Makale

Kibirlenme ey nefsim senden büyük Allah var

Kibirlenme ey nefsim senden büyük Allah var

Dr. Ülfet Görgülü
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

Hikâye Karadeniz’in köylerinden birinde geçiyor. Köylüyle köyün Hacıağasının arası bir meseleden dolayı açılıyor. Köylüye kızan ağa içinden köyün suyunun geçtiği tarlasını kapatıyor, suyu kesiyor. Zaman geçiyor, köylü susuzluktan kırılmaya, ekinler kurumaya başlıyor. Ağa yalvar yakardan, rica minnetten anlamıyor. Bir türlü inadından dönmüyor. Sonunda köylü civar köylerden birinde ikamet eden ve yörenin en sevilen sayılan şahsiyetlerinden biri olan Hoca Efendi’ye müracaat edip meselenin hâlli için aracılık etmesini istemeye karar veriyor. Bunun için birkaç kişilik bir heyet komşu köye gönderiliyor. Hoca Efendi misafirlerine sofralar kurduruyor. Kendisi de bir köşeye çekilip elindeki kâğıda bir şeyler karalıyor. Misafirleri uğurlarken zarfı uzatıyor ve selamıyla birlikte ağaya ulaştırmalarını istiyor. Heyet ümitle tekrar köylerinin yolunu tutuyor. Köylü merakla gelenleri karşılıyor. Emanet zarf bir şekilde ağaya ulaştırılıyor. Zarfı açıp pusulayı okuyan ağanın yüzü kızarıyor, çehresi değişiyor, gözlerinden dökülen yaşlarla köylüye haber salıyor. Suyun geçtiği araziyi köyün hizmetine vakfettiğini bildiriyor. Ağanın kalbini yumuşatan, kibir ve kininden dönmesine sebep olan o pusulada ne yazıyordu dersiniz?
“Söyleyin şol hacıya ki, eylesin Hak’tan hayâ
Bir sinekle gitti Nemrut, Firavun gark oldu suya
Zannederdi ol lainler hükümran olmuş güya
Sonra düştü yüzü üzre, canı ateşte doya”
Kerim Kitabımız bize kibrin şeytanın vasfı olduğunu hatırlatıyor. (A’raf, 8/12.) Firavun hastalığı olduğunu haber veriyor. (Şuara, 26/29; Kasas, 28/38.) Tekebbürle imanın bir arada bulunamayacağının örneklerinden bahsediyor. (Lokman, 31/7; A’raf, 8/146.) İlahî ikaz hepimizi silkeliyor: “Elhakümü’t-tekasür!” Tekasür’ün makam, mevki, servet, şöhret, şehvet vb. her türlü kadim şekli ve modern biçimleriyle tezahürü oyalayıcı, aldatıcı, yıkıcı, mahvedici, dü cihan saadetini yok edicidir. Bu yüzdendir ki irfan ehlince bunlar maneviyatın kanseri olarak nitelendirilmiştir. Maalesef insanoğlu bu hastalığa çoğu kere yenik düşüyor.
Vücudun bir bölgesinde kontrolsüz ve anormal bir şekilde çoğalan hücreler tüm vücudu etkileyip sağlığı bozuyor, hayatı tehdit ediyor. Allah’ın lütuf ve ikramı olan bilgi, servet, mevki, makam çokluğu ya da üstünlüğünü halka ve Hakk’a hizmetin bir vesilesi olarak görmek yerine kişisel komplekslerini tatmin ve bir enaniyet aracı olarak algılayanların elinde bu nimetler kontrolsüz bir güç hâline gelebiliyor ve bu kimseler kendilerine en büyük zararı yine kendileri vermiş oluyorlar. Hâlbuki Rabbimiz; “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” (Bakara, 2/195.) buyurmuyor mu? İnsanoğlu nefsinden daha büyük ve tehlikeli düşmanı olmadığını bir görebilse!
