri Fütuhat-ı Mekkiyye’nin en önemli bablarından birisinin başlığı budur: kimya-i saadet! Bütün bu kullanımlarda kelime sürekli kimya şeklinde yazılır.
Kimya ilmi değişmenin ilmi olarak tanımlanır. Müslüman düşünürler kimya-i saadet tabirini açıklamak üzere “kimya ilmi tabiatta değişmenin mümkün olduğu ilkesine dayanır” derler. Tabiatta değişme vardır, madenler birbirine dönüşür, bileşimler oluşur, ayrışmalar ortaya çıkar vs. Bu itibarla tabiat âlemi bir başkalaşma ve değişme âlemidir. Kimya ise bu değişmeyi bilmek, bilhassa değişmenin yönünü kontrol etmek ilmi demektir. “Madenler için altına dönüşmek” diye ifade edilen şey, kimya ilminin maksadı olarak ifade edilmiştir. Başka bir ifadeyle kimya ilmi, her şeyi altına çevirmek için öğrenilen ve kullanılan bir ilimdir. Gerçekten de böyle bir şey mümkün müydü? Bilmiyoruz. Hatta eski kitaplarda bu konudaki açıklamaları görsek bile çağımızda biz böyle bir değişime inanmayabiliriz. Zaten buna inanmak veya inanmamak da çok önemli değildir. Mesele İslam ahlakçılarının buradan çıkardıkları sonuçlardır: Kimyacılar –veya simyacılar- madenler üzerinde düşünüp dursunlar, kanaatimce bu konuyu günümüz için de anlamlı kılan, İslam ahlakçılarının buradan çıkarttıkları neticedir. Daha doğrusu ahlak ilmini bir simya veya kimya olarak görüp onu saadet kimyası diye nitelemeleri günümüz bakımından da son derece önemli ve geçerli bir neticedir. Bu noktada onlar ahlak ile kimya arasında tam bir mutabakat kurmuşlar, birinin kavramlarıyla yöntemlerini ötekine taşımak istemişler, buradan inandırıcı ve kesin bir ilim çıkartmak istemişlerdir.
Kimya ilmi, Müslüman düşünürlerin anlattığı kadarıyla, şöyle bir varlık anlayışına sahiptir: Madenler arasında en değerlisi altındır. Altın madeni kemali temsil eder ve her madenin yüzü bu kemale dönmüştür. Başka bir açıdan her cevher/aslında altındır. Fakat cisimler âleminde ortaya çıkarken karşılaştığı bir takım olumsuzluklar nedeniyle altınlık vasfını yitirmiş, mesela kurşun olmuş, mesela bakır olmuş, en iyi ihtimalle de altına en yakın olan gümüş olmuştur. Her hâlükârda altın olamamış, kemale erememiştir. Bundan daha önemlisi altın olmak isteği kendisinden gitmemiştir. Yani her maden hâl diliyle altına dönüşmek ister. Bu son yorum bilhassa İbnü’l-Arabî tarafından daha dikkatli bir şekilde tahlil edilir ve insana uygulanır: Her insan hangi durumda ve hâlde olursa olsun aslında kazaya uğramış bir altındır. Her insan kemali fıtraten talep eder ve herkes kemale âşıktır. İnsan hakkındaki bu iyimser düşünce de günümüzde İslam tefekkürünün dayanacağı ana ilkelerden birisi olarak yeniden yorumlanmayı beklemektedir. Kısaca tabiat hakkındaki bilgimiz bize altın olmayı, kemali ve her şeyin altınla ilişkisi hakkında bir bilgi vermiştir. Müslüman ahlakçılar buradan ahlak bahsine geçerek bir kıyas yapmışlar ve şunu ileri sürmüşlerdir: İnsan fıtrat gereği kemali ister. Onun talep ettiği kemal ise tam ve kâmil insan olmaktır. Tam insan olmak ahlaki vasıfların kemale ermesiyle mümkündür. Bu bağlamda özellikle sufiler, ahlaktaki her eksikliği bir madenle anlatarak eksik ahlakın kemale, yani altına dönüştürülmesinden söz etmişlerdir. Mesela cimrilik madenler arasında –söz gelimi- bir kurşundur. Onun altına dönmesi cömertliği kazanmak demektir. Bakır –söz gelimi- hırstır, kanaat ise bakırın altına dönmesidir. Korkaklık başka bir madendir, cesaret onun altına dönmesidir. İffetsizlik başka bir maden, iffet ise onun altına ve kemale dönmesidir vs. Bütün ahlaki vasıfları böyle ele alarak “değişimden” bilhassa da değişmenin kemale doğru olmasından –çünkü değişmesinin aşağı doğru olması da mümkündür- söz etmişlerdir. Başka bir ifadeyle insanlar tabii arzularının etkisiyle madenleri değiştirmeyi isterken sufiler maden mesabesindeki ahlakı dönüştürmeyi istemişler, insanı altına çevirmek peşinde olmuşlardır. Sufiler “ben değişmem” ilkesini asla kabul etmemişlerdir. Onlara göre insanın anlamlarından birisi “kalp”, yani değişme demektir.
Yazımızın başında yer verdiğimiz hikâyenin günümüzde çok daha önemli anlaşılması lazımdır. Çünkü insanlar günümüzde geçmişe göre daha derin bir arayışla hayatlarını büsbütün değiştirmek istiyor. Hiç kimse bulunduğu hâlden memnun değil, “İnsan hâlinden memnun olmayan varlıktır.” tanımı en çok çağımız insanına uygun düşüyor. Pek çok insan hayatını bir anda değiştirebilecek, kimya diliyle söylersek, onu altına çevirebilecek bir “sihir” peşindeyken pek azı bu arayış esnasında neye sahip olduğunu fark edebiliyor. Dervişin sözünden anlarız ki, insan sahip olduğunu bilmez ve kanaat etmezse-ki kanaat değerini bilmek demektir- neyi elde edeceği hakkında da fikri olamaz. Öyleyse dervişin şu sözünü her daim yeniden hatırlamak lazımdır: Hayatı değiştirip onu bir altına dönüştürecek olan, sihir veya simya değil, vaktin, sağlığın vs. sahip olduğumuz her şeyin kadr ü kıymetini bilmek demek olan kanaattir...