Makale

Çok Uluslu Osmanlı Devlet Tecrübesinin Çok Din ve kültürlü Avrupa Birliğine katkısı

Çok Uluslu Osmanlı Devlet Tecrübesinin Çok Din ve Kültürlü Avrupa Birliği’ne Katkısı

Ömer YILMAZ*

Özet:

Çalışmamızda çok din ve kültürlü Osmanlı Devleti tecrübesinin Avrupa Birliği’ne katkısı üze­rinde durulacaktır.

Ülkemizin Avrupa Birliği’ne girme gayretleri devam etmektedir. Bununla birlikte esas soru, Müslüman bir ülkenin adı geçen birliğe üye olup olamayacağında yatmaktadır. Avrupa’nın artık çok kültürlülüğe doğru gittiği bir vakıadır. Halbuki Osmanlı bu tecrübeyi Avrupa Birliği’nden çok önce kazanmıştı.

Bu çalışmamızda, Osmanlı toplumunu din, etnik ve mezhep yapı açısından analiz edece­ğiz. Daha sonra barışı temin edecek belli başlı bazı prensiplere değinilecek ve bu aşamada Tür­kiye’nin Batı ile olan ortak noktalarına bakılacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Batılılaşma gayretle­ri ile Avrupa Birliği’ne üye olma hadisesine temas edilip, Türkiye’nin Birliğe getireceği kazanım­lar üzerinde durulacaktır.

Anahtar Kelimeler: Din, Hoşgörü, Adalet, Batılılaşma

Abstract:

Contribution of the Ottoman State’s Experiences to the European Onion which had Heterogeneous Structure.

Turkey’s challenges have being continued through European Union. However the question is whether a Muslim country be a member. In fact, The Europe is going to a diverse structure al­ready. The Ottomans already had an experience before this tendency of The EU. Some of the countries that became or will become member of The EU, lived under the rule of Ottomans long time ago.

At the beginning, we will look into the structure of religion, ethnic and sect in The Ottoman society. Later, we will touch the principles that set up peace and compare The West and Turkey’s mutual points in this respect. We will also focus on westernization of Turkish Republic at the sa­me time, in the case of Turkey’s be a member, and look into the benefits that what brings to the Union.

Key words: Religion, Tolerance, Justice, Westernization.

GİRİŞ

Ülkemizin son yıllarda üzerinde özenle durduğu konulardan biri, Avrupa Birliği’ne (AB) tam üye olma girişimleridir. Buna bağlı olarak, bir taraftan mev­zuatımızda gerekli uyum çalışmaları yapılmakta, diğer taraftan akademik ve sivil toplum örgütleri toplantılar düzenleyerek AB’ni tanıtmaktadırlar.

Biz de bu makalemizde Avrupa Birliğinin siyasi oluşuma doğru gittiği şu günlerde tartışılan “çok din ve kültürlülük” kavramına açıklık getirmeye çalışa­cağız. Alınacak yeni üyelerin geçmişte Osmanlı geleneğinin bir parçası olmaları gerçeğinden hareketle, devletin onlara davranış tarzına değinilecek, bununla bağ­lantılı olarak Türkiye’nin adaylığı söz konusu olduğunda ileri sürülen “din” fak­törüne atıfta bulunulacaktır. Zira Osmanlıdan sonra tarih ikinci kez, böylesine ge­niş kapsamlı farklı din ve kültürler birlikteliğine gidecek yolun AB ile şekillen­mesine tanık olacaktır. Toplumların daima birbirinden etkilendiği göz önüne alın­dığında, böyle bir yapının teşekkülüne Osmanlı devlet tecrübesinin katkı sağla­yıp sağlayamayacağı üzerinde durulacaktır. Bunları yaparken öncelikle iki şeye dikkat etmemiz gerekecektir. Bunlardan biri tarihimiz olması nedeniyle Osmanlı geleneği, diğeri ise mensup olduğumuz İslam dinidir. Din faktörü önemlidir, çün­kü din, günümüzde devletlerarası diplomaside halen etkinliğini sürdürmekte, son elli yıldan beri “toplumlar birlikteliği” diyebileceğimiz Avrupa Birliği’ne girişte bir ülkenin (Türkiye) kabul edilip edilmemesinde etkin bir rol oynamaktadır. Hat­ta din, AB ülkelerinin kendi içinde ileride yapacakları Anayasaya konup konma­masında dahi ciddi tartışmalara neden olabilmektedir.

Avrupa Birliği, istese de istemese de, artık çok din ve kültürlü bir yapıya doğru gitmektedir. Her ne kadar üye ülkelerin hakim kültürü Hıristiyanlık ağır­lıklı olsa da, bu ülkelerde bugün yadsınamayacak derecede farklı dinlerin bir va­kıa olduğu kabullenilmektedir. Durum böyle olunca, bu farklı yapıdaki insanları bir arada kavgasız yaşatmanın modelleri üzerinde durulmakta ve bu konuda pro­jeler üretilmektedir. Halbuki Türkler, beraber yaşama geleneğini, modem Avru­pa’dan asırlar önce tatbik etmiş, çok sayıda coğrafya, dil, din ve kültür sahipleri­ni bir arada barış içinde yaşatmasını başarabilmiştir.

Makalemiz bir giriş ve iki bölümden oluşacaktır. Birinci bölümde OsmanlI­lar sosyal yapı açısından genel bir analize tabi tutulacaktır. “Osmanlı Toplum Ya­pısı” adını taşıyacak bu bölümde ana hatlarıyla coğrafi, etnik, dini ve idari yöne temas edilecektir. Ayrıca burada devletin uyguladığı ve çoğulculuğa temel oluş­turan bazı kavramlara değinilecektir. Bu kavramlar, “Millet Sistemi, Adalet ve Hoşgörü (Tolerans)” olacaktır. Bununla bağlantılı olarak yeri geldikçe bu kav­ramlar anlatılırken, milletimizin sergilediği tavırlar, gerek yerli gerekse yabancı ilim ve din adamlarının verdiği örneklerle daha somut hale getirilecektir.

İkinci bölümde Osmanlı ve Avrupa Birliği ele alınacak, burada Osmanlı ve Avrupa medeniyetlerinin ortak noktalarına değinilecek ve Avrupa Birliği girişim­lerine göz atılacaktır. Aslmda üzerinde araştırma gereği duyduğumuz Osmanlı toplumunun siyasi, iktisadi, edebi, kültürel vb. pek çok yönlerden ele alınması gerekmektedir. Ancak bu kadar kapsamlı bir konunun tek bir makale çerçevesin­de ele alınması imkansızdır. Bu sebeple sadece Osmanlının sosyal yapısı çalışma­mızın alanı içinde olacak, diğerlerine ise belki yeri geldikçe çok kısa değinilecek­tir.

  • OSMANLI TOPLUM YAPISI

1-Genel ve Coğrafi Durum

Bilindiği gibi Osmanlı beyliği, XIII. Yüzyıl sonlarında Batı Anadolu’nun küçük bir kasabası olan Söğüt’te Oğuzların Kınık boyuna mensup Türkler tara­fından 1299’da kurulmuştur.1 Anadolu Selçuklularının zayıflayıp siyasi etkinlik­lerini yitirdiği bir dönemde, bu topraklar üzerinde küçük beyliklerin tesis edildi­ği görülmektedir. Aynı tarihlerde sadece Selçuklular değil, Bizans da gücünü za­yıflatmış, Anadolu ve Balkanlardaki otoritesini yitirmeye başlamıştır. Batı Ana­dolu’ya yerleşen Osmanlılar, yeni yurtlarının güvenliğini sağladıktan sonra fırsa­tı değerlendirerek hem Rumeli, hem de Anadolu’da yeni yayılma alanları elde et­miş, Rumeli’de Hıristiyan komşulardan, Anadolu’da ise Türk beyliklerinden top­rak alarak sınırlarım genişletmişlerdi.2

Küçük bir aşiret olarak başlayan Osmanlı, bir-iki asır içinde Balkanlar, Ana­dolu, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerinden; Türk, Yunan, Sırp, Bulgar, Ro­men, Ermeni, Arap gibi uluslardan; Müslüman, Ortodoks, Katolik, Yahudi gibi cemaatlerden; şehirli, köylü, ovalı ve dağlı gibi kesimlerden oluşan bir cihan dev­letine yükselmiştir. Böylesine farklı coğrafi, etnik, dini ve sosyal bir yapıyı ada­let ilkeleri ışığında, her farklı gurubun kendisiyle barışık, buna mukabil başkala­rıyla ahenk içinde yaşayabilmesi ve toplumun yararına olan genel menfaate kat­kıda bulunması hedeflenmiş ve bunda da uzun müddet başarılı olunmuştur. Os­manlı’nın böylesine renkli bir toplumu “devlete sadakat” ve “hükümete itaat” prensipleriyle donattığı görülmektedir.

2- Etnik, Din ve Mezhep Yapısı

Bugünkü Birleşmiş Milletler Teşkilatına bağlı yaklaşık kırk devlette yaşa­yan yirmiye yakın etnik grup, Osmanlı idaresi altında asırlarca yaşamıştır. Bu et­nik yapının belli başlıları arasında Türk, Rum, Bulgar, Sırp, Hırvat, Karadağlı, Boşnak, Pomak, Arnavut, Çingene, Romen, Macar, Ermeni, Gürcü, Süryani, Arap, Kıptî ve Habeşlileri görmek mümkündür.

