Makale

Allah'a Gerektiği Gibi İnanmak

ALLAH’A GEREKTİĞİ GİBİ İNANMAK

Doç. Dr. Halil Altuntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Vahyin kaynağının insana yönelttiği temel yükümlülük iman etmektir. İman Allah’ın varlığına inanmak esasına dayanır. İmanın dinî kaynaklarda belirtilen diğer unsuları bu temel şartın gerekleri ve sonuçlarıdır. Kur’an, bir yandan Allah’a iman çağrısını yaparken bir yandan da doğrudan akla hitap eden deliller sunarak, bu çağrıya uyma konusunda insanı desteklemektedir. Zaten insan Kur’an’ın, “Allah’ın boyası” (Bakara, 138) diye nitelediği iman etmeye yatkınlık özelliğine sahiptir.

Allah’a iman esasının özünü de tevhit prensibi oluşturur. Tevhit, Allah’ı iman ve ibadet alanlarında birleme ile gerçekleşir.

İmanda tevhit üç yönlü bir birlemenin sonucunda anlamını bulur. Bunlardan ilki Allah’ın zatında tevhit ilkesidir. Bu ilkeyi Kur’an; “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur”, “O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur”, “Benden başka hiçbir ilâh yoktur” formülleri ile sayısız yerde dile getirir. “Eğer yer ile gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu.” (Enbiya, 22) ayeti ise, bu ayetlerin getirdiği önermeyi akıl yoluyla ispata yönelik bir mesaj içermektedir.

Zatta tevhit ilkesi detaylı olarak ihlâs sûresinde ifadesini bulur. Sûre genel mesajı içinde Allah ile insanlar arasında “hasep-nesep”(soy-sop) ilişkisi kuran inanç biçimini (Hristiyanlık) düzeltmeyi de amaçlamaktadır:
“De ki: “O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir.) O’ndan çocuk olmamıştır (kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir). Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.” (İhlas, 1-4)

Hristiyanlık aslî şekli ile tevhit inancını öğretiyordu. Teslis (Allah’ın baba, oğul ve ruhulkudüs gibi üç unsurdan meydana geldiği) inancının Hristiyan ilâhiyatının omurgası konumuna getirilmesinden sonra bile Aryus (ö. İstanbul, M. 325) ve takipçileri gibi, tevhit inancı savunucuları bulunuyordu. Aryus, Mısır’da insanları mutlak tevhit inancına çağırmıştır. Bu şahıs İsa (a.s.)’nın tanrı oluşunu reddediyor ve; “‘Baba’ tek başına tanrıdır. İsa Mesih yaratılmıştır, var edilmiştir. ‘Oğul’ yok iken ‘Baba’ vardı” diyordu. Aryusçular, kilise ve siyasal gücün işbirliği ile sindirildiler. Hz. Peygamber (s.a.s.), Bizans İmparatoru Heraklius’a gönderdiği mektupta kullandığı “Eryusiyyîn” kelimesinde, dönemin Hristiyanları içinde tek tanrı inancına sahip bu kesime atıf vardır. (Kelimenin hadis kaynaklarında “Erîsiyyîn” diye okunuşun hatalı ve doğrusunun“Eryusiyyîn” olduğu yönündeki düzeltme için bak. Ahmed el-Hûfî, Hz. Peygamber’in Heraklius’a Gönderdiği Mektupta Geçen Kelimesi Üzerine”, ed-Dâre dergisi, Yıl 6, sayı 4, 1401/1981, s. 52- 61)

