Makale

Na't Edebiyatımız

Na’t Edebiyatımız
Vedat Ali Tok

Şiir, insanoğlu için vazgeçilmez bir sanattır. Şair, yüreğine sığmayan engin ve mistik duyguları, gönlündeki kıvılcımları, ölçülerle, kafiyelerle ilmek ilmek işleyip, başkaları ile paylaşma ihtiyacını duymuştur.
Büyük şairlerimizden Mevlana: “Şairlik, peygamberlikten bir cüzdür.” diyerek şaire insanlık namına, en büyük ve en ulvi vazifeyi yüklerken, Fuzuli de bu vazifelerin ilimsiz yapılamayacağı hükmüne varmıştır. Tarih boyunca şiir, çeşitli tariflerle bir kayıt altına alınmaya çalışılmışsa da tıpkı ağından kurtulan bir kuş gibi, yeni ufuklara doğru kanat çırpmıştır. Geçmişten günümüze doğru şiir serüvenini gerek muhteva gerekse şekil bakımından şöyle bir gözden geçirecek olursak, şiir sanatının gerçekten bir kayıt altına alınamadığını, hatta alınmaması gerektiğini rahatlıkla anlayabiliriz.
Bakınız şiir için nasıl tarifler yapılmış:
Divan edebiyatçıları: “Mevzun ve mukaffa sözdür.” diyerek şiiri kısaca ve vezinli ve kafiyeli sözler topluluğu olarak görmüşler.
Peyami Safa şiir için, “Bütün ruh hâllerinin toptan ifadesidir.” der.
Necip Fazıl: “Arı bal yapar, fakat balı izah edemez. Ağaçtan düşen elma da yer çekimi kanunundan habersizdir.” diyerek şairi, şiiri ve okuyucuyu bir muammanın içine sokar. Üstat daha sonra sanatı, Allah’ı aramanın yollarından biri olarak tarif edecektir.
Yahya Kemal halis şiiri bulma yollarını ararken kararını verir: “Mısraın ayakları yerden kopmazsa ve uçmazsa…” şiirden söz etmek mümkün değildir.
Görüldüğü gibi her sanatkâr, kendi dünyasındaki şiiri yakalayıp onu anlatmıştır.
Peki, şiir ve şair hakkında Kur’an-ı Kerim’de ne buyuruluyor bir de ona bakalım. Mesela Şuara suresinde (224, 225, 226, 227. ayetler) şu hükümler oldukça dikkat çekicidir: Şairlere gelince onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vâdide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Ancak iman edip iyi şeyler yapanlar, Allah’ı çok ananlar ve haksızlığa uğradıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler nereye döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.
Bilindiği gibi cahiliye dönemi Araplarında şiir, çok büyük itibar gören bir sanattı. Bu yüzden pazarlara, panayırlara bile çıkabilen bir meta durumuna gelmiştir. Kabileler arasında sık sık şiir yarışmaları düzenlenir, kıyasıya mücadeleler olurmuş. Bu mücadelelerde gâlip gelen şiirler Mekke’de Kâbe duvarına asılırmış. Bu şiirlere “muallaka” adı verilmiş olup bunların en güzelleri de “Yedi Muallaka” adı ile anılmıştır. Arap şairlerinin o zamanki şiirlerinde kuvvetli bir ahenk ve belagat olmasına rağmen konuları bakımından, sadece kadın güzelliği, içki gibi konular müstehcen bir dille kaleme alındığı için, sonradan pek hoş karşılanmamıştır. Nitekim bu çok ustaca yazılmış şiirler Kur’an-ı Kerim’in nüzulünden sonra yerle bir edilmiştir; çünkü Kur’an-ı Kerim’deki ilahî kelam ve ifadelerdeki ahenk birçok şairin şiir yazmaktan vazgeçmesine sebep olmuştur. İslam güneşinin doğuşundan sonra Müslüman olan şairler, artık bu yeni dinin ışığında sözler söyleyip, cahiliye dönemine ait imajlarını terk etmişlerdir.