Osmanlı toplumunda hakim grup (millet-i hâkime) Müslüman olmakla be­raber, sosyal yapı ırka dayanmadığından, toplumda başka din ve mezhep münte- sipleri de bulunmuştur. “Millet sistemi”ni benimseyen Osmanlıda, İslam’dan başka Hıristiyanlık ve Musevilik ile bu dinlere bağlı mezhepler yer almıştır. İs­lam’ın Sünni ve Şii; Hıristiyanlığın Ortodoks ve Katolik, Yahudiliğin ise Rabba­ni, Karaî ve Samiri mezhepleri bunlardandır.3

Ömer Lütfü Barkan’ın Kanuni Sultan Süleyman dönemine (1520-1566) ait naklettiği bir nüfus istatistiğine göre; ülke nüfusu yaklaşık 12 milyon olarak gös­terilmiş, bunun % 58’i Müslüman, % 41’i Hıristiyan, % 054’ü ise Yahudi olarak verilmiş ve üç asır sonra da bu oranın büyük ölçüde değişmediği görülmüştür.4 Zaman itibariyle konumuzun kapsamı dışında olsa da, bir fikir vermesi amacıyla 1831 yılındaki Osmanlı nüfusuna baktığımızda; Rumeli’de yaşayan halkın yak­laşık % 38’i Müslüman, % 60’ı Hıristiyan; Anadolu’da ise % 83’ü Müslüman, %15’i ise Hıristiyan’dır.5

3- îdârî Yapı

Bir ülkede millî bütünleşmeyi sağlamak için genelde iki türlü kamu politi­kasından söz edilmektedir. Bunlardan biri, farklı din ve kültürlere sahip insanla­rı millî kültür potası içinde eritmek, yani asimile etmek, bir diğeri ise; farklı g- ruplar arasında kendi kimliklerini muhafaza ile beraber aynı amaç için çalışmayı da ihtiva eden ve karşılıklı saygının esas olduğu birlik şuurunu geliştirmektir.6

Osmanlı’nın tercih ettiği sistem İkincisidir. Dikkat edilirse asırlar önce yapılan bu uygulama, modem dünyanın henüz yeni dillendirmeye çalıştığı ve insan hakları kategorisinden saydığı temel prensiplerle ne derece benzerlik gösterdiği ve onlar­la uyum arz ettiği görülecektir.

Osmanlı idaresi, biri saltanat beratı ile padişahın kendilerine yetki ver­diği şahıslardan oluşan ve “yönetenler” diye bilinen zümre, diğeri ise çeşitli din ve soylara mensup ve adına “yönetilenler” denilen iki sınıftan oluşmak­taydı. Yönetenler kendi aralarında bir analize daha tabi tutulursa, bunların seyfiye (askeriye), saray halkı, ilmiye ve kalemiye denilen dört ana guruptan oluştuğu görülecektir.7 Reaya denilen halk ise herhangi bir ayrıma tabi tutul­maksızın geçimini tarım, ticaret, sanayi ve diğer sektörlerden kazanan şahıs­lardan oluşmaktadır. Burada, yöneten ile yönetilen arasında, sosyo-ekono- mik yönden Hint kast sistemine benzer bir ayrımın bulunmadığı vurgulan­malıdır. Üstelik, kaabiliyet ve çalışmayla kendini ispatlayanlar bu iki grup arasında geçiş yapabilmişlerdir.

Osmanlı toplum yapısını kısaca bu şekilde inceledikten sonra şimdi de bu devletin uyguladığı çoğulculuk anlayışının ana hatlarına değinmek istiyo­ruz.

B- OSMANLI ÇOĞULCULUK ANLAYIŞININ TEMEL İLKELERİ

Türklerin 1071 yılında Anadolu topraklarına girmeden önce, burada yaşa­yan insanların mutlu olduğunu söylemek mümkün değildir. Çok sayıda medeni­yetlere ev sahipliği yapmış, muhtelif din ve kültür sahibi idarelerle yönetilmiş Anadolu’nun bu asırdaki genel durumu ya Bizans zulmünden bunalan veya İran baskısından usanan insanlarla doludur. Anadolu’ya gelen Türk idaresi, bu durum­da bulunan topluma ne katliam yapmış, ne insanları köleleştirmiş, ne de kültürel ve dini bir baskıya maruz bırakmıştır. Osmanlı, yönetmeye çalıştığı zümrelerle önce anlaşma ve uzlaşma yolunu seçmiş, ancak bu mümkün olmadığı takdirde sa­vaşmıştır.8

Bunca farklı etnik, din ve kültür sahiplerini bir arada yaşatmayı, o devletin uyguladığı sıkı disiplin politikası ile açıklamak doğru değildir. O halde buradaki incelik iyi kavranmalıdır. Osmanlı, despotizmi değil, bazı evrensel ilke ve sistem­leri uygulayarak başarılı olmuştur. Bu değerler Türk-İslam kültürünün değişmez parçalandır. Buna göre öncelikle otoriteyi temsil eden devletin yönetim anlayışı “millet sistemi”ne bakmak istiyoruz.

1- Millet(ler) Sistemi

Aslı Arapça olan “millet” kelimesi bu dilde “din” manasına gelmektedir. İs­lam’ın ana kaynağı Kur’an9, bu kelimeyi hep din anlamında kullanmıştır. Ku- ran’ın Türkçe meallerinin nerede ise hepsi buna uyarak millet kelimesini din ola­rak tercüme etmiştir.10 Buna göre millet, bir dine bağlı topluluğun daha çok “dini geleneği”ni belirtmektedir. Aslında Osmanlı döneminde de bu kelime genelde “din” anlamına kullanılmıştır. Nitekim 1876 Kanun-i Esasi’de (Anayasa) de ay­nen kullanıldığını görmekteyiz." Şemseddin Sami de Kamus-i Türkî’sinde din ve milleti aynı anlamda kullanmıştır.12

Buna göre OsmanlIlarda, kendi içinde uyumlu toplum yapısı ırklara değil, millet (din) esasma dayalıdır. Başka bir deyişle, Osmanlı coğrafyasında ırklar de­ğil, dinlere bağlı “milletler” ön plandadır. Böylece idari yapı onlarca ırk yerine, din bazında üç ana gruba, yani Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudilere indir­geyerek yönetim ve huzurun sağlanmasını kolaylaştırmıştır.

OsmanlIların yükseliş döneminde, Avrupa’da böylesine çok uluslu ve çok dinli bir yapıyı bünyesinde barındıran bir devlet nerede ise yoktur. O zamanki OsmanlIlarda hakim unsur olan Türkler, toplumun ancak 3/1’ini oluşturmuşlar­dır.13 Bu sistemde Müslümanlar egemen millet, ancak diğer milletler de bu dev­letin sınırları içinde nerede ikamet ederlerse etsinler, merkezi otorite İstanbul ile kendi özerk dini statüleri ve seçtikleri millet (din) yönetimleri aracılığı ile bu sis­temin ayrılmaz bir parçasıdırlar. Osmanlı Devleti’nin topraklarında yaşayan din ya da mezhep esasına göre örgütleyerek yönetme biçimine “millet(ler) sistemi” denmektedir.14

Aslında bunca kozmopolit bir yapıyı uzun süre bir arada tutarak “ulus dev­let” ilkeleriyle yönetmek oldukça zordur. Zira hakim unsuru bir kenara iterek bir hakem gibi tarafsız davranmanın güçlüğü ortadadır. Balkanları dört yüz yıl kav­gasız idare eden Osmanlı’nın çekilmesinden sonra, ırkçılığın sonucu olarak Av­rupa’nın ortasında bulunan ve medeni dünyanm gözleri önünde cereyan eden Bosna trajedisi insanlığın hafızasında tazeliğini korumaktadır. O halde Avrupa bu devletin idari felsefesinden yeterince yararlanmalı ve onu anlamalıdır.15 Bu yak­laşımlardan sonra Osmanlı’nın tercih ettiği millet sisteminin arkasında yatan te­mel felsefe nedir? Bu soruya cevap bulunmalıdır.

Öncelikle Türkler, sadece mensup oldukları dinden kaynaklanmayan ama içinde bulundukları kültürel birikimin de tabii bir sonucu olarak “çatışmacı” ve “uzlaşmacılık” yerine “sentezciliği” tasvip eden bir karakter yapısına sahiptir. Çünkü bu millet, tarihin en eski topluluklarından biri olup asırlarca Orta Asya, Çin, Hindistan, Iran, Afganistan, Doğu Avrupa ve nihayet Anadolu’da yerleşme imkanı bulmuş zengin bir kültüre ve en eski medeniyetlerden birine sahip olma­yı başarmıştır. Hazar gölünden Çin ve Hindistan’a kadar uzanan büyük coğrafya­da değişik din ve kültürlerle iç-içe olmuş, böylece kendinden olmayanlarla bera­ber yaşamayı, paylaşmayı ve onlarla anlaşmayı öğrenmişlerdir.16 Buna karşın Türklerin Anadolu’ya gelişlerine tekabül eden XI. Yüzyılda Bizans İmparatorlu­ğu yedi yüz yıllık mezhep kavgalarını devam ettirmekte, İstanbul Kilisesine bağ­lı olmayan Hıristiyan mezhep mensupları en ağır vergiler altında bunalmaktadır. Bu nedenle olsa gerek Monofizit, Nesturi gibi doğu Hıristiyan mezhepleri, Türk­lerin Anadolu’ya gelişini sevinçle karşılamışlardır.17

Sentezci karakter yapısına sahip olmak doğal olarak “öteki” ni asimile et­meye gerek bırakmamaktadır. Önce Türk-İslam, daha sonra sırasıyla yüzleşti­ği Anadolu ve Rumeli kültürlerini birini diğerine tercih etmeksizin, kendi po­tasında entegre etmesini başararak kendine mal edebilmiş Osmanlı, günümüz­de de ihtiyaç duyulan bu şekil bir oluşumu geçmişte teşekkül ettirmenin haklı gururunu taşımaktadır. Zaten çok ulus, çok din ve çok kültürlü bir devlete mensubiyeti, belli bir ırk ve dine olduğundan fazla ayrıcalık vererek oluştur­mak mümkün değildir. O halde Osmanlı bunu, yıkılmaya yakın ve yine batı­dan kaynaklanan milliyetçiliğin ağır bastığı son dönemleri istisna edecek olur­sak, belli bir “Osmanlı milleti oluşturma” projesi olmaksızın, ancak buna kar­şın “belli bir yaşama düzeni” etrafında şekillendirerek mensubiyet bilincini in­şa etmekle başarmıştır.18