İmanda birlik ilkesinin ikinci ayağı Allah’ın sıfatlarında tevhiddir. Allah’ın, diri olmak, ezelî ve ebedî olmak, bilmek, görmek, her şeye gücü yetmek vb. niteliklerine, O’nun sıfatları diyoruz. Allah’ı tanımamız bu sıfatları bilmek sayesinde gerçekleşir. Allah’ın zatında tevhit ilkesi, O’nun sıfatları ile de eşsiz ve benzersiz olmasını gerektirir. Kur’an ve hadiste zikredilen bu sıfatların bir kısmı Allah’a hastır. Bunlar insanlar için söz konusu değildir. Ezelî ve ebedî olmak, yaratıcı olmak, her şeye gücü yetmek, varlığı kendinden olmak gibi. İşitmek, bilmek, görmek gibi bazı sıfatlar insanlar için de söz konusudur. Ancak Allah’ın işitmesi, görmesi… sonsuz ve sınırsız; insanlarınki ise sınırlı, sonlu ve sonradan kazanılmışlardır. Bu bakımdan Allah bütün sıfatları ile de tek ve eşsizdir. “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” (Şûrâ, 11) ayeti hem zatta tevhit ilkesini hem sıfatlarda tevhit ilkesini söz kalıbına döken Kur’ânî formüldür.

İmanda tevhit ilkesinin üçüncü ayağı Allah’ın fiillerinde tevhiddir. Allah’ın filleri yaratmak, oluşturup şekil vermek ve geliştirip değiştirmek (Haşr, 24) şeklinde özetlenebilir. Allah’tan başka yaratıcı, şekil verip değiştirici yoktur. (Fâtır, 3) Bütün olma ve oluşturmalar nihaî olarak O’nun iradesi ve yaratması ile gerçekleşmektedir.

Genel tevhit ilkesinin “imanda tevhit”ten sonra ikinci ana unsuru ibadette tevhiddir. İbadette tevhit yalnızca Allah’a ibadet etmekle gerçekleşir. Allah’tan başka hiçbir varlığı ibadete lâyık görmemek, ibadette tevhidin temelidir. Kur’an-ı Kerim’in Kâfirûn süresi bütünü ile ilkeyi öğretmektedir.

İbadetin hedefi birlik (tevhit) bilincini diri tutmaktır. Bu sebeple yapılan ibadet, bu hedefi gerçekleştirecek nitelikte olmalıdır. Bu noktada Kur’an’ın koyduğu ölçü “ihsan” (Allah’ı görür gibi ibadet etme) dır. İhsan derecesine yükselerek özünü Allah’a teslim edenler için korku ve üzüntü söz konusu olmayacaktır. (Bakara, 112)

Tevhit ilkesinin herhangi bir noktada ihlâl ve ihmal edilmesi, Kur’an’ın “büyük bir zulüm” diye nitelediği (Lokman, 13) şirk olgusunu ortaya çıkarır. “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” (Nisa, 36) ayeti hem şirki açıkça yasaklamakta, hem de her şeyin şirk aracı kılınabileceğine işaret etmektedir. “Denilebilir ki inanç tarihinde dikkati çeken inkâr değil, şirktir. İnsanlar geçmişte ve günümüzde büyük bir çoğunlukla (bir yoruma göre ittifakla) tanrının varlığı hususunda yanılmamış fakat, Allah’ın birliği ve kemal sıfatları konusunda-geçmişte daha çok bilgisizlikten, günümüzde ise iradesizlikten- doğru çizgiden ayrılmışlardır. Bu nedenle bütün peygamberler ümmetlerine tevhidi telkin etmeğe çalışmışlardır: “Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere; “Şüphesiz Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle ise yalnız Bana ibadet edin” diye vahyetmişizdir.” (Enbiya, 23) (Bekir Topaloğlu, Allah İnancı, İSAM Yayınları, İstanbul, 2006, s. 53)

Kur’an’ın tevhit inancını sağlama noktasında yaptığı bu genel çağrı duruma göre özele inmekte ve belli inanç kesimlerine doğrudan yönelmektedir. Bu konuda öncelikli muhataplar kitap ehli yani Yahudiler ve Hristiyanlardı.

Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm Hz. İbrahim’in bıraktığı dinî mirastan unsurlar barındırmakta, her üç din de tevhit temeli üzerine kurulmuş olduğu, söylemekte ve İbrahimî geleneğe bağlılık iddiasında bulunmaktadır. Ancak mevcut kutsal metinlerin ve dini pratiklerin de gösterdiği gibi, ilk iki din (Yahudilik ve Hristiyanlık) tevhit dini olma niteliklerini yitirmişlerdir. Kur’an’ın açık ifadeleri ile İslâm tevhit inancını temsil eden tek hak dindir. Bu niteliği ile Kur’an bu iki din mensuplarına şu çağrıyı yapmaktadır:
“De ki: Ey Kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâh edinmesin.” (Âl-i İmrân, 64)

Bu ilâhlaştırma işinin, Hristiyanların Hz. İsa’ya yaptıkları gibi doğrudan ve açıkça olması da şart değildir. Hayatın pratikleri sırasında sergilenen tutumlar da sonuç olarak aynı niteliği taşımaktadır. Hristiyan iken Müslüman olmuş olan Adiy b. Hâtem diyor ki: “…Rasûlullah’ın yanına vardığımda “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp hahamlarını, (Hristiyanlar) ise rahiplerini ve Meryem oğlu İsa’yı Rab edindiler…” (Tevbe, 31) ayetini okuyordu. ‘Ey Allah’ın Rasûlü, biz rahiplere tapmazdık’ dedim. Rasûlullah, ‘Onlar size bir şeyi haram veya helâl kılar, siz de onların dediklerine uymaz mıydınız?’ dedi. ‘Evet’ dedim. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü, ‘İşte bu onlara ibadet etmektir’ buyurdu.” (Taberi, Camiu’l-Beyan, I-XII, Üçüncü baskı, Dâru Kütübi’l-İlmî, Beyrut, 1420/1999, VI,354)

Tevhit inancı söz konusu olunca bazı tasavvuf erbabının benimsediği “vahdet-i vücut” anlayışına da değinmek gerekiyor. Vahdet-i vücut, Muhyiddin ibn Arabî tarafından sistemleştirilen bir varlık görüşüdür. Varlığın birliğini savunan vahdet-i vücut, Allah’ın varlığının zorunluluğu esası üzerine kurulmuştur ve “Lâ mevcûde illâ hû” (O’ndan başka varlık yoktur) formülü ile ifadeye konur. Benimseyenlerce tevhidin en yüksek makamı kabul edilen görüş bazı mutasavvıflara göre, “fenâ makamı”nda kalmanın ortaya çıkardığı bir yanılgıdır. Bazı İslâm bilginlerine göre ise bütün varlıkların tanrılaştırılması anlamını taşıdığı için şirktir. (Bak. Ahmet Özalp, “Vahdet-i Vücut” Şamil İslâm Ansiklopedisi) Bu konuda asırlardan beri yaşanmış olan münakaşalar günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Vahdet-i vücut öğretisi üzerinde yapılan münakaşaları dikkate almadan, Allah ile varlıklar arası ontolojik ilişki üzerinde şunları söylemek mümkün:

Allah ezelidir. Allah’tan başka her şey O’nun tarafından yaratılmıştır. Varlık dünyasının yokluktan gelen unsurları, değişime uğrama yolu ile sürekli bir yok oluşun konusu olmaktadır. “Mecazî” diye nitelenebilecek olan bu yok oluş kıyametle birlikte gerçekleşecek nihaî/asıl yok oluşun göstergesidir. Yunus Emre’nin ifadesi ile bu nitelikteki “varlık bir gölge”dir. Şu halde başlangıcı ve akıbeti yokluk olan varlıkların varlığı, Allah’ın mutlak varlığının yanında varlık sayılmaz. Onlar yokluğun bir sembolü olarak değerlendirilebilir. Bu bakış açısı ile gündeme getirilecek bir “Lâ mevcûde illâ hû”, yukarıdaki eleştirilerin hedefi olmaktan kendini koruyabilir.

