Makale

Kur'an Kursu ve Disiplin

Kur’an Kursu
ve Disiplin

Prof. Dr. M. Şevki Aydın
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Eğitimin temel işlevlerinden biri, bireyi toplumsallaştırmaktır. Toplumsallaşma denince ise, bireyin kurallara göre yaşaması akla gelir. Çünkü birey, ancak toplumu yönlendiren bir takım değerlere, kurallara uygun hareket ettiği takdirde toplumla uyum içinde yaşayabilir. Aksi takdirde, karmaşa meydana gelir; bu da çatışmaya yol açar. Bu durum, toplumun hücresi olan aileden tutun en büyük toplumsal birimlere kadar hepsi için geçerlidir.

Eğitim-öğretim de, bir takım kurallar çerçevesinde gerçekleştirilebilmektedir. Bu sürece katılan herkesin, o kurallara göre davranması istenmektedir. Yani, eğitim, her şeyden önce ilgili bireylerin kendilerini disipline etmelerini gerektirmektedir. Bu disiplin olmadan eğitimin sağlıklı gerçekleşmesi mümkün görülmemektedir.

Eğitimde disiplin anlayışı, disiplinin nasıl sağlanacağı meselesi, tarihte önemli bir sorun olma niteliğini sürdürmüştür; Batı’da da bizde de. Çağlar boyunca eğitimde disiplin denince dayak akla gelmiştir. Batı’da bu anlayışın çok yaygınlaştığı ve aşırı boyutlara ulaştığı dile getirilmektedir. Montaigne, ülkesinin çocukları için şöyle der: “Dayaktan sakatlanmış, sersem olmuş nice çocuklar vardır. Devletimizin kanunları yine bu işe karışmaz, sanki bu sakatlar ve sersemler bizim toplumumuzda yaşamıyorlar! Hiçbir şey öfke kadar insan düşüncesini saptıramaz… Öyleyse, neden babaları ve öğretmenleri öfkeli iken çocukları dövmekte serbest bırakıyoruz?” (Akyüz, 2001: 81. Denemeler, s137-138’den naklen)

16. yüzyılda ülkemizi gezen bir seyyah, bizde hocanın çocuğa ihtimam ve sabırla davrandığını, gerektiğinde de insaflı şekilde dövdüğünü; oysa o çağlarda Avrupa’da dayağın çok acımasızca uygulandığını, çocukları sakat bırakan dayakların atıldığını dile getirir. (Bk. Akyüz, agy)

Ne yazık ki, Osmanlı’da da dayak zamanla eğitimin aracı olarak görülmeğe başlamış ve çağlar boyunca bu anlayış varlığını sürdürmüştür. Ana babalar çocuklarını hocaya teslim ederken “eti senin kemiği benim” demeği marifet saymışlardır. “Hocanın vurduğu yerden gül biter” özdeyişi ithal edilmiş ve doğruluğu hiç sorgulanmadan gereğince amel edilmiştir. Bu anlayışla hocalık yapan kişiler de çocukları tokatlayarak, değnekle, falakaya yatırarak dövmeği eğitimin olmazsa olmazı olarak görmüşlerdir. Hatta hoca, öğrencisinin babasını görünce, “bugün seninkini biraz okşadım” diyerek dayak attığını iyi bir iş yapmışçasına haber verir; o da, “ellerin nurdan kopsun, bir iki de benim için vuraydın” diyerek memnuniyetini bildirirdi. Dahası, insanımız hocayı dayakla o kadar özdeşleştirmiş ki, evinde yaramazlık yapan çocuğu dahi annesi mektebe gidip hocaya şikayet eder dövdürtür(Bk. Akyüz, agy). Dayak, toplum ve eğitimciler tarafından öylesine içselleştirilmiş ki zaman içinde falaka, mektebin temel araç gereçleri arasında yerini almıştır.


Bu anlayış, çok acıdır ki, Kur’an öğretimi için de aynen geçerli olmuştur. Hocalarımız, Kur’an öğrettikleri çocukları da dayakla disipline etmekten geri durmamışlardır. Cumhuriyet dönemine bu kültür kodlarıyla girilmiş ve dolayısıyla bu yaklaşım, Cumhuriyet döneminde de varlığını sürdürmüştür. Dahası var, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile açılan İlahiyat Fakültesi ve İmam Hatip Mektepleri kapandıktan sonra din ve din eğitimi gelişigüzelliğe terk edilince, bu tutumun daha da yaygınlaştığı görülmektedir.

Çünkü Kur’an öğretimi, genelde yetersiz insanların eline bırakılmış; insanımız, önüne gelen herkesten bu çerçevede yararlanma zorunda kalmıştır.
Bu uygulama iyice yaygınlaşıp sıradanlaşmış sonuçta Kur’an öğrenmek için hocaya gidip de dayak yemeyene pek rastlanamaz olmuştur. Kur’an öğrenmek için hocaya gidenlerin hatıraları arasında mutlaka nasıl dövüldüklerine yer vermeden edemedikleri görülmektedir. Mesela, Ahmet Muhtar Büyükçınar Hoca’nın (Doğ. 1920) hatıratında, insanın canını acıtan çok tipik örneklerle karşılaşmaktayız. Onlardan sadece birini kısaltarak nakletmek istiyorum:

“Bir sabah ninem bir bakraç sütle beni Hoca’ya götürdü. Hocanın elini öptüm, daha sonra ninem: “Hocaefendi! Oğlumuz Ahmet Muhtar’ı okuması için getirdim. O sana teslim. Eti senin, kemiği benim.” dedi.