Hüseyin Aydın’ın dediği gibi, tarihte belki ilk defa bir dinler ve ırklar cum­huriyeti denebilecek bir yaşam tarzının, Osmanlıdan sonra bugün ikinci kez AB çerçevesinde gerçekleştirileceği görülmektedir.19 Bir başka ilim adamımız Os­man Cilacı, Osmanlıyı 624 yıl çok sayıda etnik ve dini cemaati bünyesinde barın­dırmış dünyanın en uzun ömürlü imparatorluğu ilan etmekte ve bunu da kesinti­siz uyguladıkları toleransa bağlamaktadır.20

Fatih Sultan Mehmet’in (Ö.1481) yaklaşık beş yüz elli yıl önce geliştirdiği “millet sistemi” nin, bugünkü modern dünyada din ve vicdan özgürlüğünün uy­gulamasından farklı bir şey olmadığı anlaşılmaktadır. Bu sistem aynı zamanda dinler ve topluluklar arasındaki yumuşama ve yakınlaşmayı da beraberinde getir­miş, halkın idareye itaati ile beraber, idarenin de herkesin inancını serbest ve inandığı şekilde icra edebilmesine imkan tanımıştır. Fatih’in uyguladığı ve için­de bulunulan zaman itibariyle de verimli görülen bu yönetim tarzına, Batılı ilim ve siyaset adamlarının da olumlu baktıkları görülmektedir. Uzun süre üç dinde önemli yeri olan Kudüs’ün asırlar boyu kavgasız idare edilişindeki inceliği araş­tıran İsrailli Amnon Cohen, bunu “meslek odaları” (lonca) adını verdiği bir sis­teme bağlayarak halkın doğrudan yönetime katıldığına dikkat çekmektedir. Ya­zar daha sonra devamla, halkın ne istediğini bilmek ve buna uygun davranmanın ülkeye barış getirdiğine temas etmektedir.21

2- Adalet tikesi

Bu şekilde tarif ve ardında yatan anlayışa temas ettiğimiz Millet siste­mini ayakta tutabilen en önemli faktör, hiç şüphesiz adaleti sağlama ve onu uygulama becerisidir. O nedenle şimdi de çoğulculuğun ana ilkelerinden bi­ri olan adalet kavramının tanımı ve Osmanlı Devletindeki uygulanmasına değinilecektir.

Adalet kavramı, Arapça “A D L” kökünden gelmektedir. Adaletin sözlük anlamı haklılık, dürüstlük, doğruluk, eşitlik, eşit bir şekilde ayırmak, dağıtmak ve eşit bir şekilde mükafatlandırmak demektir.22 Adalet, herkese verilmesi lazım ola­nı vermek, yani herkesin hakkına hürmet ve riayet etmek gibi bir anlamı da içer­mektedir. Kur’an, bir hak konusunda hüküm verilirken hakkın kendi lehine hük- medilmesi halinde bundan memnun olan, fakat aleyhinde hükmedilmesi halinde bu hükmü tanımayan kimsenin zalim olacağını bildirmiştir.23

İslam’ın adalet anlayışında bir takım özellikler aranmaktadır. Bunların ba­şında “adaletin evrenselliği” gelmektedir.24 Ayrıca adalet, belli zümre, cemaat, sosyal sınıf gibi toplumun çeşitli katmanlarında uygulama ayrıcalığı kabul etme­yerek herkese eşit davranılmak gibi bir fonksiyonu da içermektedir.25 Bununla be­raber adalet denilince akla gelen diğer bir husus, modem hukukun da özellikle­rinden sayılan “yargı bağımsızlığı”na gösterilmesi gereken azami riayettir. Nite­kim bu konuda Kur’an, “Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu Allah korkusuna daha çok yakışan bir davranıştır.”26 gerçeğine dikkat çekmektedir.

“Adalet mülkün temelidir” prensibine daima özen gösteren Türk milleti, bu kavramın zıddı zulümle, devletin asla payidar olamayacağına kendisini inandır­mış ve davranışlarında hep adil olmaya dikkat etmiştir. O halde bugün de mah­kemelerinin duvarında bu ilkeye atıfta bulunan bir milletin “öteki ”ne karşı bu ko­nuda yanlış ve haksız davranışta bulunması düşünülemez. Zira hem dinimiz, hem geleneğimiz, adaletin ihlal ve ihmalinden dolayı meydana gelmiş bir haksızlığın ağır bir vebal olduğuna inanmaktadır. Dinimizde kul hakkı ile ahirete gitmenin, kim olursa olsun insan hakkını gasp etmenin affedilmeyen günahlar arasında sa­yıldığı bilinmektedir. Osmanlı dönemi ahlak yazarlarından biri olan Kınalızâ- de’nin. (Ö.1377) Ahlak-ı Alâî’ isimli eseri, adalet konusunda şu görüşlere temas etmekte ve adeta yeni şekillenen devlete çekidüzen verecek ahlaki kurallar öner­mektedir: “Adidir mûcib-i salâh-ı cihan; cihan bir bağdır dîvâr-ı devlet; devletin nâzımı şeriattır; şeriata hâris olamaz illâ melik; melîk zapt eylemez illâ leşker; leşker-i cem’ edemez illâ mal; malı cem’ eyleyen reâyadır; reâyâyı kul eder pâ- dişâh-ı âleme adi.” 27 Bu cümlelerin günümüz Türkçe’si ile ifadesine bakacak olursak; dünya barışının adaletle sağlanacağı, dünyanın duvarı devlet olan bir bahçeye benzetildiği, devletin düzenleyicisinin kanun olduğu, kanun koruyucu­sunun hükümet, hakimiyeti elde bulundurmanın bir ordu, ordunun beslenmesi için servete ihtiyaç duyulduğu vurgulanmaktadır.

Osmanlı bu durumda iken Avrupa’daki çağdaşı idarelere bakıldığında bu konuda pek çok eksikliğin bulunduğu görülmektedir. Hatta bazı ilim adamları, at­lı devlet yönetiminin çok kültürlülük içinde sağladığı adaleti dünyanın henüz aşa­madığına dahi vurgu yapmaktadır.28 Nitekim Bizans düzeni ile Osmanlı düzenini kıyaslayan Selanik Başpiskoposu Palamos’tan, Fransız ihtilali filozoflarından Volter’e kadar Osmanlı sistemini Batı Avrupa feodalizmi ile kıyaslayan herkesin gördüğü özellik şudur: “OsmanlIlarda hukuk düzeni, vatandaşın güven altında yaşamasına, kazanmasına, istikrarlı bir ortamda mutlu bir hayat sürmesine imkan veren önemli bir unsurdur.”29 Yine zamanın Ingiliz Kralı VIII. Henri, Türkiye’ye bir heyet göndererek, adlî müesseseleri tetkik ettirmiş ve bu heyetin raporu ile gerçekten Ingiliz adalet sisteminde örnek olacak ıslahatlar yapmıştır.30 Yabancı yazarlar da Osmanlı tarafından uygulanan adalet anlayışına hayranlıklarını dile getirmektedir. Bunlardan biri Ingiltere’nin İstanbul Konsolosluğunda çalışan Ri- cault isimli bir diplomattır. Ricault, Köprülü Fazıl Ahmet Paşanın komutasında­ki ordu ile 1665 yılında Avusturya seferinden İstanbul’a dönerken, burada hare­ket halindeki ordunun geçtiği yerlerdeki ahaliye asla kötü davranmadığını, aldık­ları eşyanın parasını hemen ödediklerini söylemekte, dolayısıyla bu adalet ve hakkaniyet duygusunun Türklerin başarısına sebep olduğunu belirtmektedir.31

Erdel Beyi Betlen Gabor da Osmanlıdan gördükleri iyilik nedeniyle adeta minnetini dile getirmekte ve vefat eden Osmanlı Padişahı I. Ahmet (Ö.1616) için şunları söylemektedir: “Rahmet-i Rahmana kavuşan Sultan I. Ahmet’ten çok iyi­lik gördük. Eğer çocuklarına ve Osmanlı Devletine karşı nankörlük edersek Tür­kiye’de yediğimiz ekmek ve tuz gözümüze dizimize dursun.”32

Bütün bu örnekler modem dünyanın temel değerleri arasında yer alan “Hu­kuk Devleti” prensipleriyle de ne kadar uyumlu olduğunu göstermektedir. Hiç şüphesiz adalet ilkesine dikkat etmek ve bu şekilde davranmak bir anlamda dini metinlerin emri olsa da, bunda ve bunu uygulayan insanlarda hoşgörülü olmanın büyük önemi vardır.