Tevhit inancına sahip olmanın pratik göstergesi nedir? Bu inancın sözlü formülü olan“Lâ ilahe illallah” cümlesini (kelime-i tevhit) söylemek yeter mi? “İmanın yeri kalptir. İnancı dil ile ifade etmek sosyolojik bir gerekliliktir” ilkesi cevabın “hayır!” olduğunu söylüyor. Buna göre dil sadece bir vitrindir. Gazali’nin dediği gibi, “Sadece dilinle lâ ilahe illallah demen, sivrisinek kanadı ağırlığınca ve zerrece kıymete sahip değildir. Nasıl ki ateşi anmak dili yakmıyor, suyu anmak boğmuyor, ekmeği anmak doyurmuyor, kılıcı anmak kesmiyorsa, aynı şekilde kelime-i tevhidi de dil ile anmak kişiyi kötülükten korumaz.”

Kelime-i tevhidi inanarak söylemek onu insanlığa orijinal şekli ile yeniden sunan ve hayat bulmasını sağlayan Hz. Muhammed’e inanmayı da gerektirir. Bu sebeple “Muhammedün rasûlüllah” (Muhammed Allah’ın elçisidir) ilkesi de kelime-i tevhidin, “lâzım-i gayr-i müfârik”ı/ayrılmaz parçası konumundadır.

Tevhidin nihaî mutluluğu kazanmanın temel unsuru olduğunu Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle ifadeye koyuyor: “Kim ihlâsla ‘lâ ilâhe illallah’ derse cennete girer. Bu sözün ihlâsla söylendiğinin göstergesi, söyleyeni Allah’ın haram kıldığı şeylerden alıkoymasıdır.” (Taberânî, Süleyman b. Ahmed, el-Mecmû’ul-Kebir, I-XVII, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1405/1984, V,197) Burada yer alan, “Allah’ın haram kıldığı şeylerden uzak kalmak” söylemi, Kur’an’ın getirdiği diğer imanî hakikatlerin ve hükümlerin de tevhit kavramı içinde tutulmuş olduğunu gösterir.

Kur’an’ın, tevhit ilkesini öğretirken kullandığı kavramlardan biri de “Haniflik”tir. Haniflik kavramı Kur’an’da biri çoğul kalıbı ile (hunefâ) olmak üzere on bir yerde geçer. (Meselâ, Âl-i İmrân, 76; En’âm, 79; Nahl, 123; Nisa, 125; Yunus, 105)

Hanîf, sözlük anlamı ile “(doğruya/İslâm’a) meyletmek” demektir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim ve onun öğrettiği tevhit inancı etrafında şekillenen ifadelerde kullanılmıştır. Geçtiği yerlerdeki bağlamları dikkate alınacak olursa, kavramın tevhit anlamında kullanılmış olduğu görülür. Hanifliğe atıf yapan ayetlerin ortak mesajı şöyle özetlenebilir: “İbrahim Yahudi, Hristiyan ve müşrik değildi; tevhit inancına sahip bir Müslümandı.”

İslâm’ın temel niteliği olan tevhit/Allah’ı birleme inancının hayata yansıtılması kaçınılmaz bir gerekliliktir. İmanda gerçekleştirilen tevhit sosyal hayatta da birlik ve bütünlük şeklinde kendini göstermelidir. Ancak bu birlik ve bütünlük zihin planında ve dünya görüşü noktasında kemikleşmeye ve donuklaşmaya yol açacak bir tek tipliliğe dönüşmemelidir. “Birlik ve bütünlük, benim gibi düşünmek ve benim meşrebimde olmakla gerçekleşir” anlayışı, zorunlu olarak hoşgörüsüzlüğü ve dar alana sıkışmış bir dünya görüşünü ortaya çıkaracaktır.
Temel ilkelerin korunması şartı ile farklı görüşlerin ve düşüncelerin varlığı, tevhidî yönelişi güçlendirici bir role sahiptir.