Makale

Kitaplık-Türkiye'de Çağdaşlaşma

Kitaplık

Mehmet Erdoğan

Türkiye’de Çağdaşlaşma
Niyazi Herkes
Yayına Hazırlayan: Ahmet Kuyaş YKY, İstanbul 2002, S 98 s.

NİYAZİ BERKES ve TÜRKİYE’DE .
ÇAĞDAŞLAŞMA
Türkiye’de tarihsel ve toplumsal değişimle ilgili çalışmalarıyla tanınan Niyazi Berkes’in en önemli eseri, Türkiye’nin Osmanlı Devletinden günümüze kadar geçirdiği dönüşümleri incelediği Türkiye’de Çağdaşlaşma adlı eseridir.
Niyazi Berkes’in, ilk defa 1964’te The Development of Secularism in Turkey adıyla İngilizce yayımlanan bu eseri, daha sonra Türkçe’ye çevrilmiş, biri Cumhuriyetin 50. yılında, diğeri 1978’de olmak üzere iki baskısı yapılmıştır. Kitabın, aradan yaklaşık çeyrek yüzyıl geçtikten sonra ancak yeni bir baskısı gerçekleştirilebilmiştir. Bu yeni baskı hazırlanırken, yazarın kitaba sonradan eklediği notlar göz önüne alınmış, ayrıca kaynakça ve indeks de eklenmiştir.
Sahasında bir ilk eser kabul edilen ve geniş çevreler tarafından referans olarak kullanılan bu eserde, Türkiye’nin geleneksel devlet sisteminden, çağdaş bir yönetim biçimine geçişte yaşadığı köklü değişiklikler İncelenmektedir. Kitabı ilgiye değer kılan, yazarın kullandığı malzemenin çeşitliliği ve özgün yorumudur.
Türkiye’de Çağdaşlaşma’nın eleştiriye en açık yönü, din ve dinî kurumlarla ilgili içerdiği yorumlardır. Yazarın dine bakışı, klâsik pozitivistlerin bakışı gibidir. Böyle bir bakışla Türkiye’de, özellikle din alanında yaşanan değişimleri doğru okumak ne derece gerçekçi olur, elbette tartışmaya açık bir konudur.
Niyazi Berkes’in en belirgin çelişkisi, din ve çağdaşlaşmayı birbirine karşıt iki olgu şeklinde görmesidir. Evet, tarihte din ve çağdaşlaşma çoğu zaman birbirine karşıt iki kavram olarak önümüze çıkar. Bu, bir etki-tepki meselesidir. Çağdaşlaşma | akımlarına karşı duyulan her tepki genellikle dinî bir niteliğe bürünür. Çünkü kendini tehlikede hisseden toplumlar veya toplum içindeki güçler, dine ve toplumun manevî değerlerine bir kalkan olarak sarılırlar. Değişim taraftarı olanlar da tam tersi bir tutum takınarak, dinî değerleri değişimin karşısında büyük bir engel olarak görürler. Bu sebeple dinin ortaya koyduğu değerlere uzak kalmaya aşırı derecede özen gösterirler. Bütün bunlar din ve çağdaşlaşmayı birbirine karşıt iki olgu haline getirir.
Oysa sorun, ne dinde ne de çağdaşlaşmadadır; sorun, alışılagelmiş gelenekleri sürdürme isteğinden ve devlet gücünün devamlılığını koruma çabasından kaynaklanmaktadır. Örneğin Osmanlı çağdaşlaşmasında tartışılan kanun-u esasî, hilâfet, şûra-yı ümmet, meşveret, ittihat, terakki, inkılâp gibi temel kavramların arkasında bu gerçek yatmaktadır. Çünkü Osmanlı Devletinin en önemli yönü geleneksel niteliğidir. Din, Osmanlı geleneğinin mayası ve devlet nizamının temel dayanağıdır. Ama devletin yapısı, doğrudan din referans alınarak belirlenmemiş, zamana ve şartlara göre din de dikkate alınarak gelenekler üzerinden yeniden biçimlendirilmiştir.
Niyazi Berkes’e göre Osmanlı Devleti, Avrupa’da "bir Islâm devleti" olarak görülürken, gerçekte "bir Islâm-Hıristiyan Ortodoks birliğinin dünyasal gücü" durumundaydı. "Katolikliğe karşıt bir siyasa güden Osmanlılar, Papalığın üniversalist din egemenliği iddiasına karşılık olarak, İstanbul Ortodoks Patrikliğine bütün Ortodoks kavimler üzerine ruhanî egemenlik kapsayan bir nitelik vermişlerdi." Osmanlı Devletinin geleneksel gücünün önemli dayanaklarından biri bu siyasetti.
Niyazi Berkes, geleneksel gücün kırılma sürecine girmesini milliyetçilik hareketlerinin başlamasına bağlar. XVII. yüzyılda Osmanlı Devletinde kapitülasyonlar sebebiyle ekonomik hayatın bozulması, derebeylerin aşırı derecede güçlenip bağımsız bir devlet kurma arzularının artması ve nihayet 1789 Fransız İhtilâlinin bütün Avrupa’ya yaydığı bağımsızlık akımları, Balkanlarda milliyetçilik hareketlerini besleyen başlıca etken olmuştur. Bunun sonucunda da Rumlar, Romenler, Sırplar ve Bulgarlar birer ulus devlet olma mücadelesine girişmişlerdir. Ne var ki, "Hıristiyan milletlerin uluslaşma akımları, Osmanlı siyasal hayatında siyasal plânda dinsel tepkiye yönelişte rol oynamıştır. Aynı koşulların Müslüman Osmanlılar üzerine etkisi ise Türk ya da Arap ulusçuluğu yerine, İslâmlık eğiliminin güçlenmesi şeklinde kendini göstermiştir. Osmanlı imparatorluğunun ve devletinin yıkılışı zamanına kadar, Osmanlı topluluğundaki Türkler arasında ulusçuluk akımı gelişmemiştir."