3- Hoşgörü

“Müsamaha” veya “hoşgörü” şeklinde geçen bu kavram, farklılıklara rağ­men birbirine tahammül edebilmenin yegane anahtarıdır. Üstelik hem Türk hem Avrupa toplumunun mensup oldukları dinin asıl öğretileri hoşgörülü ol­maya çok önem vermektedir.33 Tarihte hoşgörüsüzlük nedeniyle vuku bulmuş, 1096 yılında başlayarak 1270 yılına kadar aralıklarla devam eden “Haçlı Se­ferleri” nin bugün makul bir açıklaması yapılamamaktadır. Nitekim Katolik dünyasının dini lideri Papa Jean Paul, Bosna ziyareti esnasında, tarihte sergi­lenen ve din ile ilişkilendirilen Haçlı Seferlerinden dolayı Müslümanlardan özür dilemek zorunda kalmıştır.34

O dönem ve daha sonra gelen dönemlerde aralıklarla devam eden “Yüzyıl Sa­vaşları” nedeniyle batı cephesinde durum böyle iken, pek çok din, dil ve kültür sa­hiplerini altı yüz yıldan fazla bir arada tutarak bu milletler arasında kayda değer herhangi bir kavgaya sebebiyet verdirmeyen Osmanlı’nın bunu nasıl başardığı sor­gulanmaktadır. Bu başarıyı yalnızca devletin uyguladığı sıkı disiplin politikası ile açıklamak yeterli bir yaklaşım tarzı olamaz. Eğer sert ve sıkı disiplin ile insanlar bir arada tutulacak olsaydı, eskiye oranla her şeyin daha çok geliştiği günümüzde do­ğu bloğunun bir arada yaşaması, seksen yıldan fazla sürmesi gerekirdi. O halde sı­kı disiplin yerine hoşgörülü davranmanın daha müessir olduğu görülmektedir.

Osmanlı hoşgörülü olmasaydı idaresi altında tuttuğu insanların pek çoğunun bu dili öğrenmesi ve özden olmasa bile bu dine inanması gerekirdi. Örneğin Os­manlInın asırlardır idare ettiği Afrika topraklarındaki Cezayir, Fas, Tunus vb. ül­kelerde bir tür kültür emperyalizmi uygulansaydı orada yaşayan insanların ana dili gibi Osmanlıca (Türkçe) bilmeleri gerekirdi. Buna karşın ancak elli yıl civa­rında bu ülkeleri idaresinde tutan Fransızların uyguladıkları metod neticesinde ol­sa gerek, adı geçen ülke vatandaşlarının bugün hemen hemen hepsi ana dili gibi Fransızca konuşmaktadır. Dil konusunda bu denli esnek bir tavır sergileyen Os­manlInın hoşgörüsünü din konusunda da görmek pekala mümkündür. Hiç kimse­nin dinine, ibadet şekline ve mabedine karışılmamış, herkes dilediği şekilde iba­detini kendi usulüne göre yapmış ve mabetlerini de inşa etmiştir. Bu denli bir hoşgörü anlayışını bir başka devlet yapısında görmek neredeyse imkansız gibidir. Nitekim Ermeni asıllı yazar Papazyan, Hz. İsa’da tek tabiata inanan Ermeni Hı­ristiyanların Bizans İmparatorluğu döneminde Messe ayini ve diğer ibadetlerini hür bir şekilde eda edemediklerini yazmaktadır.15 Çok yakın bir zamanda Ermeni Patriği Mesrob Mutafyan, Patrikliğin Fatih tarafından tesis edilmesinin 536. yıl­dönümü nedeniyle yayımladığı bir beyanında “Ben şahsen bir Kilise tarihçisi ola­rak Patriklik mertebesindeki yüksek bir kilise makamının, bir Müslüman Padişah tarafından tesisi gibi bir olaya Dinler Tarihinin başka hiçbir sayfasında rastlama­dım” demektedir.36

Fatih, Darü’l-Aceze müessesesine üç mabedi yan yana koyarak “Ben Hıris­tiyan tebaamı kilisede, Yahudi tebaamı havrada, Müslüman tebaamı camide gör­mek isterim”37 toleransını göstermiştir. Devir değiştikten sonra aynı hoşgörünün karşı taraftan görüldüğünü söylemek ise pek mümkün olamamaktadır. Buna, dört yüz yıldan fazla idaresi altında bulundurduğu Yunanistan’ın başkenti Atina’da bugün bir adet dahi caminin bulunmadığını örnek olarak göstermek mümkündür.

Bu hoşgörü gerçeğini dile getirenler sadece Türkler değildir. Objektif dav­ranan batılı kimi tarihçiler de buna vurgu yapmaktadır. Daha önce adı geçen İn­giliz Diplomat Ricault, hoşgörü konusunda ilginç gözlemlerine yer vererek yazar sanki bugüne seslenir gibi, “Türkleri daha yakından tanımak, biz Avrupalılar için şarttır. En kısa zamanda İngiltere’de Türkçe öğreten bir okul açmamız lazımdır.” temennisinde bulunmaktadır.38

Sahip olduğu hoşgörü hasletini sadece idare ettiği toprak parçasıyla sınırlan­dırmayan Osmanlı padişahları, ülke içindeki yabancıların can, mal, din, nesil ve namus güvenliğini belli bir hukuki sistemle sağlarken,39 ülke dışında zulme ma­ruz kalan insanları da göz ardı etmemiştir. Mesela, 1490’larda Ispanya’dan kovu­lan Yahudilere Osmanlı Padişahı Sultan Beyazıt’ın (Ö.1512) sahip çıkması, zihin­lerdeki tazeliğini hâlâ muhafaza etmektedir.40 Muhammed Hamidullah’ın (ö. 2002) hoşgörü ile ilgili şu tespiti ne kadar yerindedir. “Osmanlı Devleti’nin vü- zerası arasında gayr-i Müslimleri gördüğümüz halde, batı dünyasında tek bir Müslüman’ı dahi hükümette göremezsiniz”41 O nedenle “hoşgörü” adına bir baş­kasının bu millete söyleyecek her hangi bir sözü olmamalıdır.

OSMANLI VE AVRUPA A- OSMANLI VE BATI MEDENİYETİNİN ORTAK NOKTALARI 1-Tarihi ve Coğrafî Ortaklık

Henüz Osmanlı Devleti kurulmadan önce, Osman oğullarının bir uç beyliği olması nedeniyle Bizanslı unsurlar ile daima yakın ilişkide bulundukları görül­mektedir. Bu açıdan Osmanlının daha kurulma aşamasında bile Batıyla belli bir tarih ve coğrafyayı paylaştıklarında herhangi bir şüphe yoktur. Ne var ki, Avru­pa ülkelerinin bu İlmî yaklaşıma pek yanaşmadıkları, tarihi ve coğrafi müşterek­liği görmezlikten gelerek, meseleye politik biraz da eskiye dayanan duygusal et­kenleri ilave ederek yaklaştıkları görülmektedir.

Batılılar Avrupa ve AB’ni tanımlarken daha çok din ve coğrafya söylemin­den hareket etmektedirler. Halbuki bunun doğru olmadığı görülmekte ve böylece Avrupa birliğinin kendi içinde adeta bir “kimlik sorunu” ile karşı karşıya bulun­duğu anlaşılmaktadır. Bazen yetkili ağızlar tarafından resmen olmasa da bu kulü­bün bir Hıristiyan birliği olduğuna atıfta bulunulmakta ve kökenlerinin Greko- Romen (Yunan-Roma) kültürüne dayandırıldığı iddia edilmektedir.42 Bunlar İlmî ve tarihi açıdan bakıldığında gerçekleri ifade etmeyen söylemlerden ibaret kal­maktadır. Zira söyledikleri Greko-Romen kültürü bir Hıristiyan değil, bir pagan kültürü olup, Hıristiyan tarihinden çok daha eski bir geçmişe sahiptir. O halde bu kültüre bir Hıristiyan kültürü gözüyle değil, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu bir Anadolu havzası kültürü gözüyle bakmak daha doğru olacaktır.41 Bununla be­raber gönderme yaptıkları Hıristiyanlığın yeknesak bir çizgi seyrettiğini söylemek de oldukça zordur. Bugün bile Avrupa’nın güneyinde Katolik, kuzeyinde Protestan, doğusunda ise Ortodoks ağırlık ve özellik göze çarpmaktadır.44 Buna göre hangi Hıristiyanlık diye sormak gerekecektir? Ortodoks, Katolik ve Protes­tanlık günümüzde dahi nereden bakılırsa bakılsın ruhani hiyerarşide çok farklı otoriteler tanımakta, adeta ibadet şekli, ibadethane ve teolojik açıdan çok farklı umdeler içermektedir. Bu sebeple Avrupa Birliğini tanımlama yolunda dile getir­dikleri yaklaşımların gerek tarih ve coğrafi, gerekse dînî açıdan pek tutarlı oldu­ğu söylenemez.

Batının savunduğu demokrasi, insan haklan, din ve vicdan özgürlüğü gibi günümüzün vazgeçilmez değerlerini Hıristiyanlıkla başlatmak ve kökenini bu din ile özdeşleştirmek de mümkün değildir. Eğer bu doğru olsa idi, Roma’dan çok daha önce yeryüzünde ilk Hıristiyan devletlerden sadece biri olan Necaşî’nin krallığını yürüttüğü Habeşistan’da da bu değerlerin olması gerekirdi. O halde bu değerler manzumesinin kaynağını Hıristiyanlıkta aramak İlmî mesnetten yoksun­luğu gerektirmektedir. Durum böyle olunca evrensel karakter arz eden bu ilkeler­den, din ve coğrafya farklılığı nedeniyle kendinden olmayan “öteki”lerini mah­rum etmenin makul bir açıklaması olamaz.

Bunlardan başka katılım konusunda coğrafî anlamda topluluğun sınırlarını Avrupa ile tahdit etme gayretleri samimi olsa, o zaman da bir Akdeniz havzası olan Yunanistan, Kıbrıs, Malta, Portekiz ve Ispanya’nın bu birlik içinde olmama­sı gerekir. Bu nedenle tatmin edici gerekçelerden uzak seyreden bir Avrupa Top- luluğu’nun kimlik sorununa bir çözüm bulup kendini daha iyi tanımlaması gerek­mektedir.

