Makale

Haberiniz Olsun

Haberiniz Olsun!..

Dr. Mustafa Asım Coşkun
D.İ.B. Rehberlik ve Teftiş Başkanlığı, Müfettiş

Yaklaşık 10-15 yıl kadar önce bir Ramazan günüydü. Dinî konular medyada yoğun bir şekilde ilgi çekiyordu. Sahasında uzman olsun olmasın kendisine mikrofon uzatılan bazı kişiler ekranlarda din konusunda birtakım yorumlarda bulunuyorlardı. Büyükşehirlerimizden birisinin müftü vekiline, bir gazeteci gelmişti ve onunla Ramazanla ilgili röportaj yapmak istemişti. Müftü vekili isteği kabul etti. Derken röportaj başladı. Ramazan ayının ve oruç ibadetinin öneminden bahsedildi. Belli bir noktadan sonra diyalog şöyle gelişti:
— Hocam, malumunuz, inananlar genelde bu ayda zekât veriyorlar, zekât kimlere verilir?
— Zekât, Kur’an-ı Kerim’de ilgili ayette belirlenen şu sınıflara verilir: “Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan memurlar, kalpleri İslam’a ısındırılacak olanlarla (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış yolcular içindir. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 9/60.)
— Peki, hocam, memurlara zekât verilir mi?
— Zekât, İslam’ın beş şartı içerisinde yer almış önemli bir ibadettir. Zekât, fakirin hakkı olan bir ibadettir ve toplumsal açıdan bu ibadetin birçok faydası bulunmaktadır.
— Yani hocam, memurlara zekât verilir, dediniz.
— Ben öyle bir şey demedim. Anlamadınız herhâlde. Bir daha hatırlatayım. Zekât Kur’an’ı Kerim’in Tevbe Suresi’nin 60’ıncı ayetinde sayılan kimselere verilir.
— O zaman hocam, memurlara da zekât verilir.
— Muhabir bey, niye anlamıyorsunuz? Bugün memur var düşük dereceden maaş alıyor, memur var yüksek dereceden maaş alıyor. Sizin bahsettiğiniz memurlar Kur’an-ı Kerim’de Tevbe Suresi 60’ıncı ayette sayılan sınıfların içerisinde yer alıyorsa onlara da verilir.
— Tamam hocam, anladım, memurlara zekât verilir.
— !.....
Ve beklenen manşet: “İl Müftü Vekili, memurlara zekât verilir, dedi.”
Tabi gazetenin iç sayfalarında köşelerde bir yerlerde küçük puntolarla ve kimsenin dikkatini çekmeyecek şekilde ifadelerin tamamı bulunmaktaydı.
Sonrası daha da vahimdi. Ertesi gün, gazetede çıkan manşete aldanan, alınan ve gazetenin iç kısmını okumayan o ildeki daire amirlerinden birisinden il müftü vekiline bir mektup:
“Sayın Hocam, gazeteye verdiğiniz beyanatı okudum. Ben de sizin gibi bir memurum. Zekât alacak kadar fakir değilim. Ancak zekât verecek kadar zengin de değilim. Bu sene sadece fitremi verebileceğim. Kabul ederseniz bu benim fitrem!..”
Yukarıda anlattıklarım bir hikâye değil, yaşanmış bir hadise. Belki medyaya konuşan veya beyanat veren bazı din adamlarının, belki de din konusunda yazıp konuşanların sıkça karşılaştığı bir husus.
Ryszard Kapuscinski, şöyle bir gözlemde bulunuyor: Eskiden bir haberin temel değerini, doğruluğu oluştururdu. Günümüzde ise bir haberin doğruluğuna değil, ilginç oluşuna önem veriliyor. İlginç olmadığı düşünülen haber yayımlanmıyor. Etik açıdan bakıldığında, bu çok büyük bir değişim. (Ignacıo Ramonet, Medyanın Zorbalığı, çev. Aykut Derman, Om yay., İstanbul 2000, s. 29.)
Müslüman dünyası olarak kavramlarımızı yitirdik. Batı modernizmi önce kavramlarımızı değiştirdi, dönüştürdü; sonra da davranışlarımızı ve alışkanlıklarımızı. Modernizm bunu yaparken medyayı bir araç olarak kullandı.