Osmanlı Devletindeki Hıristiyan milletlerin milliyetçilik hareketleri, bazı derebeylerin zamanla güçlenip bağımsız bir devlet kurma arzuları, "Osmanlı Padişahlık rejimini yıkmaya yönelmiş geniş bir komplo" ile doğrudan ilgilidir. Niyazi Berkes kitabında, birbirini istismar eden ve besleyen bu yıkıcı unsurlar arasında Bektaşîliğin önemli bir rol oynadığını F. W. Hasluck’tan naklederek anlatır (Christianity and Islam, Oxford, 1929). Bektaşîler bu yüzyılda sadece isyancı derebeylerle değil, Rum devrimcileriyle de ilişki içindeydiler. Nihayet Yeniçeri Ocağının Bektaşîlerce ele geçirilmesi, derebeylerin güçlenmesini ve Osmanlı Devletindeki Hıristiyan milletlerin bağımsızlık mücadelelerini daha da kolaylaştırmış ve onların işine yaramıştır. Böylece Osmanlı Devleti, içeriden ve dışarıdan gelen darbelerle kan kaybetmeye devam etmiştir.
Batı karşısında dengesi bozulma ve dağılma sürecine giren Osmanlı Devletinde üç kurtarıcı düşünce akımı öne çıkar: Osmanlıcılık, islâmcılık ve Türkçülük. Bu kurtarıcı düşünce akımları, gelenekle batı arasına sıkışıp kalır. Gelenekten kopmayı göze aldıkları oranda batıcı, batıya karşı oldukları oranda gelenekçidirler. İşte din ve çağdaşlaşma, bu arada kalışın bir mazereti veya sığınağı olarak karşımıza çıkar.
Başka bir kitabında (Türk Düşününde Batı Sorunu, Bilgi Yayınevi, 1975.) toplumsal değişime karşı sürekli direnen birtakım güçlerin bulunduğunu söyleyen Niyazi Berkes, bunları gericilik, emperyalizm ve ekonomik yoksullaşma başlıkları altında ele alır. Osmanlı Devletinin iç yapısı, modernleşme hareketine girişildiği zamanların dünya politikasındaki koşulları ve ıslahat ya da reform işini yürüteceklerin yetersizlikleri, bu olaylara zemin hazırlamaktadır.
Diğer taraftan çeşitli sebeplerle toplumsal değişime ve gelişime karşı direnen gericilik, sadece din geleneğinden gelen bir anlayış değildir. "Gericiliğin asıl tehlikeli olan çeşidi belirli çıkarların temsil ettiği gericiliktir. Çıkarcı gericiliğin en güçlü temsilcisi Türk toplumunun modern bir düzene girmesinden en çok zarar görecek olan ve çıkarları ellerindeki toprak monopolisinde bulunan toprak ağaları ve derebeyi artıklarıdır. Bunların birçoğu Paris’te ya da Berlin’de okumuş olsalar bile çıkar bakımından gene de gerici olabilirler." Bunun yanında, "Gerçekte Türkiye batılılaşma savaşında, hiçbir batı devletinden bu davaya yarar hiçbir yardım görmemiştir. Vardım görmüşse bu, Türkiye’nin batılılaşmasına değil, o batılı devletin ulusal çıkarlarına yaramıştır. Bunu bize en iyi gösteren şey, Türkiye’nin batılılaşmasında en çok başarı gösterdiği zamanların batı dostu olmadığı zamanlara rastlamasıdır." Bütün bu sebepler yüzünden batılılaşma işi, halka ve devlete çok pahalıya mal olmuştur. Bu işten en çok zarar gören, her aşamada biraz daha yoksullaşan halk kesimleri olmuştur.
Türk çağdaşlaşma tarihi bir çelişkiler yumağı olarak karşımıza çıkar. Çünkü bağımsızlık, Türk aydınının baştan beri en büyük sorunu olmuştur. Bunun temelinde iktidara yakın olma arzusu yatmaktadır, iktidara yakın olma arzusu, bazen karmaşık bir duygudur. Meselâ Namık Kemal’in, Osmanlı dünya görüşüne duygusal bir bağlılığı vardı ve Sarayın düşüncesine yakındı; ama o, bir idealistti. Bu yüzden ömrü sürgünlerde geçti. Oysa Ahmet Mithat, Namık Kemal’e göre daha batıcı durmasına rağmen Sarayla yakın ilişki içindeydi, bundan dolayı maddî destek gördü; çünkü o bir realistti. Osmanlı batılılaşmasında öğretmen, subay ve doktor gibi zümreler, günlük siyasetin uzağında kalıp iktidar nimetlerine göre tavır belirleme çelişkisine düşmeden, ülkenin ve dünyanın gidişini anlamaya çalışarak daha gerçekçi bir rol üstlenmişlerdir. Aydın kesim ise toplumun gerçeklerine ön yargıyla yaklaşmış, dünyadaki gelişmeleri doğru değerlendirebilme başarısını çoğu zaman gösterememiştir.
Evet, yeninin karşıtı nasıl eski ise, çağdaşlaşmanın karşıtı da gelenekselliktir. Dinin karşıtı ise çağdaşlaşma değil, dinsizliktir. Temel değerlerine karşı inkârcı tutumunu sürdüren milletler, geleceğini garanti altına alamazlar. Türkiye’nin geleceği, dindarlıkla çağdaşlığın birlikte yürütülmesine bağlıdır ve her iki kavramın ortak niteliği özgürleşmedir.
Bilim ve düşünce eleştiriyle gelişir. Bu sebeple Niyazi Berkes’e yöneltilen eleştiriler onun kitabının önemini azaltmaz. Aksine güncelliğini korumasını sağlar.