2- Dini Benzerlik

Osmanlı Devleti ile Avrupa’nın farklı dinlere sahip ülkeler olduğu doğru­dur. Hatta bu konuda tarihte dinler arasında yaşanan kavgaların varlığı da inkar edilemez. Ancak, dinler arasındaki bu gerginliğin haddi zatında dinlerin özünden değil temsilinden kaynaklandığı, husumetlerin dinin altyapısının tabii sonucu de­ğil, egemenlik kaygılarından olduğu gözardı edilmektedir. Geçmişi bu tespitle bir kenara bırakacak olursak, günümüzde artık “dinlerin diyalog”undan bahsedil­mekte, eskiden “hiçbir benzerliğimiz olmayan Batı alemi” diye söze başlarken, günümüzde “pek çok müşterek değerlere sahip olduğumuz dost ve müttefik Av­rupa” denilmektedir.

Konuya din bazında yaklaşacak olursak, ortak noktalarımızdan biri hatta en önemlisi farklı yorumlansa da aynı Tanrı anlayışına sahip olmamızdır. Gerek Hı­ristiyanlık gerek İslam her ikisi de ilahi kaynaklı semavi dinlerdir. Ayrıca her iki dinin hem ahlaki umdelerinde hem de metafizik anlayışlarında bir paralellik söz konusudur. İslam’dan önce gelen Tevrat ve İncilin On Emir diye bildiğimiz bu il­keleri neredeyse İslam’ın ahlaki kaide ve kurallarıyla cümle cümle benzerlik gös­termektedir.45 Yine metafizik anlayışlara sahip her iki dinde en önemli temel kav­ram olan Tanrı, evrenle ilişkisini sürdürmekle beraber aşkın kabul edilmekte, ahi- ret inancı, sevap-günah , cennet cehennem, insanın kıymetli bir varlık olduğu, ai­le hayatına verilen önem gibi pek çok husus benzerlik göstermektedir.46 Pek tabii bunlarla beraber ibadetlerde ve inanç konularında farklılıkların olmadığım söyle­mek istemiyoruz. Bu farklılıklar vardır ve olması da doğaldır.

Dinimiz İslam, İbrahimi gelenek ailesinden gördüğü Yahudi ve Hıristiyan mensuplarına karşı daha dikkatli davranmayı mensuplarına tavsiye etmektedir. Bir Müslüman onların Peygamberlerini ve kitaplarını kabul etmek zorundadır. Bu kimseler Müslümanlarca “Ehl-i Kitap” görülmekte, kestikleri yenilmekte, şahit­likleri geçerli olmakta, kendileriyle her türlü komşuluk ve ticari işler yapılabil­mekte, hediyeleşilmekte daha da önemlisi kendilerinden kız almakta bir sakınca görülmemektedir.47 Örneğin son olarak saydığımız evlilik konusuna, bu devleti kuran Osman Gazinin oğlu Orhan’ı, Rum tekfurunun kızıyla evlendirmesini gös­terebiliriz. İslam’ın Peygamberi Hz. Muhammed (a.s.) da, Musa ve İsa’yı anala­rı ayrı babaları bir kardeşe benzetmektedir.48 İslam’ın ana kaynaklarından esinle­nerek uyarlanan bir yaşam tarzı diyebileceğimiz tasavvufî boyutta da pek çok müştereklerimiz vardır. Her iki dinde de mevcut olan mistik boyut ve bunları uy­gulayan aziz ve evliyaların hem kendileriyle barışık, hem de toplumla daima ba­rış içinde olmayı tavsiye ettikleri bilinmektedir.49 Bunlardan biri ilk defa Avrupa sözcüğünün yanına “birlik” kelimesini getirerek kullanan İtalyan şair Dante’dir. (Ö.1321)50 Dante, varlığın birliğini savunan ve kesret içinde vahdeti (çoklukta bir olmak) dile getiren vahdet-i vücudcu ekolün kurucusu İbn Arabi (Ö.1240) den et­kilenen şahısların başında gelmektedir.51

Çok dikkatli bakıldığı takdirde önemine binaen her iki dindeki müşterek noktalar, farklı olanlara göre daha çoktur. Ortak noktalardan hareket etmek de­mek, dinlerin aynı olduğunu iddia etmek ve farklılıkları ortadan kaldırmak demek değildir. Aksine diyalog çalışmalarında da söylendiği gibi bu farklılıkların korun­masına dikkat çekilmektedir.52 Buna göre, tüm dünyada bir yumuşama ve dinler arası diyalog faaliyetlerinden bahsetmek mümkündür.53 Bu konuda Türk milleti­nin gerek tarihi birikimi gerekse şimdiki konumu, bu birliğin İslam ülkeleriyle ilişki kurmasında en güvenilir ortak olma özelliğini muhafaza etmektedir. Eğer gayretler samimi yürütülecek olursa bir ilim adamının tespit ettiği gibi ana karak­ter itibariyle XVIII. yüzyıl aydınlanmanın, XIX. yüzyıl pozitivizmin, XX. yüzyıl Komünizmin, XXI. yüzyıl ise Semavî dinlerin asrı olacağa benzemektedir.54

3- Karşılıklı Bilim Transferleri

Aslında geldiği çağ itibariyle sayılamayacak derecede sorun mevcut iken, cehaletle mücadeleye önem veren ve bu sebeple ilk emrini “OkuF’maya tahsis eden55 bir dinin bu fenomene bakışını çok fazla izah etmeye gerek yoktur. Üste­lik dinimiz ilmin memleketini de sormayarak “hikmeti mü’minin yitik malı”56 olarak görmekte ve onun nerede bulunursa alınmasını emretmektedir.

işte tüm bu ifadeler ışığında söylemi eyleme geçiren İslam peygamberi, da­ha ilk yıllarda Hz. Zeyd’i yabancı dil öğrenmek üzere görevlendirmiş, Bedir sa­vaşında esir düşen her müşrikin on Müslüman çocuğa okuma yazma öğretmesi sonucunda serbest bırakılmasını emretmiştir.57 Peygamberden sonra gelen halife­ler de ilme gereken önemi vermişler ve Hıristiyanların kitabı Kitab-ı Mukaddes, daha dört halife devrinden hemen sonra Arapça’ya tercüme edilmiştir.

Miladi VII. yüzyıl Emevi halifeliğinin sonlarına doğru eski Yunan filozof­ları ve ilim adamlarının kitapları Arapça’ya tercüme edilmeye başlanmıştır. On­dan sonra gelen Abbasiler devri ise tamamen Müslüman alimlerin ilmî faaliyet göstermeye, keşif ve icatlarda bulunmaya başladığı dönemlerdir.58 Bu nedenle Yunan filozofu Aristo (M.Ö. 384-322)’nun şahsiyeti İslâmî düşüncenin şekillen­mesinde önemli görevler icra etmiş, kendisi Müslümanlar tarafından “muallim-i evvel” (ilk öğretmen) olarak nitelendirilmiştir. Yine Aristo felsefesi, kendi için­den “muallim-i sânî”(ikinci öğretmen) Müslüman filozof İbn Sina (Ö.1037)’yı çı­karmıştır. O halde İslam dünyası bir anlamda felsefeyi dokuzuncu yüzyılda Grek felsefi eserlerinin Arapça’ya çevrilmesiyle başlatmaktadır. Keza İslam felsefenin ve felsefî tasavvufun teşekkülünde yine bu ekolden Eflatun’un (M.Ö. 427-347) varlığı inkar edilemez bir paya sahiptir.59

ilk devirlerde böylece Grek kültüründen istifade etmesini bilen Müslüman­ların, X. yüzyıla doğru ilmin en fazla kaynaştığı yerler Endülüs, Mısır ve Dicle civarlarını ihya ettikleri, Bağdat, Basra ve Harran’ı zamanın kültür merkezi hali­ne getirdikleri görülmektedir. Müslüman olan bu beldeler aynı zamanda ticaret yolu üzerinde bulunduğundan, Avrupalı tüccar ve misyonerler buradan faydalan­masını gayet iyi bilmişlerdir. Avrupalı yazar Rom Landau da bu gerçeğe dikkat çekerek; bu zamanda bilimi, Müslümanların Avrupa’ya en ciddi desteği olarak görmektedir.60 Türk tarihçi Cevdet Paşa (Ö.1895) da karşılıklı ilim etkileşimleri­ne vurgu yapmakta ve detaylı bilgiler vermektedir.61 O halde nereden bakılırsa bakılsın her iki kültürün birbiriyle iletişim halinde bulundukları görülmektedir. Karşılıklı etkileşimin olduğuna inananlardan biri de daha sonra Müslüman olan Fransız Dr. Maurice Bucaille’dir. Ona göre Batı dünyası Rönesans’tan önce İs­lam uygarlığından oldukça beslenmiştir.62

Osmanlı- Batı kültür etkileşimi üzerine daha yoğun konuşacak olursak, bunu alı­şılagelen genel yapıdan ayırmamız mümkün değildir. Osmanlı Devletinin coğrafya­sında barındırdığı bu kültür ve dinin çocuklarından azami ölçüde ilmî anlamda istifa­de ettiği bilinmektedir. Nitekim bunu doğrular bir delil OsmanlIdaki Enderun mektep­leri63 ve “devşirme”64 denilen bir sistemin varlığıdır. Bu metod, bazı Batılılann da de­diği gibi Hıristiyan tebaanın yetenekli çocuklarına, askere alarak eğitme ve onları en alt seviyeden en üst seviyeye kadar kamu hizmetinde istihdam etmeye yönelik imkan hazırlamaktaydı. Osmanlının gerileme dönemlerinde ilmin ve fennin merkezi Avrupa görülmekte ve bu konuda oralara eleman gönderilmektedir.

