Makale

Prangasız Kölelik Mal Hırsı

Prangasız Kölelik
Mal Hırsı

Doç. Dr. Halil Altuntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

İslâm’ın dünyaya ve dünyalıklara karşı takındığı ve gönül erbabının ’"zühd" diye nitelediği mesafeli tutum, asla çalışıp kazanmanın karşısında değildir. Çalışıp kazanarak "dünyayı imar ederken", gönül dünyasının harap edilmesine karşı bir tutumdur zühd hali.

"Tüccar fiyatları nasıl indirir; nasıl yağı, arpayı azaltır!"
Bize pek tanıdık gelen bu yakınma aslında dört bin yıl önce yaşamış Sümerli bir kadına aittir. Kadın, müşteri çekmek için fiyatları indiren, buna karşılık sattığı malı eksik vererek, yaptığı indirimi yine müşterisinden çıkaran tüccardan şikâyetçidir. Bir Sümer "ilâhi"sindeki şu ifadeler de bir tüccarı nitelemektedir: "Büyük ağırlık yerine küçük ağırlığı koyar, büyük uzunluk ölçüsü yerine küçük uzunluk ölçüsünü koyar."
Kral Ur-Naum, bu tür şikâyetleri önlemek için çıkardığı bir kanunla ölçü ve tartı birimlerini standardize etmemeye çalışmıştır. Anlaşılan o ki, kralın bu düzenlemesi yeterince etkili olabilmiş değildir. (Ebu Davud, Büyu’, 52)
Yukarıdaki bilgilerli bize veren Kramer, ilk "hasta" toplum diye nitelediği Sümer toplu- mundaki ekonomik çöküşün sebeplerini açıklarken, "Gerek modern dünyada, gerek Sümer’de bir ekonomik afet de tüccarların aldatmasıdır" demektedir. (Tarih Sümer’de Başlar, Tere. Muazzez İlmiye Çığ, Türk Tarih Kurumu y. Ankara, 1990, s.206) Bu noktada insan, Hz. Peygamber’in,"Bizi aldatan bizden değildir" şeklindeki uyarısında, maddi ve ekonomik olan bir işlemi nasıl olup da iman düzlemi içinde ele aldığını anlayabilmektedir.
İnsanın "iktidar" peşinde olmasının temel sebeplerinden biri, bel ki de en önde geleni bağımsız davranabilme arzusudur. Güçlü olma isteği, aslında başkalarına hükmetme isteğinin bir yansımasıdır. Bu istek ise insanın temelde zayıf bir varlık (Nisa, 28) oluşunun sonucudur. En çok değer verdiği hürriyeti, bu zayıflığı sebebiyle daima tehdit altındadır, o yüzden de savunma ihtiyacı duymaktadır. İşte tahakküm, bu savunma ihtiyacını karşılamanın bir yöntemi olarak ortaya çıkmaktadır. İnsana bu imkânı sağlayan temel araç ise maddi imkânlar, yani ekonomik güçtür. Bu sebeple insan ekonomik imkânlara sahip olmayı, hep hayatının öncelikli hedefleri arasına koyma eğilimindedir. Kur- ’an, insanın bu eğilimine çok ince bir edebi üslûpla vurgu yapmaktadır:
"Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar, ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler inana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır."(ÂI-i Imrân, 14)
Ayette geçen kadın kelimesi, cinsel arzuyu sembolize eder. Bu hem erkekler ve hem de kadınlar için geçerlidir. Cinsel arzu, neslin devamını sağlayan çocukların varlığının pratik sebebidir. Bu bağlamda kadınlar (ya da cinsel istek) ve çocuklar neslin devamı düzleminde birleşmektedirler. Bunlardan sonra zikredilen "altın", "gümüş", "atlar", "davarlar" ve "ekinler" ise birey hayatının devamını doğrudan ya da dolaylı olarak sağlayan ekonomik değerleri sembolize ederler. Bireyin hayatta kalmasını sağlayan unsurların, neslin devamını sağlayan unsurlara göre daha geniş bir detay yelpazesi içinde verilmiş olmasına şaşmamak gerekir. Zira bu durum pratik bir durumu yansıtmaktadır, insan, hem cinsel arzu duyduğu eşinin, hem çocuklarının, hem de kendinin hayatta kalmasını sağlamak zorundadır. İşte bu sorumluluğu onun dikkatini maddi imkânlara, ekonomik güç sağlayacağı kaynaklara yöneltmektedir. Ayetin genel üslûbu bize, insandaki, ekonomik güç kaynaklarına ulaşma eğiliminin doğuştan getirilen bir özellik olduğunu da anlatır gibidir, insanın sahip olmak istediği imkânların ve güzelliklerin, birer geçim aracı olduklarının vurgulanması dikkatleri bu yöne çekmektedir. Fakat bu imkânlar, bu güzellikler insana dünyanın ve orada sahip olunan her şeyin geçici olduğu gerçeğini unutturmamalıdır. Gerçek