Tariku’l-Edeb
Ali b. Hüseyin el-Amasî Hzt. Prof. Dr. Mehmet Şeker Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları Ankara, 2002, s. 456
Kütüphanelerimizin tozlu raflarında duran ve kültür tarihimizin değişik dönemlerine ait sayısız eserler araştırmacıların ilgisini beklemektedir. Geçmişimizle bağımızı koparmadığımızı ve tarihsiz bir millet olmadığımızı genç nesillere anlatmanın yollarından biri de, bu eserleri günümüz okuruna kazandırmaktır.
Tariku’l-Edeb, XV. yüzyılda yaşamış olan AmasyalI Ali b. Hüseyin’e âit bir eserdir. Yazar, toplumun anlayışını ön plânda tutarak dinî görüşlerini eserine yansıtmıştır. XV. yüzyıl Anadolu toplumunun birçok özelliklerine ayna tutan bu eser, dönemin dinî hayatıyla ilgili ilginç bilgiler de vermektedir. Kuşkusuz bugün bize ters gelebilecek bazı düşüncelerin, o günün toplumunda nesnel bir karşılığı vardı. Eseri, biraz da dünden bugüne yaşanan değişim olgusu üzerinden okumak gerekmektedir.
Prof. Şeker, çalışmasında önce yazarı ve eserlerini tanıtmış. Ardından eserin kaynaklarını, muhteva açısından sosyal hayat ve eğitim konusunu incelemiş. Ardından transkripsiyonlu metin ile tıpkı basımını vermiş.

Şiirlerle* Esma-i Hüsna
Gökhan Evliyaoğiu Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları Ankara, 2003, s. 207
Gökhan Evliyaoğiu bu kitabında, Yüce Yaratıcının 99 güzel ismini dörtlükler hâlinde şiirleştiriyor. Sayfanın bir tarafında Yüce Ya ratıcının ismiyle ilgili ayet ve hadislerden iktibaslar yapıyor, karşı sayfada şiirine yer veriyor. Kitap, okuyucuyu hem esma-i hüsna hakkında bilgilendiriyor hem de hafızasında bir şiir tadı bırakıyor. Elbette bu tür şiirlerin amacı konuyu işlemek, okuyucuda bir his uyandırmaktır; yoksa saf sanat gayesi öncelenen hedeflerden değildir.
Türk-lslâm geleneğinde dinî değerlerin ve duygunun sanat yoluyla işlenmesi bir kültür meselesidir. Bunu, şiirimizde, süsleme sanatlarımızda, mûsikimizde görürüz. Evliyaoğiu, bu geleneğe sahip çıkmakla örnek bir davranış sergiliyor.