“Kaside-i Bürde” Hz. Muhammed (s.a.s.)’i metheden meşhur bir şiirdir. Hz. Muhammed (s.a.s.), şiirini dinledikten sonra, şair Ka’b b. Züheyr’e hırkasını hediye etmiştir. Enes b. Malik şöyle bir hadise naklediyor: Rasulüllah (s.a.s.) Mekke’ye giderken, deve ile önlerinden giden İbn Revaha’nın beyitler okuduğunu duyan Hz. Ömer “Ya İbn Revaha! Sen Rasulüllah’ın önünde şiir mi okuyorsun!” diye hiddetlenir. Müşrikleri kızdıracak mahiyette şiir okuduğunu duyan Rasulüllah (s.a.s.): “İbn Revaha’ya dokunma ya Ömer! O beyitler kâfirlere atılan oklardan daha tesirlidir.” diyerek Hz. Ömer’i ikaz eder.
İslam tarihine baktığımız zaman şunu anlıyoruz ki şiir, yüklendiği misyona göre ya övülmüş yahut zemmedilmiştir. Yani İslam’a ve insanlığa zarar vermeyen şiir yasak edilmemiştir, diyebiliriz.
Cahiliye döneminden sonra Müslümanlar arasında şiir, ayrı bir güzellik ve değer kazanmıştır. Bu, biraz da Hz. Muhammed (s.a.s.)’in şairlere gösterdiği hoşgörü neticesinde olmuştur. Bu yüzden Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında peygamberimizi övücü şiirler, yani naatlar, yazılmıştır. Övme, methetme anlamında olan naat kelimesi edebiyatımızda daha çok Hz. Muhammed (s.a.s.) için yazılan, onun doğumu, vasıfları, peygamberliği, mucizeleri, miracı, hicreti ile ilgili şiirlerin genel ismi olmuştur.
Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra Müslüman Türk şairler de diğer Müslüman milletlerin şairleri ile boy ölçüşecek dereceye gelmiştir. Hatta denilebilir ki Divan şairleri Hz. Muhammed (s.a.s.) ile ilgili şiirlerinde, daha içten, daha samimi, daha lirik ifadeler kullanmışlar. İşte bu sebeple asırlarca en okumamış kesimlerde bile mevlitlerden beyitler duyulur; Hz. Muhammed (s.a.s.) ile ilgili duygu yüklü mısralar, makamlarla söylenir. Mukaddes gecelerde, düğünlerde, cenazelerde, mevlit tegannilerinde âdeta şiirle Hz. Muhammed (s.a.s.) özdeşleştirilir, mübarek yaşantıları manzum olarak dile getirilir.
Divan şairleri, şiirlerini topladıkları kitaplarını düzenlerden, Allah’ın birliğini tasdik ve O’na yalvarıştan sonraki bölümü Kâinatın Efendisi’ne ayırmışlar; bu, klasik bir kural olarak asırlarca devam edegelmiştir.
Türk edebiyatında Hz. Muhammed (s.a.s.) için sayısız şiirler yazılmıştır. Divan edebiyatında Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında yazılan naatlarda onun doğumu, hayatı, peygamberliği, peygamberlikte çektiği sıkıntılar, miracı, mucizeleri gibi konular işlenmiştir.
Edebiyatımızın yönünü Batı’ya çevirdiği dönemden itibaren, belki de o zaman kadar bir değer ifade eden birçok konu gibi, naat türünde yazılan şiirlerde de dikkat çekici bir azalma gözlenir. Fakat bu dönem uzun sürmeyecektir. Divan şairlerinin divanlarını tertip ederken bir bakıma mecburen yazdıkları naatlara karşılık, yeni edebiyatta gönüllü naat şairleri birçok divan şairinden daha samimi ve güzel şiirleri ile bu geleneği sürdürmüşlerdir. Nitekim bugün bir, Ali Ulvi Kurucu’nun, Ârif Nihat Asya’nın, Necip Fazıl’ın, Nurullah Genç’in naat türündeki eserleri Türk edebiyatındaki yerini çoktan almıştır.