Makale

İhtilaf ve Tefrikaya Karşı Tevhit ve Vahdet

İhtilaf ve Tefrikaya Karşı Tevhit ve Vahdet

Prof. Dr. Raşit Küçük
Din İşleri Yüksek Kurulu Emekli Başkanı

İhtilaf kelimesi Arapça kökenli bir sözcük olup birden çok anlama gelir. Bunlardan belli başlıları; anlaşmazlık, karşı gelmek, görüş ayrılığı, eşit olmamak, çekişmek, farklı görüşe sahip olmak şeklinde sıralanabilir. Terim olarak da, “Sözde ve davranışta, anlayışta birinin tuttuğu yoldan başka bir yolu tutmak.” anlamına gelir. Herhangi bir konuda farklı bir görüşe sahip olma veya farklı görüşlerden birini benimseyip öne çıkarma anlamındaki ihtilaf, makul, kabul edilebilir ve düşüncenin gelişimine, hayatın akışına katkı sağlayıcı özellikler taşıyan, İslam âlimlerince de yadırganmayan, kınanmayan ihtilaftır. Mezhepler arası görüş farklılıklarını ifadede kullanılan ihtilaf da bu türden kabul edilmiştir. Çünkü bu tür ihtilaflar bir delile dayanan, bilimsel bilginin gelişimine katkı sağlayan bir özellik taşırlar. Netice itibarıyla toplumu bölücü, parçalayıcı, ötekileştirici nitelikte olmadığı sürece ihtilafın sakıncasından söz edilemez. Sakıncalı görülen, tehlike oluşturan, uzak durulması istenilen ihtilaf ise tefrika anlamına gelen ve dinde aykırılık teşkil eden ihtilaftır.
Şu kadar var ki, Kur’an ve sünnette herhangi bir kayıt, niteleme ve belirleme olmaksızın mutlak olarak kullanılan ihtilaf kelimesi daima olumsuz bir anlam ifade etmektedir. Bu anlamda kullanılan ihtilafın peşinden gelen ayetlerde sürekli olarak tefrika ve ihtilaftan kaçınılması emredilmiştir. İnsanların başlangıçta bir tek ümmet olduğu, ümmetin ise vahdeti ifade ettiği, yani tüm insan cinsinin birlik ve beraberlik içinde yaşadıkları, fakat zaman içinde ihtilafların baş gösterdiği, bunun üzerine toplumun birliğinin ve düzeninin bozulmaması için peygamberler ve kitaplar gönderildiği Kur’an’da beyan edilir. (Bakara, 2/213.) Peygamberler apaçık ayetler ve hükümlerle geldiği hâlde aralarındaki ihtilafları sona erdirmeyip sürdürenler kınanır. “Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarında hak tanımazlık yüzünden ihtilafa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidir ki Allah hesabı çok çabuk görendir.” (Âl-i İmran, 3/19.) “Onlara din konusunda açıklamalar yaptık. Kendilerine bu bilgiler geldikten sonra sadece birbirine karşı hak tanımazlık yüzünden aralarında görüş ayrılığına düştüler. Kuşkusuz Rabbin kıyamet gününde aralarında ihtilafa düştükleri konularda hükmünü verecektir.” (Casiye, 45/17.) İhtilafa düşülen konular hakkında son hükmü ahirette verecek olan Allah’tır. Bu sonuç Kur’an’ın birçok ayetinde tekrarlanır. İslam toplumunun yapısını sarsıcı, onları bölüp parçalara ayırıcı mahiyetteki ihtilaflar tefrika sınıfından sayılır ve Müslümanların gücünü ve kudretini zaafa uğrattığı için de haramdır. Yüce Allah şöyle buyurur: “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayınız. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmran, 3/105.)
Tefrikaya gelince:
Tefrika; yani fırkalara, gruplaşmalara, parçalara ayrılmak İslam nazarında daima kötü, olumsuz, tehlikeli, uzak durulması gereken bir davranış tarzı olarak görülmüş ve fırkalara ayrılmak anlamındaki bu kelimeye hiçbir müspet anlam yüklenilmemiştir. Bilakis Müslümanlar tefrikadan şiddetle sakındırılmış, uzak durulması istenilmiş ve tefrikanın sonunun azap olduğu tüm açıklığıyla beyan buyurulmuştur. Kur’an-ı Kerim, apaçık deliller karşısında ayrılığa düşmeyi (Âl-i İmran, 3/105.), peygamberler arasında ayrımcılık yapmayı (Bakara, 2/136, 285; Âl-i İmran, 3/84.), dinlerini bölüp gruplara ayrılanları (En’am, 6/159.) kınamış ve bunların her birinin tefrika olduğunu belirtmiştir. Her tefrika çekişmeyi, kavgayı, hatta savaşı beraberinde getirmiş ve toplumların birlik ve beraberliğini, güç ve kudretini zaafa uğratmış, neticede yok oluşlarının önde gelen sebeplerinden biri olmuştur. Kur’an’ın birçok