B- AVRUPA BİRLİĞİ GİRİŞİMLERİ

Bilindiği gibi modem anlamda Avrupa Birliğinin temeli, Fransız diplomat Jean Monnet’in fikir babalığım yaptığı 1951 Paris Antlaşması’na dayanan ekono­mik maksatlı bir kuruluş olarak atılmıştır. Birlik başlangıçta AKÇT (Avrupa Kö­mür ve Çelik Topluluğu) adını taşımaktaydı.65 Ancak çeşitli evrelerden sonra, hem derinlemesine hem de genişlemesine hız veren birlik, 1956 Roma Antlaşma­sı ile AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) olmuş, günümüzde ise siyasî bir olu­şuma doğru gitmeye karar vermiştir. 1 Kasım 1993 tarihinde yürürlüğe giren Av­rupa Birliği Antlaşması ile de bazı yeni programlar geliştirerek daha önce görül­meyen tek para birimi, Avrupa yurttaşlığı, ortak savunma gibi projelerle ortaya çıkmaya başlamıştır. Böylece AB, geleneksel ulus devlet kavramını esneterek, egemenliğin bir bölümünü de kendi üzerine alarak “supra-national” (uluslar üs­tü) bir karaktere doğru adım atmış bulunmaktadır.

Osmanlı Devletinin son devirleri batılılaşmaya ayrılmış, yıkılmakta olan devlet kimilerince “Avrupa’nın hasta adamı” ilan edilmiştir. Buna mukabil Yeni Türkiye Cumhuriyeti ve kurucusu M. Kemal Atatürk’ün temel anlayışı “muasır medeniyet” istikametinde seyrettiğinden batı ile ilişkilere daha fazla önem veril­meye başlanılmıştır.

1- Batılılaşma Gayretleri

XVIII. Yüzyıl’da Osmanlı aydınları ve idarecilerinin devlet teşkilatı ve Ba- tı’ya bakışlarında önemli bir değişimin olduğu bilinmektedir. Bu asırda artık, her kesimde bir Batı kültürü ve medeniyetine hayranlık sezilmekte, kurtuluş reçete­sinin batı normlarında olduğuna dair görüşler dile getirilmektedir. Bir taraftan Osmanlı kendi toplumunu batılılaştırma gayreti güderken, diğer taraftan ülkede bulunan azınlıklarla ilgili Batıdan gelen telkin ve tavsiyelere kulak vermekte ve bu konuda ciddi değişimlere gitmektedir. Nitekim daha 1720’lerdeki Lale Dev- ri’nde Fransa’ya gönderilen Yirmi Sekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin yazdığı se- fâretname, bu konuda önemli bilgiler ihtiva etmektedir.66

Batılılaşma yönünde ilk ciddi ıslahat hareketi, 1730-1754 yılları arasında I. Mahmud zamanında başlamıştır. Bu yıllarda Fransız asıllı Comte de Bonneval Osmanlı hizmetine girerek ve Müslümanlığı da seçerek paşa unvanıyla Humba- racıbaşı görevine getirilmiş ve bazı yeniliklere gitmiştir. Bundan sonra gelen bü­tün Padişahlar ıslahat hareketlerine devam etmiş, özellikle III. Selim yenilikçi fi­kirleriyle Avrupa devletlerini daha yakından tanıma gayretleri göstermiştir. Isla­hat taraftarı olan II. Mahmut’tan sonra yerine geçen oğlu Abdülmecid de bu fa­aliyetlerine devam ederek Londra ve Paris büyükelçilik görevlerinde bulunan Mustafa Reşit Paşa’ya bu görevi vermiş, 1839 yılında Tanzimat Fermam’nı ilan ettirmiştir. 1856 yılında ilan edilen Islahat fermanı da Hıristiyan halka yeni hak­lar getirmiştir. Yine 1876 yılındaki Kanun-i Esâsi’nde yer alan “memâlik-i Os­maniye’de maruf olan bi’l-cümle edyânın serbesti-i icrası ve cemaat-i muhtelife- ye verilmiş olan imtiyâzât-ı mezhebiyyenin kemâkân cereyanı devletin taht-ı hi- mayesindedir” şeklindeki 11. maddesi dikkat çekmektedir.67

Artarak gelişen bu batılılaşma hareketlerinin Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ile doruk noktasına ulaştığı görülmektedir. Zira artık ba­tılılaşma genç Cumhuriyet için bir devlet politikası haline gelmiş, muasır mede­niyet ve çağdaşlaşmanın kriteri olarak batı örnek alınmaya başlanmıştır. Hatta ça­lışmamızın ana noktasını oluşturan kavramlardan biri olan “din” ile ilgili düzen­lemelerin de, bundan böyle menşeini Fransa’dan alan “laiklik” ilkesi ile bağdaş­masına çalışılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti, bu batılılaşma sürecinin devamı olarak II. Dünya sa­vaşından sonra Avrupa merkezli kurulan tüm oluşumların içinde yerini almıştır. Buna göre Türkiye, 1945 Birleşmiş Milletler, 1946 UNESCO, 1948 NATO, 1948

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 1949 Avrupa Konseyi,1950 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, 1957 Avrupa Topluluğu, 1959 Avrupa İnsan Hakları Diva­nı, 1975 Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı gibi daha pek çok anlaşmalara imza atmış ve bu organizasyonlara üye olmuştur.

2- Geçmişe Dayalı Ticarî Ayrıcalıklar

Bu çalışmamızda geçmişe dayalı ticari imtiyazlara yer vermemizin nedeni, karşılaştırdığımız Avrupa Birliği’nin ekonomik maksatla kurulmasındandır. Zira Avrupa Birliği’nin temeli öncelikle serbest dolaşım, mal ve hizmet akışına müsa­ade eden ekonomik amaca dayanmaktadır. Bundan asırlar önce Osmanlı İmpara­torluğu, hangi amaçla olursa olsun netice itibariyle bugünün Avrupa’sının bazı halklar için kısıtladığı serbest dolaşım hakkına müsaade etmiştir. Hatta bu birli­ğin asıl kurucu üyeleri arasında yer alan Fransa ve Hollanda’ya daha sonraları İn­giltere’ye karşılıksız ticari imtiyazlar tanımış ve kapitülasyon vermiştir.68 Hiç şüphesiz padişahların bunda sosyal, siyasal ve ekonomik bazı niyetleri bulunabi­lir. Ancak her halükarda buradaki asıl amacın ticareti teşvik, üretimi artırma ve hayatı canlandırmaya yönelik olduğu görülmektedir.

Nitekim Doğu Akdeniz ticaret uzmanlarından Paul Masson ve R. Mantran, XVII. yüzyılda yabancı tüccarlara karşı Osmanlı İmparatorluğundan daha fazla liberal politika uygulayan yeryüzünde her hangi bir devletin bulunmadığına te­mas etmektedir.69 Hatta belki kısmen abartılı bir ifade olacak ama, bir anlamda si­yasi varlıklarını Roma’nın gücünün zayıflamasına imkan tanıyan Osmanlı’ya borçlu olan Avrupa Devletleri, ekonomik amaçlı tesis ettikleri bu birlikteliği de Osmanlı Devletine borçludurlar. Zira bu devletler Osmanlının geçmişte tek taraf­lı kendilerine tanıdığı bir takım imkanları gayet iyi değerlendirmesini bilmişler ve iktisadi açıdan gelişme olanağını elde etmişlerdir. Venedik, Ceneviz, Fele­menk, İngiliz ve Fransızlarla yapılan deniz ticareti ve Kuzey Avrupa’ya kadar uzanan Kara yolları bunda etkin bir rol oynamıştır.™ Bu görüşü dile getiren ilim adamları, Avrupa’nın OsmanlIların kendilerine verdiği bu ticari imtiyaz sayesin­de ekonomik olarak kendilerini geliştirdiklerini ve kapitalist düzenlerini kurduk­larına vurgu yapmaktadırlar.71

Pek tabii burada padişahların asıl amaçlarının Avrupa’yı ekonomik açıdan güçlendirme politikası güttükleri söylenemez. Ancak onların Batılılara verdiği bu ticari ayrıcalığın halkın müreffeh bir hayat sürmesine dair aldığı tedbirler cümle­sinden olması muhtemeldir. Bu açıdan Osmanlı, hem tüccarların güvenliğini sağ­lamaya yönelik bir takım girişimlerde bulunup kervansaraylar inşa etmiş, hem de her türlü ticari kolaylığı temin etme gayretleri göstermiştir. Bir tek örneği dahi bir başka ülkede görülmeyen kervansaraylarda din farkı gözetilmeksizin Türk misa­firperverliğinin örnekleri sunulmuştur.72

Halil İnalcık ticaret konusunda herhangi bir ayırım yapılmaksızın XV. Yüz­yılda şehzadelere yazılan bir nasihat kitabına yer vermekte ve şunları söylemek­tedir: “Ülkendeki tüccarlara iyi davran; her zaman onları kolla; kimsenin onlara zarar vermesine izin verme; kimsenin onların düzenini bozmasına izin verme, çünkü onların ticaretiyle memleket zenginleşir ve onların malları sayesinde dün­yada ucuzluk yayılır; onlar aracılığıyla Sultanın yüce şöhreti çevredeki ülkelere taşınır ve onlar tarafından ülkenin zenginliği artar.”73

Ticari maksatlı bu faaliyetlerin getirisini sadece ekonomi ile sınırlandırmak insaflı bir yaklaşım tarzı değildir. Nitekim bir batılı uzman, uzun vadeli düşünül­düğünde, OsmanlIların politik esneklikte bulunmasını övgüye değer bulmakta, ahlaki anlamda asıl övgünün ise devletin temel aldığı millet sistemi, düşük güm­rük vergileri, ticari imtiyaz ve kapitülasyona zemin hazırlayan İslami uygulama­lara ait olduğuna atıf yapmaktadır. Aynı yazar, bu şekil davranmanın aynı zaman­da Osmanlıyı hızla modernleştirip dini azınlıkların kendi potalarında asimile edil­melerine imkan vermediğini sözlerine ilave etmektedir.74

