Makale

Geç kalmış bir mektup

Geç kalmış bir mektup

Niyazi Ercan

Sevgili anneciğim,
Bu satırları beni artık tanıyamadığın gün sana yazmaya karar verdim. Elime kalemi aldım, sana dair bir şeyler yazmak istedim. Biliyorum sen bunu okuyamayacaksın, bilemeyeceksin, okunduğunu da göremeyeceksin belki, ama olsun, senin yerine duygularımı paylaştığım insanlar okuyacak. Bu satırları yazarken ellerimin titremesini, gözlerimin dolmasını, kalp atışlarımın hızlanmasını engelleyemiyorum. Eğer sen gidersen, sadece sana sevgimi değil, sensizliğe alışamadığımı da bilmeni isterim. Bir insanın nasıl vefat ettiği ve edeceği değil, nasıl bir ömür sürdüğü ve yaşadığıdır önemli olan. Sen güzel yaşadın benim güzel annem. Zor geliyor ölüm, zor geliyor sensizlik, herkes annesinin “anneler günü”nü kutlarken, senin gününü kutlayamamak, ellerini öpememek, hep birlikte gülüp eğlenememek zor gelecek bundan sonra. Zor gelecek, her akşam eve geldiğimde yattığın yatakta seni görememek. Zor gelecek, yaptığın yemekleri tadamamak, zor gelecek yataktan bana bakıp senin “Neredesin uşak? Tavuklarıma baktınız mı, yemini suyunu verdiniz mi?” dediğini duyamamak. Zor gelecek, daha nice şeyler zor gelecek! Ama hayat buna da alıştıracak bizi, yokluğuna, yokluğa alışarak devam edecek hayatımız.
Benim güzel anneciğim,
Şimdi bu yazıyı okuyanlara seni anlatmak istiyorum. Öyle bir anneden bahsetmek istiyorum ki, bu anne ömrü boyunca hiç doğum yapmamış. Kendi doğurduğu çocuğu bağrına basmamış, onu öpüp koklamamış, bu anlamda annelik duygusunu hiç tatmamış bir anne. Ancak kendi doğurmadığı hâlde üç evlat büyütmüş, onları kendi çocuğu gibi bağrına basmış, annelik özlemini onlarla tatmin etmiş. Bununla da kalmamış, aile yakınlarından onlarca kişiye, hatta uzak akraba ve komşu çocuklarına yardım etmiş bir anne. Şu an 90 küsur yaşında bir anne. Öyle bir anne ki yüzündeki çizgilerden şimdiye kadar çektiği çilelerin okunduğu, kocasını çocuğu olmadığı için başka bir hanımla paylaşıp onunla bir ömür yaşamış bir Anadolu kadını!
Annem, anneciğim,
Bizleri büyüten, hastayken başucumuzdan ayrılmayan, sabahları sıcak sütümüzü içiren, namaz kılarken ağlamasın diye bir kolunda beni tutup diğer kolunu göğsüne bağlayan, geç kalınca yollarımızı gözleyen, ben onun annem olduğunu bilmeden o sıcaklığıyla bunu hissettiren, derdimle dertlenen annem, anneciğim... Her gün seher vakti bizleri uyandırmaya kıyamadığın için usulca kalkar, namazını kılar, uzun uzun dua ederdin. Ben de kalkar sana bakar namaza dururdum, bu şekilde namazı senden öğrenmiştim. Şimdi bana deseler ki, hayatının en acı dönemi neydi, sanırım bugünleri söylerdim. Çünkü bu anne bugün bu yaşananların hiçbirisini hatırlamıyor. Beni bile tanımayan, kim olduğumu bilmeyen, dünyaya boş boş bakan gözler. Bu gözler değil miydi bizleri koruyup kollayan, her şeyden sakınan? Bu gözler değil miydi bizi her gördüğünde parlayan? Ne oldu da söndü? Şimdi uyuyorsun melekler gibi. Sanki bir daha uyanmayacak gibi; teslim olmuşsun yüce Yaratıcı’ya. Her an uçmayı bekleyen, ak güvercin gibi ürkek, çekingen bir hâlde odandaki pencerenin kenarında bulunan yatağında uyuyorsun derin ve sessiz. Bekliyorum başucunda, bir daha bakar mısın bana diye. Bakışına, merhametli ve koruyucu bakışına ne kadar muhtaç olduğumu bilemezsin anne. Beni ıpıssız bırakıp gidiyorsun. Gidiyorsun işte anne...