ayeti geçmiş kavimlerin tefrika sebebiyle uğradıkları musibetleri bize haber verir ve bunlardan ibret almamızı ister. Bütün bunlara rağmen ne hazin bir gerçektir ki, Müslümanlar arasında tefrika Rasul-i Ekrem Efendimiz’in vefatından sonra çok erken dönemlerde başlamış ve tarihimiz boyunca da çok büyük acıların yaşanmasının önde gelen sebeplerinden biri olmuştur. Günümüzde de İslam coğrafyasının her yerinde tefrikanın ve anlamsız ihtilafların sürüp gittiğini ve ne büyük felaketlere sebep olduğunu görüp durmaktayız. Oysa daha geçen yüzyılda ve yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, kendi iç bünyesindeki bölünüp parçalanmalar sebebiyle birlik ve beraberliğini kaybeden, gücünü ve kudretini yitiren İslam coğrafyasının her bölgesi ve ülkesinin düşmanlarınca istilaya uğradığı gerçeği hepimizin hafızasında canlılığını korumaktadır. Mehmet Akif Ersoy bunu çok özlü bir şekilde şöyle ifade eder:
“Girmeden tefrika bir millete düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.”
Tefrika ve ihtilaflardan kurtulma ve korunma yolu olarak tevhit
Tefrikayı ve netice itibarıyla tefrikayla aynı sonuçları doğuran ihtilafları önlemenin yol ve yöntemlerini eksiksiz ve kusursuz bir şekilde, apaçık ve ayan beyan bize öğütleyen Cenab-ı Hak, “tevhit” akidesi üzere sabitkadem olup “vahdet”i sağlamamızı ve bu sayede kurtuluşa ermemizi talim buyurmuştur. Tevhit dininin karşısında yer alan her inanç sistemi şirki temsil eder. Tevhit inancı, İslam dininin aslını, esasını ve temelini teşkil eder. Tevhit, Kur’an’ın özüdür, ruhudur; ayetlerinin büyük bir ekseriyeti baştan sona tevhit akidesinden söz eder. Bütün peygamberlerin gönderiliş gayesi yeryüzünde tevhit inancını tebliğ edip hâkim kılmak ve buna bağlı olarak ümmetin vahdetini temindir. Tevhit akidesi denilince, anlamamız ve gönülden inanmamız gereken gerçek, Yüce Allah’ı birlemek, zatında ve sıfatlarında O’na başka hiçbir şeyi eş, denk ve ortak tutmamaktır. Tevhit inancı, birinci derecede, Müslüman bilincin zihnî bölünmüşlüğünü önler, onu ikilemden kurtarır; tek hak din olarak İslam’ı, ibadet edilecek yegâne mabut olarak Allah’ı bilip, tanıyıp, kabul etmesini, O’nun dışında tüm ilah edinilenleri reddetmesini sağlar. Bu sayede inancında, iç âleminde, düşünce dünyasında, hayat tarzında sağlıklı ve dengeli bireyler ve böyle bireylerin oluşturduğu sağlıklı, dengeli, düzenli toplumlar meydana gelir. Neticede toplum hayatının her alanında tevhide dayalı bir yapılanma oluşur. Tevhit toplumunda bireylerin ırkı, dili, cinsiyeti, bölgesi, rengi, makul ihtilafa dayalı düşünce ve görüş farklılıkları, onların vahdetine/birlikteliğine zarar vermez. Nitekim İslam tarihinde sadece düşünce ve görüş farklarından dolayı büyük çapta çatışma ve savaşların yaşanmadığı gerçeği bunun canlı şahididir. Müslüman toplumlar ve milletler arasında cereyan eden ve tarihin kaydettiği birtakım çatışma ve savaşların siyasi ihtiraslar yüzünden ortaya çıktığı, fakat bazı kere mezhep farklılıklarının bunlara alet edildiği hakikatiyle karşılaştığımızı da belirtmek zorundayız.
Tevhit inancının gereğinin neler olduğu Kur’an’ın birçok ayetinde zikredilir. Bu ayetlerin toplamından elde edilen muhassalanın özü sırat-ı müstakim, dosdoğru yol, Allah Teala’nın gösterdiği istikamettir. İşte bu yüzden, kıldığımız bütün namazların her rekâtında okuduğumuz Fatiha suresinde, “Bizi dosdoğru yola ilet.” duasını tekrar ederiz. Dosdoğru yol olarak tarif edebildiğimiz sırat-ı müstakimin Kur’an’daki açılımı üç ana tema etrafında yoğunlaşır: Allah’ın zatında tevhit, sıfatında tevhit ve fiilinde tevhit. Kur’an’ı okurken bu dikkat ve itina üzere okumak ve hayatımızı buna göre şekillendirmek en önemli görevimizdir. Çünkü tevhit inancının pratik hayata yansıması ve tezahürü, Allah’ın iradesinin ve hükmünün yeryüzünde görünür kılınması demektir ki, bütün insanlığın buna ne kadar muhtaç olduğu izahtan varestedir.