güzellik, ebedilik yurdu olan ahirette ve Allah katında olacaktır. Ancak bu hedefe ulaşabilmek için geçilecek vadiler, aşılacak tepeler, yaşanacak imtihanlar vardır. Sınırsız arzuların hepsinin gerçekleşmesini beklememelidir. Çeşitli korku ve endişelerle, hatta açlık ve kıtlıkla karşı karşıya kalınabile- ceği unutulmamalıdır. (Bakara, 155) Yaratıcı kudretin insandan beklediği tutum budur. Ancak yine de insan o büyük yanılgıyı yaşar ve "malının kendisini ebedileştirdiğini sanır" (Hümeze, 3) Kur’an bu yanlış anlayışın çıkmaz yol olduğunu Ebû Leheb örneği üzerinden gözler önüne şöyle sermektedir: "Ona ne malı fayda verdi, ne de kazandığı." (Tebbet, 2)
Her şeyin belli bir ömür sürecine tabi olduğu apaçık gözler önünde iken insan bir şekilde, dünyada ebedi kalma arzusunu her zaman taşımıştır. Ahiret inancı filtresinden geçirilmeyen bu arzu ve onu besleyen duygular, sonunda koyu bir materyalist anlayışa dönüşür, işte bu nokta ekonomik gücün "kudret" gösterisine dönüştüğü noktadır. Hûd (a.s) un, iman çağrısını reddeden Âd kavmine yönelik şu ifadeleri böyle bir oluşumu gözler önüne sermektedir: "Siz her yüksek tepeye bir alâmet bina yapıp boş şeylerle eğleniyor musunuz? içlerinde ebedi yaşamak ümidiyle sağlam yapılar mı ediniyorsunuz? Tutup yakaladığınız zaman zorbaca yakalıyorsunuz?" (Şuarâ, 128-130) Kur’anın "dünyaya saplanıp kalmak " (A’râf, 175) diye nitelediği bu tutum, insanlar katında dünya ahiret dengesini kurmaya çalışan peygamberlerin karşısına dikilen başlıca engellerden biri olmuştur. Haklı olmanın, güçlü/zengin olmakla eşdeğer görülmesi, insan yapısının genel eğiliminin bir göstergesi gibidir. Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber’i inkâr bağlamında, "O’na bir hazine indirilseydi veya-onunla beraber bir melek gelseydi ya!" (Hûd, 12) ve "yahut kendisine bir hazine verilseydi veya ürününden yiyeceği bir bahçesi olsaydı" (Furkân, 8) şeklindeki ifadeleri bu yaklaşımı sergilemektedir.
Kur’an’ın, insandaki maddeye meyyal eğilimi törpüleyip dengeleyici düzenlemeleri gerçekleştirmiştir. Bu düzenlemelerin temelinde, eldeki ekonomik değerlerin başkaları ile paylaşılması prensibi yatmaktadır. Bu yönde gerçekleştirilecek uygulamalar, insanın madde ve dünyalık konusundaki hırsının kırılması, söz konusu hırsın yapıcı bir duygu ve enerjiye dönüşmesini sağlayacaktır. Kur’an’ın gündeme getirdiği bu paylaşımı gerçekleştirme konusunda sergilenecek ihmal ya da ilgisizliği Yaratıcı kudret ciddi bir suç olarak belirler. Mal ve servet hırsını temsil eden "altın ve gümüş yığıcılığı"nı şiddetle reddeder: "Altın ve gümüşü biriktirip gizleyerek onları Allah yolunda harcamayanları elem dolu bir azapla müjdele." (Tevbe, 34)
Ekonomik hayatta çok önemli yeri olan parayı insanlığın en büyük buluşlarından biri olarak nitelersek hata yapmış olmayız. Değer ölçüsü, mübadele aracı, servet biriktirme ve borç ödeme aracı olmak gibi önemli işlevleri yürütmesi bakımından para medeniyetin oluşmasında temel etkenlerden biridir.
"Para" denince, onu temsil eden kâğıtlar üzerinden yapılan yolsuzlukları hatırlamadan edemiyoruz. Para olmasaydı, "sahte para" diye bir kavram olmayacaktı, kalpazanlık olmayacaktı. Yine meselâ, banka soygunundan söz edilemeyecekti. Bunun gibi paranın konu olduğu birçok sahtekârlık da olmayacaktı. Acaba, parayı icat ettikleri söylenen Fenike’liler yanlış mı yaptılar?
