Makale

İlim kendin bilmektir

İlim kendin bilmektir

Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah’ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır. Faydalanacağım şeyi bana öğret ve ilmimi artır!” (Tirmizi, Deavat, 129.)
İnsanı diğer varlıklardan ayıran temel özelliklerden birisi de, bilgi elde etme ve ona göre kendini geliştirme ve hayatını tanzim etme kabiliyetidir. Bilmek ve öğrenmek aklın birer işlevidir. İnsanın aklını kullanmasına ve düşünmesine çok önem veren Cenab-ı Hak, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağını açıkça ifade etmiş, (Zümer, 39/9.) Allah’a karşı en derin saygıyı (huşu) ancak âlimlerin gösterebileceğini bildirmiştir. (Fatır, 35/28.) “Bilmiyorsanız bilenlere sorun.” (Nahl, 16/43.) buyurarak, işin ehline danışmayı tavsiye etmiştir. Bilgi, doğruya ve gerçeğe ulaşmanın en önemli aracıdır. Onun için Yüce Allah, “Bilgin olmayan şeyin ardına düşme. Kulak, göz ve kalp hepsi bundan sorumludur.” (İsra, 17/36.) buyurmuş, iman edenleri, Rablerinden gelen gerçeği bilenler olarak nitelendirmiştir. (Bakara, 2/26.)
İlim, insanın, başta kendisi olmak üzere bütün varlık âlemi hakkında elde ettiği bilgilerin sistemli hâle gelmiş biçimidir. Bu bilgilerin kaynağı akıl, beş duyu ve vahiydir. Önce beş duyumuzla elde ettiğimiz kendimize ve dış dünyaya ait temel bilgileri aklımızla kavrayıp değerlendirerek daha ileri bir aşamaya ulaşırız. Varlık üzerinde düşünüp mukayese, muhakeme ve sorgulama yaparak birtakım çıkarımlarda bulunuruz. Bilgi birikimi, tecrübe ve deneme yanılma yoluyla yeni şeyler keşfederiz. İnsanlık tarihi boyunca elde edilen bilgi birikimi genelde bu şekilde oluşmuştur. Bu, kesbî, yani kazanılan ve öğrenilen bilgidir. Bir de Cenab-ı Hakk’ın, elçileri yoluyla bildirdiği, kendi varlığı ve gayp âlemindeki mevcudatla ilgili bilgiler vardır ki “haber-i sadık” dediğimiz bu bilgilerin kaynağı ilahî olduğu için bunda kendi kesbimiz söz konusu değildir. Burada devreye giren imandır. Allah’a ve elçilerine inanan, onların bildirdiklerine de inanır. Bu yolla gelen bilgileri sınama ve test etme imkânımız yoktur. Mümine düşen, bu ilahî bilginin doğruluğuna inanmak, anlamaya ve hikmetini kavramaya çalışmaktır.
Kaynağından hareketle, Allah’ın elçileri vasıtasıyla haber verdiği, onların da teorik ve pratik olarak açıklayıp öğrettikleri bilgiler üzerine yoğunlaşan ilimlere dinî ilimler; insanın, akıl, beş duyu ve tecrübeyle elde ettiği bilgilerden oluşan ilimlere de gayridinî ya da dünyevi ilimler denmesi bir gelenek hâlini almıştır. Bu durumda, pozitif bilimler olarak tanımlanan gözlem ve deneye dayalı doğal ve sosyal/beşerî bilimler dünyevi; geleneğimizde Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam, Tasavvuf gibi isimlerle anılan ilimler de dinî ya da İslami İlimler olarak tanımlanmaktadır. Kaynak, alan ve yöntem açısından böyle bir ayrım doğru gibi görünse de, dine ve dünyaya ait olan gibi düalist bir bakış açısına ve yanlış çağrışımlara yol açtığı için, bir mümin açısından böyle bir tasnif çok sağlıklı görünmemektedir. Çünkü bir mümin için, elçileri vasıtasıyla Allah’ın bildirdikleriyle, O’nun yarattığı varlık âlemini inceleyen bilimler arasında bir mahiyet farkı yoktur. Çünkü her şey Allah’ındır ve yarattıkları üzerinde düşünüp taşınmak, araştırma yaparak varlık ve kudretinin