Makale

Umuda yürümek

Umuda yürümek

Abdulbaki İşcan

‘Kim duyar sesimi ya Rab!’ dedi İbrahim, Rabbinin ‘İnsanları hacca çağır.’ (Hac, 22/27.) emrine karşılık olarak, ‘Bu ıssız ve çorak vadide sesimi kim duyar ki.’ Sonra Rabbi ona şöyle hitap etti: ‘Ey İbrahim, seslenmek sana ait. Duyurmak ise bana ait.’ (İbn Ebi Şeybe, Musannef, c. 11, s. 518.)
Âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak kurulan ilk ev (Âl-i İmran, 3/96.) olan Kâbe’ye Hz. İbrahim’in bu çağrıyı yapabilmesi için, anlatmanın fazlaca mümkün olmadığı bir yolculuğu gerçekleştirmesi gerekecekti, eşi Hacer ve oğlu İsmail’le birlikte…

Issız çölün ortasında, Sekîne (Allah’tan gelen yardım, Rabbin hükmü karşısında kalbin itminana kavuşması, insana benzer sureti bulunan bir çeşit rüzgâr. TDV, İ.A. Cilt 36, S. 330.)’nin de ellerinden tuttuğu üç yolcu…
Omuzlarında su ve yiyecek taşıyan kendini Allah’a adamış ve Allah’ın dost edindiği Hz. İbrahim… İçinde fırtınalar kopan, ama tamamıyla teslim olmuş, Yüce yaratıcının himayesine ve merhametine emanet edilmek üzere yola koyulmuş son peygamberin büyük annesi Hz. Hacer… Ve iyi huylu, güzel ahlaklı bu kadıncağızın kucağında, babasının ciğer paresi Hz. İsmail…
Hz. İsmail’in doğumuyla Hz. Sare’nin duyguları alt üst olmuştu. Hz. Hacer’i yakınında görmek bile artık ona ağır geliyordu. ‘Git’ dedi Hacer’e, kıskançlığın ağırlığıyla ‘Artık sen benimle aynı şehirde bulunmayacaksın.’ (Taberi, Tarih, c.1, s. 130.) Ve Sare’yi ikna edemeyen Hz. İbrahim, Hacer’le İsmail’i alarak yollara düştü. Issız bir araziden ibaret olan Mekke’ye ulaştıklarında ‘Geldik’ dedi Hz. İbrahim, ‘vatanınız artık burası.’
Ne kadar zaman yürüdüler ve yol aldılar bilinmese de en ufak bir hayat belirtisinin olmadığı bir yeri yurt edindikleri kesindi.
Hz. İbrahim, Hz. Hacer ve Hz. İsmail’i, içi hurma dolu bir dağarcık ve su dolu kırba ile bir ağacın gölgesine bıraktı (Sahih-i Buhari, c. 4, s. 113.) ve geldiği yere doğru gitmek üzere yola koyuldu.
‘Ey İbrahim! Bizi bu ıssız vadide bırakıp da nereye gidiyorsun’ dedi Hacer. ‘Öyle bir vadi ki ne görüşülecek bir kimse var ne de bir şey.’ (Sahih-i Buhari, c. 4, s. 113.) İlerlemiş yaşında kendisine çocuk veren bir kadını, gözünün nuru çocuğuyla Allah’ın himayesine bırakan, ‘yumuşak huylu ve pek sabırlı’ (Tevbe, 9/114.) olan Hz. İbrahim’in yüreği yanıktı. ‘Allah’ın emri böyle’ dedi ve yoluna devam etti.
Kavurucu çöl sıcağının ve ıssızlığın hüküm sürdüğü yerde küçük bir çocukla yalnız kalan, hepimizin annesi Hacer, aynı zamanda tevekkülün de annesiydi.
‘Öyle ise Allah bize yeter. O bizi zayi etmez, himayesiz bırakmaz.’ dedi.
Ay kaç kere battı, güneş kaç kere gökyüzüne yükseldi bilinmese de Selem ve Semur denilen küçük dikenli ağaçların meskeni çalılık bu yerde suyun ve yiyeceğin olmadığı belliydi.
Hacer’in dağarcığındaki hurma bitti, kırbasındaki su tükendi.
Ve sütü kesildi Hacer’in.
Ama hayat bulmak ve hayatı taşımak için Hacer, Allah’a ısmarlanmıştı.
Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerde şehir kuran ve bir bakıma Kâbe’nin harcını yoğuran Hacer, kim bilir neler hissetti küçük İsmail’le yalnız başına kaldığında? Gece olunca üşüdü mü, korktu mu karanlık bastığında? Suyun ve yiyeceğin bittiği anda düşündükleri neydi, İsmail’in susuzluktan kuruyan dudakları nasıl kavurdu Hacer’in yüreğini?