Sosyolog Bottomore’nin de belirttiği gibi, bireylerin siyasal olandan dinî olana varıncaya kadar toplumsal konumlarının ve davranışlarının şekillenmesinde medyanın önemli katkısı bulunmaktadır. (T. B. Bottomore, Toplumbilim (Sorunlarına ve Yazınına İlişkin Bir Kılavuz), çev. Ünsal OSKAY, Der yay. 4. bs., İstanbul 1998, s. 255 vd.)
Medya, kurumsal anlamda, iki noktada din kurumuyla ilişki içerisinde bulunmaktadır. Din, inananlarına, inandıklarını gerçekleştirebilecekleri bir zihnî ortam hazırladığı gibi toplumsal bir ortam da hazırlar. Medyanın da kelime anlamı itibariyle asli unsuru ortam hazırlama çabasıdır. Gayeleri yönüyle de bir benzerlik vardır. Dinin gayesi kendisine inananları haberdar etmektir (tebliğ). Medyanın da asıl gayesi insanları haberdar etmektir. Yani medya bir bakıma “gündem tebliği” yapmaktadır.
Haber ve habercilik konusunda (ampirik yönü olsun olmasın) belirli bir eleştirellik çizgisi tutturmaya çalışan hemen her analizin, incelemenin içerisinde son yıllarda sıkça geçen bir ifade dikkat çekiyor: “Haber toplumsal gerçekliği inşa eder (kurar).” Kimi kez haberde nesnellik ve tarafsızlığın olanaksızlığına yani haber üretiminin kendisinin bir seçme ve seçilenleri bir araya getirme işlemi olmasına gönderme yapmak için dar anlamıyla; kimi kez insanın yeryüzünde var oluşuna ilişkin kaygıları da kapsayan daha geniş bir anlamda başvuruluyor “haber gerçekliği inşa eder” mottosuna. (Haber, Hakikat ve İktidar İlişkisi, der: Çiler Dursun, Elips Kitap, Aralık 2004, s. 37.)
Bazılarına göre toplumsal dokuyu şekillendirmek isteyen medya, her zaman “gerçeği gösteren” değil, gerçeği, “görünmesini istediği gibi gösteren” bir aygıttır. Bundan dolayıdır ki, hayatımızı bu denli etkiler ve etkileme ısrarı içinde bulunur. (Hakan Poyraz, “Reklam Tanrısının Kucağından Görüntüler”, Türk Yurdu Dergisi, Haziran 1994, s. 82, s. 13.)
Medya, insanların kendi hâllerinde sürdürdükleri dünyada farklı bir çizgi oluşturmakta, onların dışında var olan veya var olduğu söylenen -bazen de var olması istenen- bir gerçeklikten seslenmektedir. (Nilgün H. Bilgi, “Kitle İletişim Araçlarının Kimlik Kartı: Dil”, Türk Yurdu Dergisi, Ağustos 1996, s. 108, s. 46.)
Medya özellikle sosyal medya, günümüzde modernizmin aracı olmaktan bir adım daha öteye giderek artık amaç hâline gelmektedir. Bu hâliyle medya temel toplumsal kurumların yerini almak istemektedir. Din kurumu da bunlardan bir tanesidir. Zira bazı medya araçları dini kendi tasarladığı ve kurguladığı çerçeve içinde sunmakta ve topluma empoze etmeye çalışmaktadır. Bu durum insanların kafasında soru işaretleri meydana getirmekte ve dini sonunda yaşanılamaz ve anlaşılamaz bir meta hâline dönüştürmektedir.
Bazı medya araçları (radyo, televizyon, internet, sosyal medya vb. tüm iletişim araçları), ister küresel ölçekte olsun ister yerel ölçekte olsun, dini ve etkilerini haber konusu hâline getirirken, bu etkiler kişinin vicdanında kaldığı ve eyleme dönüşmediği sürece dini, toplumsal birliği ve hoşgörüyü geliştirici bir unsur olarak değerlendirmiş; ama bu etkiler kişinin sadece vicdanında kalmayıp görünür hâle gelerek ekonomik, ailevi vb. eyleme dönüştüğü anda dini, toplumsal dokuyu zedeleyici, toplumsal farkları ortaya çıkarıcı ve derinleştirici, bu yönde toplumsal değişimi olumsuz yönde gerçekleştirici bir unsur olarak değerlendirmiştir. (Mustafa Asım Coşkun, Medya-Din İlişkisi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Uludağ Üniversitesi, Bursa 2003.)
Medya kurumu, had safhada bilgi ve kavram kirlenmesinin ve karmaşasının olduğu çağımızda; büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkemizde özellikle dinî kavramları ele alırken veya haber konusu hâline getirirken her türlü indî mülahazadan uzak bir şekilde ve büyük bir ahlaki duyarlılıkla hareket etmeli ve doğru bilgilendirme içerisinde dinî konuları ele almalıdır.