belgelerine ulaşmak da O’nun bir emridir. Bu yüzden mümin, iman konusu olan alanla, gözlem ve deney konusu alan arasında bir ayrım yapmaz. Zira gözlem ve deney konusu alan yaratıcının mülküdür. Bu mülkte olanı biteni anlamaya çalışan insan sadece amacıyla farklılaşabilir. Örneğin, varlık âlemini mücerret bir araştırma objesi olarak görüp onu vücuda getireni fark etmeyen veya yok sayan bilim insanı, sadece öğrendiklerinin ve keşfettiklerinin heyecanıyla yetinerek resmin tamamını görmemiş olur. Resmin bir bütün olduğunu bilen mümin ise Kur’an ayetleriyle kevnî ayetler arasında bir fark görmez. İnsanı, toplumu, doğayı ve evreni inceleyen bütün bilimlerin, bunları yaratanı anmaya ve anlamaya götüren araçlar olarak son derece önemli ve gerekli olduğuna inanır. “Dünyevi ilimleri bırakıp, biz dinî olanlara bakalım” gibi bir yanlışın içine düşmez. Çünkü doğru bakış açısıyla, dinî ve dünyevi olarak ayrılan ilimlerin kendisini aynı kapıya götürdüğünü görür.
Burada yorumlamaya çalıştığımız hadis, her alanda olduğu gibi ilim öğrenmede de niyet ve amacın ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Sevgili Peygamberimiz, bu duasıyla Allah’tan faydalanabileceği ilim talep etmekte ve ilmini artırmasını istemektedir. Zaten Kur’an’da da ona, “Rabbim ilmimi artır” duası emredilmektedir. (Taha, 20/114.) Başka bir duasında da “faydasız ilimden Allah’a sığınmakta” (Nesai, İstiaze, 21.), arkasında istifade edilecek bir ilim bırakan kimsenin sevap hanesinin öldükten sonra da açık kalacağını bildirmektedir. Müslümanın, öğrendiklerini diğer Müslüman kardeşine öğretmesinin en faziletli sadaka olduğunu bildirerek, ilmin yayılmasını teşvik etmektedir. (İbn Mace, Mukaddime, 20.)
İnsana faydalı ilim, kişinin kendisini, varlık sebebini, yaratılış gayesini anlamaya ve nihayet Rabbini tanımaya götüren ilimdir. Bunu sağlayacak ilim aynı zamanda insanın beden ve ruh sağlığına, çevresine, toplumuna, doğaya ve bütün varlıklara yarar sağlayan ilimdir. Bu ilmin şu veya bu isimle anılmasının, şöyle veya böyle taksim edilmesinin bir önemi yoktur. Önemli olan, hangi alanı seçerse seçsin, ilim talibinin neyi amaçladığı, kendisi ve insanlık için hangi idealleri benimsediğidir. Elde ettiği bilgiyle insanlık âlemine hangi olumlu katkıları sağladığıdır. Öğrendiği doğruları ne kadar özümsediğidir. Zira başkalarına iyiliği telkin edip de kendilerini unutanları Cenab-ı Hak uyarmaktadır. (Bakara, 2/44.) Allah Rasulü, ilmi sadece dünyalık elde etmek veya başkalarına övünmek için tahsil edip onun değerini düşürenleri kınamaktadır. (Ebu Davud, İlim, 12; İbn Mace, Mukaddime, 23.) Başkasına öğüt verip de kendisini unutanlar, “etrafını aydınlattığı halde kendisini yakıp bitiren kandile” benzetilmiştir. (İbn Ebi Şeybe, Musannaf, 7/182.) Sözün özü, koca Yunus’un dediği gibi, “İlim, ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır.” “Okumaktan mana ne, kişi Hakk’ı bilmektir / Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emektir.” dizelerinde dile getirdiği gibi, ilim önce kişinin kendisini, sonra Hakk’ı yani Rabbini bilmesidir. Onun için, “kendini bilen/tanıyan Rabbini de bilir/tanır.” denilmiştir. Kendini ve Rabbini tanımadan ilim iddiasında bulunan kişinin, Cenab-ı Hakk’ın tavsifiyle, kitap yüklü merkep (Cum’a, 62/5.) durumuna düşmesi kaçınılmazdır.