Ama Hacer, ümidin de annesiydi.
Sonra yüksekçe bir yere, Safa tepesine çıktı. Vadiye baktı, sağı solu her tarafı süzdü gözleri. Boşluğa, sanki dünyanın her köşesindeki bütün ıssız boşluklara dağıldı Hacer’in bakışları... Onunla beraber su aradı canlı cansız ne varsa. Bir ses işitebilir miydi, ya da kendilerine yardım edebilecek bir insan görebilir miydi? Ama olmadı, ne bir ses işitti, ne de bir insan gördü.’ (Sahih-i Buhari, c. 4, s. 114.) Sonra diğerine, Merve tepesine yöneldi. İki tepe arasında vadiye geldiğinde İsmail’i görebilmek için hızını artırdı. Bir telaş, sonra bir üzüntü hali sardı Hacer’i. Kendisini ve çocuğunu susuzluktan ve ölümden kurtarması için Allah’a yalvaran Hacer, su dedi koştu bir tepeden diğerine…
Yalnızlık, güneş kadar ağır, çöl kadar, susuzluk kadar ağırdı.
Ve susuzluk, İsmail’in dudaklarında bir inleme ki Hacer’i yakmadaydı.
Her şeyin anlamının olduğu bu merkeze gelenlerin karşılaştığı ve sa’y yaparken farkına vardıkları görünmez büyük bir güç vardır aslında. Safa ile Merve’de karşılaşılan bu güç, kimi zaman Hacer’in omuzlarına bindirilen dağlar kadar ağır yük karşısında gösterdiği dayanma direnci, kimi zaman merhamet, kimi zaman da sabır ve tevekkül olarak gösterir kendini.
Ve güçlü olursa kazanabileceğini biliyordu Hacer.
Peygamber soyunun kutlu kadını Hacer’in yüreğinde kopan fırtına nasıl anlatılır ki?
Safa ile Merve arasında biraz düşünmeli insan, Hacer deyince biraz düşünmeli. Kul olmanın, insan olmanın ve teslimiyetin ağırlığını hissetmeli.
Hacer’i düşünürken susuzluğun ikna edici gücü, çölün usandırıcı sıcaklığı bizi kendimize getirmez mi? Ya İsmail’in hıçkırıkları? Susup dinlerseniz, işitirsiniz yalvarmalara, yakarmalara karışan İsmail’in sesini. Bu ses bir çağrıdır aslında, Hz. İbrahim’in çağrısı gibi, Hacer’in yürümesi, koşturması gibi. Kendi çölümüzde çıktığımız ve her zaman bizi sarsan yolculukları aklımıza getirmemiz için bir çağrı.
‘Allah bize yeter’ demişti Hacer, tevekkül içerisinde. ‘O bizi himayesiz bırakmaz.’
Bütün kâinat susuz kalmıştı sanki, susuzluğu Hacer ile birlikte bütün kainat hissetmişti. Bir damla su bulsa, İsmail’in dudaklarına sürüverecekti. Yedi kez gidip geldi Safa ile Merve arasında. En sonunda Merve tepesine çıktığında nihayet bir ses geldi Hacer’in kulaklarına. ‘Sus da dinle’ dedi’ (Sahih-i Buhari, c. 4, s. 114.) kendi kendine. Sustu ve çöl rüzgârının fısıltıları ile birlikte vadiyi dinledi. Yorgun düşen Hacer’in bütün vücudu dikkat kesildi. ‘Allah’ım. İmdadıma yetiş’ dedi. ‘Eğer yetişmezsen ben de yanımdaki yavrum da helak olup gideceğiz.’ (Taberi, Tarih, c.1, s. 131.) Allah Hacer’in dileğini kabul etti ve bir su çıkardı su bulmanın imkânsız olduğu yerde. (Sahih-i Buhari, c. 4, s. 114.)
Ümidini kaybetmeyen Hacer, sabrın ve kararlılığın da annesiydi.
Safa ile Merve arasında Allah’ın emrini yerine getirmek için yürüyenler hissediyordur mutlaka Hacer’in çabasını… Hacer’in o zaman yaşadıklarını az çok tasavvur edenler anlayacaklardır bu duyguları, paylaşacaklardır muhtemelen.