3- Osmanlı Değerlerinin Modem Avrupa’daki izleri

Son zamanlarda Avrupa Birliği çevreleri ve ilim adamları tarafından “çeşit­lilik içinde birlik”, “çok din ve kültürlü bir Avrupa” söylemlerinin dile getirilme­ye başlandığını görüyoruz.75 De facto olarak zaten böyle bir yaşama adım atmış Avrupa, geleceğini yukarıda söylenen vecizelerle şekillendirmeye mecbur görün­mektedir. Ancak dillendirilen bu “çeşitlilik”, “çok kültürlülük” olarak algılanıp tatbik edilmedikçe, istenilen verimi sağlamayacak ve Avrupa kendi içinde kapa­lı toplum olmaya devam edecektir. Esasen ırk ve mezhepçi bir geleneğe sahip Avrupa, kendi içinde ırk ve milliyet farklılığını demokrasi içinde aştığına kanaat getirmekte ve “çeşitliliği” bu şekilde gerçekleştirdiğine inanmaktadır. Doğrusu Osmanlı, Avrupa için uygulanabilirliği tartışılmaya çalışılan “çeşitlilik içinde bir­lik” teşekkülünü asırlar önce tatbik etmiş, “kesret içinde vahdet” yani çokluk içinde birlik fikrine dayalı bir yaşam formülünü pratiğe de yansıtarak bunu başar­mıştır. Bunun en güzel örneği ise uygarlıklar beşiği dediğimiz Anadolu’dur.76

O açıdan Osmanlı, temsil ettiği “dışa dayalı” ve “sentezci” yapısıyla Avru­pa’nın “içe dönük” ve “çatışmacı” karakterini değiştirebilecek bir mirasa sahip­tir. Dikkat edildiği takdirde “Kopenhag Kriterleri” diye bilinen siyasi kriterlerin içinde geçen hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı ve azın­lıkların korunması ile ilgili maddelerin şekli ve niteliği bir miktar değişmekle be­raber Osmanlı Devletinin takip ettiği uygulamalardan çok büyük oranda farklılık göstermediği anlaşılacaktır. Çünkü çalışmamızın içinde temas ettiğimiz Osmanlı devletinin uyguladığı temel ilkeler, artık yerel olmaktan çıkmış, gerçekten evren­sel niteliğe bürünmüştür. Yine Osmanlının uyguladığı millet sistemi, herkesin din ve vicdan özgürlüğünün savunulduğu bugünkü Batı normlarından daha ileri sevi­yedeki uyarlamasından başka bir şey olmasa gerektir.

Doğrusu Batının değişen dünya şartlarında bu gelenekten bir şeyler alması­nı garip karşılayanlar bulunabilir. Bir başka deyişle anlatılmaya çalışılan bu de­ğerlerin asla Batıda bulunmadığını söylemek istemiyoruz. Ancak temenni edilen müşterek noktalardan hareketle, kutuplaşmaya ve çatışmaya imkan vermeyerek, evrensel değerlerin kimden gelirse gelsin uygulanabilir ve herkese eşit olmasını savunmaktır. Artık çifte standart davranış tarzının ve ayrımcılığa teşvik eden söy­lemlerin modem dünyaya yakışır bir durum olmadığı görülmektedir. Örneğin Avrupa, serbest dolaşımı sadece kendi vatandaşları arasında uygulanabilir ol­maktan çıkarıp, belli şartlar içerisinde daha geniş bir çevreye yaymadığı müddet­çe, Osmanlı’nın geçmişte takip ettiği ticari sistemin kendi halkları için sağlandı­ğından daha azını vermiş olacaktır.

Buna göre, Avrupa, kendi ırkî ve mezhebî ağırlığını kabul etmekle beraber bunu bir tahakküm aracı ve üstünlük nedeni saymayarak, içinde barındıracağı di­ğer toplulukların kültürel zenginliğinden yararlanmasını bilmelidir. Böyle davranılması hem zengin ve mutlu bir Avrupa’nın oluşumuna katkı sağlayacak, hem de tüm dünyada barış ve güvenin tesisine imkan verecektir. Aksi halde böyle bir te­şebbüsün yolu açılmadığında, kimileri tarafından dile getirilen Avrupa’nın bir “Hıristiyan Kulübü” olduğuna dair fikirlere haklılık payı çıkacak ve Avrupa’nın eskiye dayanan düşmanlık duygularından henüz kurtulamadığı dile getirilecektir.77

SONUÇ

Buraya kadar çeşitli yönleriyle Osmanlı toplumunu ele alarak değerlendir­meye ve Batı ile karşılaştırmasını yapmaya çalıştık. Günümüz toplumunun sos­yal ve siyasal şartlarının bundan dört yüz yıl öncesiyle kıyaslanmayacak kadar değiştiği kabul edilebilir. Ancak Osmanlı devlet geleneğinden istifade etme, sa­dece ahlaki nedenlerle sınırlı olmayıp, pratik bazı faydaları da beraberinde geti­recektir. Çünkü geleceğin şekillenmesinde, bulunduğumuz komşu kıtaya nispet­le çok daha uzakta olan ABD’nin Irak harekatı ve Gürcistan meselesi nedeniyle elini çekmeyeceği bölgelerden birinin Ortadoğu ve Kafkasya olduğu görülmek­tedir. Belki ileriye dönük Balkanlar da bu devletin ilgi alanına girecektir. Bu ne­denle Türkiye Avrupa için, sahip olduğu jeo-politik konum itibariyle önemini muhafaza edecek, oluşabilecek sorunların çözümünde gerek bu bölgeye komşu olması, gerekse tarihteki idari tecrübesi ve dindaşlığı sebebiyle kendisine daima müracaat edilebilecek ve ihtiyaç duyulacak otoritelerin başında yer alacaktır. O halde dünyanın acilen ihtiyaç duyduğu barış ortamının sağlanmasında, zıtlaşma ve kamplaşmanın azaltılmasında Avrupa’nın en önemli ortaklarından birinin Tür­kiye olacağı asla unutulmamalıdır.

Artık tarihte kalmış bağnaz tutumlara, insanlığın yeniden din savaşları ve göz­yaşına tahammülü yoktur. Kendisini evrensel kaide ve demokrasinin beşiği kabul eden bu dünyanın “ötekiler”e adil davranmasını, paylaşımda eşitliğe riayet etmesi­ni, samimi ve çifte standarttan uzaklaşmasını talep etmek en doğal hak olsa gerek­tir. Bu sebeple uluslar üstü oluşmaya çalışan yeni Avrupa yapısı içinde yer alma­mızın Avrupa Birliğine katkısı bize göre şu faydaları beraberinde getirecektir:

1-Fiilen bu topluluk içerisinde işçi ve işveren olarak çalışan yaklaşık üç mil­yon vatandaşımız bulunmaktadır. Onların değer yargıları ve kültürel kimliklerine gösterilen saygı, o ülkelerin üretimine moral destek sağlayacak ve ekonomik açı­dan daha da yükselmelerine sebep olacaktır.

2-Dünyanm geldiği bu aşamada problemlerin artmasına paralel çözümlerin de artması gerekmektedir. Günümüzde hiçbir anlayış bunca sorunla tek başına mücadele edemez. O nedenle bu milletin global sorunların çözümüne katkı sağ­layacak birikimini daha yakından tanıma imkanı doğacaktır.

3-Dünyanın acilen ihtiyaç duyduğu ve ekonomideki istikrarın da ana konu­larından biri olan güvenliğin temin ve barışın tesisinde büyük mesafe alınacaktır. Böylece diğerlerinin dışlanmadığı, potansiyel suçlu görülmediği bir anlayışın sergilenmesine çalışılacaktır.

4-Bu sayede henüz yeni serpilmeye başlayan dinler arası diyaloga katkı sağ­lanacak, bu birliğin dini esas alan bir Hıristiyan kulübü olduğuna dair ileri sürü­len tezlerin ise geçersizliği ispat edilecektir.

5-Hoşgörü geleneğine yatkın ve ılımlı bir İslam temsilinde bulunan ülkemiz, (son seksen yıldır Batı normlarına yabancı olmadığı da dikkate alınırsa) diğer İs­lam ülkeleri ile koordine sağlanmasında bir köprü görevi üstlenecektir.

6-Gitgide yaşlanan Avrupa’ya genç ve dinamik bir nüfus katılacak ve böy­lece bu kıtaya yeni bir canlılık kazandırılacaktır.

* Dr., DİB., Eğitim Uzmanı

1-Nesimi Yazıcı, “OsmanlIlarda Bir Arada Yaşama Tecrübesi ve Dini Müsamaha Üzerine Bazı Değerlendirmeler", Uluslararası Avrupa Birliği Şurası II , DİB Yayınları, Ankara 2000, s. 522.

2-Mehmet Şeker, Anadolu’da Bir Arada Yaşama Tecrübesi, DİB. Yayınları, Ankara 2002, ss. 89-90.

3-Yazıcı, aynı yer.

4-Yazıcı, aynı eser, s. 526.

5-Yaklaşık olarak verilen bu istatistikte diğer dinlere yer vermedik. (Daha geniş bilgi için bkz. Enver Ziya Karal, Osmanlı İmparatorluğunda İlk Nüfus Sayımı 1831, Başvekalet İstatistik Umum Müdürlüğü, Ankara 1943, s. 215.

6-Bilal Eryılmaz, Osmanlı Devletinde Millet Sistemi, Alternatif Üniversite Yayınları, İstanbul 1992, s.10.

7-E. Ihsanoğlu, Osmanlı Devleti Tarihi, c. II, Zaman Yayınları, İstanbul 1999, s. 44-68.

8-Ilhan Dülger, “Sosyo-Kültürel Yapı Farklılıkları Açısından Türkiye’nin A.B Konusundaki Hareket Alanı”, Yeni Türkiye, 200/36 ( Temel Eğitim Ders Notu)

9-Bakara, 120, 135.