Bizim kavramımız olan bir hakikat vardı, bunun yerini gerçek aldı. Kurgulanan ve kurgulayan gerçek. Hakikatimizi imajlar aracılığıyla kaybettik. Başka bir deyişle imajlar hakikatin yerine geçti. Hâlbuki hakikat kalıcı, değişmeyen ve dönüşmeyendi. İmaj ise geçici, sürekli değişen ve dönüşen, hatta varlığı bu unsurlara bağlı olandır. Hayatımıza “imaj maker”lar yön verir hâle geldi. Trendlerimizi onlar belirler hâle geldi. Sosyal ağlarda paylaştıklarımız özel (mahrem) olsun olmasın ne kadar “beğen” alırsa, “trend topic” olursa o kadar haz duyar hâle geldik. Artık görünür olmak ön plana çıktı. Bu da ister istemez “mış gibi” davranma hastalığına dûçar etti bizi. İçimizde fırtınalar kopmaya başladı. Hep ulaşamayacağımız şeyleri arzu eder hâle geldik. Belki bizden bu istendi. Ne yapacağımızı, hangi limana sığınacağımızı şaşırdık. Hareketlerimizi, davranışlarımızı sanallaştırdık. Yoksa dini sanallaştırdık mı demek lazım? Modernizm, aklı kalbimizin önüne geçirmişti. Biz daha da ileriye gittik ve nefsimizi, kalbimizin ve aklımızın önüne geçirdik. Kalıcı olanı değil geçici olanı durmadan arzu eder hâle geldik.
Hâlbûki bu din son ve ekmel din, Cenab-ı Hakk’ın bizim için razı olduğu ve fıtratımıza en uygun olan bir din idi: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim.” (Maide, 5/3.)
Örneğimiz ve davranış modelimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) idi: “Andolsun, Allah’ın Resulünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 33/21.)
“Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler; Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim ve Peygamberinin sünnetidir.” dememiş miydi (Müslim, Hac 147.) Hz. Muhammed (s.a.s.)?
Yine Hz. Muhammed (s.a.s.), “Malayaniyi (din ve dünya açısından faydası olmayan şey) terk etmek, kişinin Müslümanlığının güzelliğindendir.” (Tirmizi, Zühd 11.) buyurmamış mıydı?
Peki, içinde bulunduğumuz ahlaki çöküntüden kurtulmanın yolu ne acaba? Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “... Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez...” (Ra’d, 13/11.)
Kendi durumumuzu iyilik ve hayır yönünde değiştirme gayreti içinde olmalı, malayani ile uğraşmamalı, ekmel din olan İslam’ı, Yüce Peygamberimizin (s.a.s.) bize öğrettiği şekilde yaşamaya gayret etmelidir.
Medyanın taklit edici ve taklit ettirici özelliğinden bir an önce sıyrılmalı ve Hz. Ömer Efendimizin (r.a.) sorduğu soruyu her zaman kendimize sormalıyız: “Ben kimim?”
Yazımızı çağımızın önemli sosyolog ve düşünürlerinden biri olan Zygmunt Baumann’ın belirlemesiyle bitirelim:
“Dünyanın yoğun küresel karşılıklı bağımlılık ağı içinde, diğer insanlar onur kırıcı davranışlara maruz kaldıklarında, ıstırap ve acı çektiklerinde, kendi ahlaki masumiyetimizden emin olamayız. Bilmediğimizi ilan edemeyiz, ya da mağdurun yazgısının yönünü değiştirecek veya en azından yazgısının ağırlığını hafifletecek şekilde davranışımızda değişiklik yapabileceğimiz bir nokta bulunmadığından emin olamayız. Bireysel olarak aciz olabiliriz, fakat birlikte bir şeyler yapabiliriz, “birliktelik” de bireylerden oluşur ve bireyler tarafından oluşturulur. Üstlenmeye hazır olduğumuz sorumluluklar, gündelik davranışlarımızın çok daha uzaktaki insanların hayatları üzerinde gösterdiği etki kadar uzaklara ulaşmıyor.” (Zygmunt Baumann, Etiğin Tüketiciler Dünyasında Bir Şansı Var mı?, çev. Funda Çoban-İnci Katırcı, De Ki yay., Ekim 2010, s. 65.)
Haberiniz olsun!..