Bazen bana ne oldu, ben neredeyim diyen annem. Belki de ömrünün şu son günlerinde nerede olduğunu bilmeden, sevdiklerini hatırlamadan, onlara sarılıp kucaklamadan, bu dünyadan göçüp gidecek olan annem. Sen beni doğurmadın, ama doğursaydın daha öz olur muydun bilmiyorum anne.
Geçen akşam yaşadığım hüznü ömrüm oldukça unutamam. Hanım, bu adamı tanıdın mı, diye sordu.
Annem yüzüme baktı ve tanıyamadım, dedi.
Hanım, nasıl tanımazsın anne, bak biz onun evinde kalıyoruz, insan tanımaz mı, dedi. Tekrar yüzüme baktı ve tanımadım, dedi.
Ben de, bak ben sana anne diyorum, demek ki tanıman gerekiyor beni, dedim. Yüzüme bakıp hafifçe gülümsedin, gözlerinde beni tanıyamamanın çaresizliği, hüznü ve mahcubiyeti vardı. Anneler her şeyi görmese bile kalpleriyle duyarlar. O an bu söylediklerime çok pişman oldum. Gözlerindeki hüzün ve akmak isteyen iki damla yaş bunları anlatıyordu annem. Sarıldım, üzülme anne, beni affet, sen beni tanımasan da ben seni tanıyorum ve hiç unutmayacağım, dedim.
Yaşlı bir adam bisikletiyle hastanede yatan eşinin yanına giderken kaza geçirir. Etraftakiler ona yardımcı olmak için seferber olurlar, ama o bunları geri çevirir ve acelesi olduğunu anlatır. Orada bulunanlar merak ederler, niye acelesi olduğunu sorarlar. Eşinin hastanede yattığını, alzheimer hastası olduğunu ve ona yetişmesi gerektiğini söyler. Etraftakiler, tamam nasılsa seni tanımıyor, acele etmene gerek yok, yaralarını saralım, derler. Razı olmaz, evet o beni tanımıyor, ama ben onu tanıyorum, der. Allah bizleri anamızı babamızı unutmayan kullarından eylesin. (Âmin!) Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de “Rabbin, ondan başkasına kulluk etmememizi ve anne-babaya iyilikle davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara ’öf’ bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle.” (İsra, 17/23.) Bu ayet anne ve babaya verilen önemin ne kadar kutsal olduğunu anlatmıştır. Peygamber Efendimiz’in, “Cennet anaların ayakları altındadır.” hadis-i şerifiyle annelere verilmesi gereken önemi vurgulamıştır. Bizlere düşen bu ilahî emre uygun olarak anne ve babamıza elimizden gelen özeni gösterip onları hoşnut etmektir. Onları hoşnut edelim ki Allah ve Peygamberi de hoşnut olsun. Bana, okuduğum kitapların en güzelinin hangisi olduğunu sorarsanız annemdir, derim.
Etrafındaki herkese hayat sunan o masum ve güzel gözlerindeki ışıltı her gün biraz daha azalıyor ve kayboluyordu. En son bana derin bakışlarınla “Yakında öleceğim, sizlerden ayrılacağım. Eşine ve çocuklarına iyi bak. Şımarma ve şaşırma; onlara karşı da sabrı ve şefkati elden bırakma, doğru ol." diyordun ve yine görevini elden bırakmıyordun. Ben şahidim, sen annelik görevini en iyi şekilde yerine getirdin. Ayaklarının altı cennet kokulu annem, ben şahidim.