“Sen kiminle konuştuğunu sanıyorsun. Ben kimim biliyor musun?” tarzı büyüklenmelere ayet ile kısa ve öz cevap veriliyor: “İnsan görmüyor mu ki, biz onu nutfeden (sudan) yarattık. Bir de bakıyorsun ki, açıkça isyan ediyor.” (Yasin, 36/77.) Rabbimiz, Kur’an’ı bir dağa indirmiş olsaydı, dağın Allah korkusundan başını eğip paramparça olacağını haber vererek, düşünen kullarının ibret almaları için bunun bir misal olduğunu söylüyor. (Haşr, 59/21.) Dağları yerle bir edecek tesirde olan bu ilahi kitabın muhatabı olan insanın benlik, kibir, gurur dağları ne zaman yıkılacak acaba?
“Kibriya benim ridam, azamet ise benim izarımdır. Kim bu iki özellikte benimle çekişirse ona azap ederim.” (Ebu Davud, Libas, 26; İbn Mace, Zühd, 16.) buyuran Yüce Rabbimiz kulun kendine gelmesi, verilenlerin sarhoşluğuna kapılmaması, şımarıp haddi aşmaması için sarsıcı uyarıda bulunuyor.
Kerim Kitabımızda mülkün insanı nasıl bir kendini beğenmişliğe sürüklediği ve böyle bir kibrin insana nasıl bir son hazırladığı ile ilgili çarpıcı örneklere yer veriliyor. (Kehf, 18/32-43; Kasas, 28/76-82.) Oysa mülkün tamamı Allah’ındır. (Al-i İmran, 3/189.) İnsan, varlığın gerçek sahibi değildir. Sadece Allah’ın emaneti olarak geçici bir süre elinde bulundurmakta ve bu mülk/servet insan için imtihan sebebi kılınmaktadır. Rızkı genişleten de daraltan da Allah’tır. “(Rasulüm) de ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.” (Al-i İmran, 3/26.)
Sahip olduklarıyla kendini güçlü zanneden ve dünyevileşme zaafıyla şirk günahını irtikap eden kimselere civarda; “Söyleyin şol kişiye ki” diye başlayan bir ültimatom çekebilecek, aklıselime davet edecek, insaf ve vicdanı harekete geçirecek ehliyette ilim ve irfan ehline duyulan ihtiyaç gün geçtikçe artmakta. Bir zamanlar cihan imparatorlarına hiç çekinmeden; “Gururlanma padişahım senden büyük Allah var!” diyebilen zevatın ahfadı bugün hangi kuytu köşelerde acaba?
Hâlini arz etmek için huzuruna gelen ve korkuyla titreyenlerin elinden tutup “Korkma ben güneşte kurutulmuş et yiyen kadının oğluyum.” (İbn Mace, Et’ime, 30.) diyerek muhatabını rahatlatan, ötekileştirmeyen, mütevazı tavır ve davranışlarıyla gönüller fetheden Yüce Rasulümüzün bu ahlakını ne zaman içselleştireceğiz? Fetih günü Mekke’ye, savaşmadan zafer kazanmış bir komutan olarak fakat alnı devesinin hörgücüne değecek kadar iki büklüm vaziyette, dilinden “Sübhanekellahümme ve bihamdik estağfiruke ve etübü ileyk” yakarışları dökülerek giren Kutlu Nebi’nin tenezzülü bizim muhitimize ne zaman uğrayacak?
Bilgi hikmetle süslenirse, mevki dua kazanma ve gönül almanın bir vesilesi kılınabilirse, servet ahiret yatırımına dönüştürülebilirse hem sahibine hem çevresindekilere ne güzel kazanç kapısı olur. İnsan nefsini dinleyip de sahip olduğu maddi imkânları kibir ve gurur vesilesi yaparak dünya ve ahiretini mahvetmek yerine, Rabbini dinleyip bunları Allah’ın rızası yönünde kullanma erdemini gösterebilse dünyası da ukbası da mamur olur ve cenneti ancak böyle kazanabilir: “Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır.” (Tevbe, 9/111.)
Velhasıl ilahî ve nebevi uyarıların ışığında kendi elimizle kendi yakamızı tutma ve “Kibirlenme ey nefsim senden büyük Allah var!” deme vakti daha gelmedi mi?