Şu bir gerçektir ki, para daima pasiftir ve bir araç olmaktan öteye geçmemektedir. Kalpazanlık, soygun vs. varsa bu, paranın değil, insanın "marifet"idir. Sakıncalı olan para değil, para hırsıyla yanlışa başvuranlardır. Gerçekte sahte paralar yok, onları yapan "sahte" insanlar vardır. Soyulan banka yok, insanlığına aykırı insan vardır. Hırslarını başıboş bırakan insan, kendini maddeye, maddeyi temsil eden paraya gönüllü bir köle haline sokabilmektedir. Tarihi dönem içinde Yahudilerin mabet için yarım sekil (iki dinar) değerinde vergi vermeleri zorunluydu. Putperestliğin işaretlerini taşıyan Roma parasını bu vergiyi ödemekte kullanmak yasaktı. Onun için, bu parayı özel bir akçeyle değiştirmek gerekiyordu. Ne var ki para bozan kişiler bu iş için fahiş ücret alırlardı. Allah’ın evinin kapısında paraya kulluk, para kazanma hırsını bütün insanı değerlerin üzerinde tutmak... İşte Hz. Peygamber, "dinar ve dirheme (altın ve gümüş paraya) tapan kimse helâk olsun" (Buhârî, Cihad, 70) hadisi ile bu yaklaşımı hedef almıştır. Hadisin, "Dinar ve dirheme (altın ve gümüş paraya) tapan kimse lânete uğramıştır" şeklindeki rivayeti de aynı vurguyu yapmaktadır. Burada altın ve gümüşün vurgulaması, bunları dünyevi serveti temsil etmeleri sebebiyledir. Malı gerektiği şart ve ölçüler dahilinde başkalarıyla paylaşmadan hep biriktirmeyi düşünmek, mal ve para sevgisini Allah, peygamber ve insan sevgisinin önüne geçirmek Hz. Peygamber’in değerlendirmesi ile paraya ve mala tapmak demektir. Çünkü "bir şeyi aşırı sevmek gözü kör eder" (Ebû Davûd, Edeb, 117) Parayı taparcasına sevenlerin bir çok değeri hiçe sayması bundandır.
Para ve ekonomik güç hırsının organize toplum düzeyinde düzenli bir politika haline gelmesi, işin olumsuzluğunu daha da büyük boyutlara ulaşmaktadır. Dünyanın pek çok yerinde, tabiatın, çevrenin tahrip edilmiş olması, bu yanlış politikaların sonucudur. Bir poster görmüştüm. Milli kıyafeti içinde, büyükçe bir kayanın üzerinde gururla dimdik duran Kızılderili kadın kolunu bir mızrak gibi uzatmış, parmağı ile hayali muhataplarına işaret ederek şöyle diyordu:
"Ancak son ağaç kesildiği zaman,
"Ancak son nehir zehirlendiği zaman,
"Ancak son balık avlandığı zaman,
"İşte ancak o zaman paranın yenilemeyeceğini anlayacaksınız."
Uçakta göğe doğru yükselen, yeryüzünden uzaklaşan insanın gözünde dünya gittikçe küçülüyor, bir an geliyor, yeryüzü tamamen yok oluyor. İşte bu noktada yeryüzündeki kavgaların, itişme ve kakışmaların, savaşların, yağma ve talanların, işgallerin; bunların arkasında yatan hırs ve arzuların ne kadar anlamsız olduğunu hissetmeden, düşünmeden edemiyor insan. Dikkat çeken şu ki, bu duygu ve düşünceler, insanın kendisini fiziki olarak maddi çevreden, mal ve para hırsının hakim olduğu yeryüzünden koparabildiği, araya mesafe koyabildiği yerde gerçekleşiyor, işte Allah dostları, bu mesafeli duruşu, fizik dünyadan çok gönül, düşünce ve davranış dünyasında gerçekleştirebilen seçkin insanlardır. Dünyanın, mal ve paranın esiri olmak değil, efendisi olmak onların dünya görüşü olmuştur. Bu yoldaki rehberleri ise Hz. Peygamberin dile getirdiği şu gerçektir: "Dünyalıklara gönülden bağlanma ki seni Allah sevsin, insanların elindekilerde gözün olmasın ki seni insanlar sevsin." (Ibn-i Mâce, Zühd,l) Kendisine vasiyet yolu ile yüklü miktarda altın intikal eden ünlü filozof Sokrat, "Ey para! İşte seni batırıyorum ki benim ruhumu batırmayasın" diyerek bütün altınları teker teker denize atmıştı.
Şüphesiz bu, dünya karşısında takınılacak dengeli tavrın bir ifadesidir. Kur’an’ın açık bir talebi olan "dünyanın imarı" işlemi, ancak bu dengeyi koruyarak çok çalışmakla mümkündür. İslâm’ın dünyaya ve dünyalıklara karşı takındığı ve gönül erbabının ’"zühd" diye nitelediği mesafeli tutum, asla çalışıp kazanmanın karşısında değildir. Çalışıp kazanarak "dünyayı imar ederken", gönül dünyasının harap edilmesine karşı bir tutumdur zühd hali.
Mal ve paraya karşı duyulan eğilim oluruna bırakılacak olursa varılacak nokta, mal ve paranın esiri ve kulu olmaktır. Mevlânâ’nın benzetmesi ile; insanın mal ile olan ilişkisi, kayıkla denizin ilişkisi gibidir. Nasıl, kayık suyun üstünde durunca yüzer, suyu içine alınca batarsa, insan da malı ayağının altına alırsa yaşar, mal sevgisini içine yerleştirirse batar, helâk olur. (Mesnevi, TrcS. İzbudak, 1.79)
Prangalı olmamak, hürriyetin yalnızca bir boyutu ve dış yüzeyidir. Gerçek hürriyet, para ve mal hırsının esiri olmamaktan geçiyor.