10-Bakara 130, 135; Al-i Imran 95; Enam 161; Yusuf 38; Nahl 123; Sad 7. (Geniş bilgi için bkz. Haşan Basri Çantay, Kur’an-ı Hakim ve Meali Kerim, Çantay Matbaası, İstanbul 1984, c. I/37; Suat Yıldırım, Kur’an-ı Hakim ve Açıklamalı Meali, Zaman Yayınları, İstanbul 1998; Bekir Sadak, Kur’arı-ı Kerim ve Türkçe Anlatımı, Ötüken Yayınları, İstanbul 1989; Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim ve İzahlı Meali, Çile Yayınları, İstanbul 1988; Süleyman Ateş, Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Kılıç Kitabevi, Ankara trs.

11-1876 Kânûn-i Esâsî’nin 16. maddesinde geçen “milel-i muhtelife” ile çeşitli Gayr-i Müslim topluluklar kastedilmiştir.

12-Şemseddin Sami, Kamus-ı Türki, Derseadet, İstanbul 1318, c. I-II, s. 645 ve 1404.

13-Eryılmaz, a.g.e, s.10.

14-Aynı eser, s. 13.

15-Kemal Karpat, Osmanlı ve Dünya, Ufuk Kitapları, İstanbul 2001, s.13.

16-Mehmet Aydın, ‘Türk Toplumunda Dini Hoşgörünün Temelleri”, SÜİFD, Konya 1998, c.VIII, s.7-8.

17-A.g.e., s.12.

18-Dülger, a.g.m.

19-Hüseyin Aydın, “Avrupa Birliğine Giriş Sürecinde İslam ile Hıristiyanlık Arasında Teolojik Müştereklere ve Kültürel Farklılıklara Bir Bakış", Türkiye’nin Avrupa Birliğine Girişinin Din Boyutu, DİB. Yayınları, Ankara 2003, s. 271.

20-Osman Cilacı, “Müslüman Hıristiyan Diyalogu ve Ülkemizde İslam’ın Hoşgörüsü”, Diyanet İlmi Dergi, c. 33, sy. 3, 1997, s.79.

21-Bkz. Dünden Bugüne Tercüman Gazetesi, 28.10.2003.

22 Ragıp el-lsfahanî, el-Müfredat, Beyrut trs., ss. 324-325; Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe

Ansiklopedik Sözlük, Ankara 1978, s.10.

Nûr, 48-51.

24-Nisâ , 58.

25 Nisâ, 135.

26 Mâide, 8.

27-Kınalızâde Ali, Ahlâk-ı Alâî, Bulak Matbaası, Mısr 1248, c. III, s. 49

28-Dülger, a.g.m.

29-Aydın Yalçın, Türkiye İktisat Tarihi, Osmanlı İktisadında Büyüme ve Gerileme Süreci, Ankara 1979,

s. 65.

30-Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, Hayat Yayınları, İstanbul 1964, c. V/144.

31-İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatından Kapıkulu Ocakları, Ankara 1984, c. II/259.

32-Tayyip Gökbilgin, “Macaristan’daki Türk Hakimiyeti Devrine Ait Bazı Notlar”, Türkiyat Mecmuası, c.VII, İstanbul 1942, s. 206.

33-Taha, 44; Yuhanna, 8; 7.

34-Bkz. 23.6.2003 tarihli Zaman ve Akşam Gazeteleri.

35- Cilacı, a.g.m., s.77.

36- Cilacı, aynı yer.

37- Ömer Yılmaz, “Dinlerarası Diyaloğun Mistik Boyutu”, Diyanet İlmi Dergi, Cilt 39, sayı 4, s 119.

38- Aynı eser, s. 320.

39- Muhammed Hamidullah, Islâm Peygamberi, çev. S. Mutlu, S.Tuğ, İrfan Yayınları. İstanbul 1969, c. 11/182.

40-Baki Adam, Dinler Arası Diyalog, Yurtdışı Din Görevlilerine Rehber Kitap, DİB. Yayınları, Ankara 2001, s. 82.

41-Mehmet Görmez, “Said Hatipoğlu ile Muhammed Hamidullah Hocamız Üzerine”, Islamiyat Bülteni, Ekim -Aralık 2002, s. 9.

42-Murat Bilhan, “Ataum Güz Dönemi Açılış Dersi", ATAUM Bülten, Güz 2003, s. 25.

43-Bilhan, aynı yer.

44- İsmail Hilmi Bilgi, Avrupa Birliği -Din İlişkileri, ATAUM 3. Dönem Uzmanlık Tezi, Ank., 2003, s .3.

45-Bkz. 5 Mose 5,6-21; Matta 19,17-19; Enam ,151-153; Isrâ , 23-37.

46-Adel Theodor Khory, Der Islam und die westliche Welt, Primus Verlag, Darmstadt 2001, s.177-178.

47-Kral Fahd tarafından bir Türk komisyonuna hazırlattırılan Kur’an Mealinde Maide Suresinin 5. ayeti yorumlanırken burada geçen konulara değinilmektedir. (Bkz, Komisyon, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meali, Mushaf-ı Şerif Kurumu, Medine 1412/1992).

48-Zebîdî,Tecrîd-i Sarih, IX, 179, H. No: 1402.

4- Omer Yılmaz, a.g.m , s.111.

50-Çağrı Erhan, “Avrupa Bütünleşmesinin Tarihsel Gelişimi”, (ATAUM Ders Notları)

51-Ebul Ala Atfifî, M. İbn Arabi’de Tasavvuf Felsefesi, çev. M. Dağ, Kırkambar Yayınları, İstanbul 1998, s.16.

52-Yılmaz, a.g.m., s.109.

53-Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde 1999 yılında kurulmuş olan Dinler Arası Diyalog Şube Müdürlüğü halen hizmet vermektedir. Yine belli başlı İslam ülkelerinden Mısır, Ürdün, Tunus, Fas ve Endonezya’da bu konuda çalışmaların bulunduğu bilinmektedir.

54 -Aydın, a.g.m., s.272.

55-Alak, 1.

56 -Mansur Ali Nasıf, et- Tac li Camiu’l Usul, Pamuk Yayınları, İstanbul 1961, c. I, s. 64.

57 -Ali Himmet Berki, Osman Keskioğlu, Hâtemü’l- Enbiyâ Hz. Muhammed ve Hayatı, DİB Yayınları, Ankara 1993, s. 254.

58 -Mahmut Karakaş, Müspet İlimde Müslüman Alimler, KB Yayınları, Ankara 1991, s. 2.

59 -Seyyid Hüseyin Nasr, İslam’da Bilim ve Medeniyet, İnsan Yayınları, İstanbul 1991, s .8 ve 16.

60 -Karakaş, a.g.e, s. 83.

61 -A.g.e, ss. 84-85.

62 -Maurice Bucaille, Müspet İlim Yönünden Tevrat İnciller ve Kur’an, ter. Mehmet Ali Sönmez, DİB. Yayınları, Ankara1991, s. 20.

63 -Bu konuda çok detaylı bilgiler veren Osman Zeki Pakaiın, saray işlerinde kullanılacak adamlar yeniçeri ocağı için her sene devşirilen Hıristiyan çocuklarının en yakışıklı ve gösterişlilerinden seçildiğine temas etmekte, daha sonra bunların kıdem ve ehliyetlerine göre sarayın büyük vazifelerine yükseldiklerini belirtmektedir. (O. Zeki Pakaiın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB Yayınları, İstanbul 1993, c. I/534.)

64 -Devşirme: Saray hizmetleri, bostancılık ve Yeniçeri ocağında istihdam olunmak üzere toplanan Hıristiyan çocukları hakkında kullanılan bir tabirdir. (Pakaiın, OTDTS, c. I / 444.)

65- Ali Bulaç, Avrupa Birliği ve Türkiye, Zaman Yayınları, İstanbul 2001, s. 17.

66 Mehmet Ipşirli, “Osmanlı Devlet Teşkilatı”, Osmanlı Devleti Tarihi, Zaman Yayınları, İstanbul 1999, c. 11/219.

67-Mehmet Akman, “Kilise ve Havraların Islam-Osmanlı Hukuk Tarihindeki Yeri”, İLAM Araştırma Dergisi, c. I, S. 2, yıl 1996, s.141.

68-Geniş bilgi için bkz. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c .11, ss.177-181.

69 -Halil İnalcık, “Modern Avrupa’nın Gelişmesinde Türk Etkisi’’, Osmanlı ve Dünya, haz. K. Karpat, s.87.

70 -Karpat, a.g.e, s. 23.

71-İnalcık, a.g.e, s. 88.

72-Necdet Sevinç, Osmanlının Yükselişi ve Çöküşü, Burak Yayınevi, İstanbul 1991, ss. 42-43.

73-İnalcık, a.g.e, s. 84. 74

C.M. Kortepeter, “Modern Avrupa’nın Gelişmesinde Türk Etkisi”, Osmanlı ve Dünya, s. 90.

75 Brissaud Allain, Islam und Christentum, Berlin 1993, s. 357.

76-Mehmet Nuri Yılmaz, “Türkiye Batının Doğuya; Doğunun Batıya Merhaba Dediği Yerdir,” İnanç Turizm Günleri, Türsab Yayınları, trs., s.12-13.

77-XVI. Yüzyıl Alman mutassıp Protestan seyyahlarından biri olan Hans Denschvvam, İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat günlüğünde, Türklerin Türkiye’de yaşayan azınlıklara, özellikle Yahudilere karşı gösterdiği müsamahayı takdirle belirtirken, çok ağır şeyleri söylemekten de geri kalmamış ve “Türklere karşı koymak ve onları yenmek istiyorsak her şeyden önce biz Hıristiyanlar kendi aramızda birleşmeliyiz” sözlerine yer vermektedir. (Bkz. Hans Dernschwam, İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, ter. Yaşar Önen, KB.Yayınları, Ankara 1987, s. 4 ve 114.)