Kuaykıan Dağı’nın eteğinde bir tepe Merve ve tam karşısında Ebu Kubeys Dağı’nın altında Merve’den biraz daha yüksek Safa tepesi. (TDV İslam Ansiklopedisi, c. 35, s. 441.) Ab-ı hayata ulaşmak için bir arayışın başlangıç ve bitiş noktaları gibi… Beşerî olandan ilahî olana doğru koşmak, yürümek gibi… Cennetten çıkıp yine cennete akan bir nehir gibi… Sa’y esnasında Hz. İbrahim’i, Hz. Hacer’i ve Hz. İsmail’i aklınıza getirdiğinizde Allah’ın yüce dininin nişanelerinden olan Safa ile Merve (Bakara, 2/158.) arasına nasıl bir dünyanın sığdığını anlarsınız. Her insan dilediğince nasiplenir bu yürüyüşten. Bir gelip gitmedir çünkü insanın hikâyesi. Bu iki tepe arasında yaşanan hüzünle birlikte teslimiyet, merhametle birlikte umuttur. Kâbe’yi çevreleyen sütunlar arasından baktığınızda, Safa ile Merve’den fazla bir şey göremezsiniz aslında. Ama orada bir ana damarın bulunduğunu bilirsiniz. Âdeta kalp gibi yoğun ve hayati olduğunu fark ettirir size Safa ile Merve.
İnsanın birçok arayışına cevap olan Safa ile Merve arasında, bazen telaşlı ve bir o kadar da hüzünlü bir şekilde yürüyenlerin, coşku ile akan bir suyun akışına benzeyen yakarmalara karışarak, hep birlikte dile getirilen duygularla, Yaradan’ın merhametine doğru yol aldığını hissedersiniz. Bazen de etrafta canlı cansız ne varsa hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi fark etmeyerek, âdeta asırlardır hayattaymış gibi, Hz. Hacer’le beraber, kimi zaman hızlı kimi zaman da yavaş adımlarla, kurumuş dudakları nemlendirecek, parça parça olmuş düşünce yanıklarını söndürecek bir damla rahmet beklendiğini fark edersiniz.
Gökle yer arasıda ne varsa çölün ten rengine büründürdüğü bu yerde tahammülü zor sıcak altındaki İsmail’in susuzluk ateşiyle beraber, umudun sıcaklığı ve bir o kadar da huzuru ile kavrulur durur ne kadar hassas yürek varsa. Ara ara rüzgârların asırlar öncesinden getirdiği rahatlatıcı serinlik hissedilse de çoğu zaman Hz. İbrahim’in ayrılık hüznü, Hz. Hacer’in teslimiyeti ve şefkati yaşanır. Bazen Hz. İbrahim’in yanında bulursunuz kendinizi, yaşadığınız an ile geçmişin birbirine karıştığını zannedersiniz. Bazen de Hz. Peygamber döneminde olduğunuz duygusu ağır basar bedeninizde ve ruhunuzda. Onun gül kokusuyla, ayaklarına dolaşmasın diye toparladığı ihramıyla yakınınızda bir yerde sizinle beraber sa’y yaptığını düşünürsünüz.
Geçmişin şimdiki zaman yapıldığı bu an önünüzdeki, arkanızdaki, sağınızdaki, solunuzdaki insanların âdeta Hacer kılığına bürünerek, zaman zaman gözyaşları eşliğinde, zaman zaman da derin bir sessizlik içerisinde yürüyüşlerine devam ettiklerini görürsünüz. O esnada anlarsınız ki içinde bulunduğunuz an, diriltici bir nefes gibidir ve dünyadaki bütün nimetlerden daha değerlidir; kıymeti bilinmek ve layıkıyla yaşanmak zorundadır. İşte o an tam da havayı soluma vaktidir… İster dünyanın dört bir tarafından gelen binlerce insanın arasında telaştan, yorgunluk ve susuzluktan bitap düşmüş bir şekilde teslimiyetin heyecanını soluyun. İster taşlarla, kayalarla çevrili çölde kurulan kutlu şehrin, kutlu mekânının kutlu misafirlerinin dua ve niyazlarını barındıran havayı soluyun. Nihayetinde Hz. İbrahim’den, Hz. Hacer’den, Hz. İsmail’den birer nefes çekersiniz ciğerlerinize de hayat bulursunuz…
Zamandan arıtılmış zemzem yudumlarıyla birlikte…
Ve umuda yürüyün Hz. Hacer’le beraber.