O zamanlar çocukları hocaya korken böyle demek adetti. Bu da çocuğun disipline uyarak okuması, derslerine dikkatli çalışıp iyi yetişmesi, hocadan bilgi alırken ahlak kurallarını da alarak ve yaşayarak, terbiyeli ve güzel huylu olması bakımından önemli ve yararlı idi. Hocalar bu sözü kötüye kullanıp körpe çocuklara dayak atmamalılar, çünkü onlar Hz. Peygamber’in vekilleridirler. O, kimseye dayak atmamıştır.
….
…Aldığımız derse iyi çalışır öğrenirdik. Hocanın yanında pek az yanlışımız çıkardı. Böyle çalışmalara mecburduk. Yoksa hocanın karşısında yanlış okuduğumuz her kelimenin cezası bir tokat, bazen de çift tokattı. O da sıradan tokat değildi, hocanın kendine özgü tokat atma usulü vardı. Hoca, önce sol elini sille çekeceği çocuğun sağ yüzüne destek eder, kulağını da sıkıca iki parmağı ile tutar, sağ eliyle körpe çocuğun sol yüzüne tokadı var gücüyle öyle patlatırdı ki çocuğun öpmeye kıyılmayan narin yüzünde hocanın parmak yeri dağlanmış gibi kızarır, sonra da aynı işlemi sağ yüzümüze uygulardı.

Ne var ki daha önce hafızamıza nakşedilen şu inanç, öldürücü tokadın acısını biraz olsun azaltırdı: “Hocanın vurduğu yerde gül biter.” …. Acaba Hz. Muhammed (s.a.s.), Kur’an’ı ve dini öğretirken kimin yüzüne bir kez olsun tokat vurmuştur? İyi ki çocukken bu gerçekleri bilmiyordum. Yoksa bir çok talebenin yaptığı gibi hocadan kaçar, okuyamazdım.

Gerçekleri ancak on yedi yaşımda Kur’an-ı Kerim’i ve din derslerini okutmaya başlarken düşünebildim. O zaman okutmaya başlamadan önce çocukken her hafta para ödeyerek, sille tokat yiyerek, bazen omuzlarına hocanın balyoz gibi yumrukları, arasıra da falakaya yatırılıp, acımasız hocanın canımı yakan ve tabanlarımı kabartan değnekleri inerek okuduğum devri düşündüm. Sonra da kendi kendime; “Eğer Peygamberimiz, Allah’ın kullarına gönderdiği dini bize yapıldığı gibi parayla ve dayakla öğretseydi, ne kimse öğrenmek ister, ne de Müslüman olurdu. “Hocanın vurduğu yerde gül biter.” sözünü duysalar bile, inanmazlardı.” dedim ve kendi kendime şu kararı aldım:

Şartlar, … ne olursa olsun (…) her yerde ve her zaman benden okumak isteyen herkesi okutacağım. İhtiyacım da olsa okutma karşılığında talebemden ne para alacağım, ne de –kendimi almaya alıştırmamak için- hediye kabul edeceğim. Talebem huysuz, tembel ve aksi de olsa, bir kelimeyi yüz defa söylemekle de öğrenmezse, yine de ona ne bir fiske vuracağım, ne de kalbini kırıcı çirkin bir kelime söyleyeceğim.” (Büyükçınar, 2002: 40-42)
Eğitimde böylesine şiddete baş vurma tutumu, hafızlık yapanlarda daha da ileri boyutlara vardırılmıştır. Hafızlık yapan hemen hemen herkes, farklı dozlarda olsa da fiziksel şiddete maruz kalmıştır. Dayaksız hafız olunamayacağı düşüncesi toplumca kabullenilmiştir. Bu kabullenme, dayağı doğallaştırmış, ona karşı çıkma düşüncesinin doğmasını önleyecek kadar kökleşmiştir. Dayak yiyerek hafız olanlar da, dayak atarak hafız yetiştirme işinin öznesi olmuşlardır.

İmam-Hatip okulları 1950’de yeniden açılınca, meslek dersi öğretmeni bulamama sorunuyla karşılaşılmıştır. Mecburen, bu gelenekten gelen din görevlileri, buralarda başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere meslek derslerini okutmakla görevlendirilmişlerdir. Pedagojik formasyondan yoksun olan bu hocalar, alternatif öğretmenlik bilgi ve becerisinden yoksun olduklarından dolayı, daha önce öğrendikleri öğretmenliği uygulamışlardır. Bu durum, İmam-Hatip Okullarında da başlangıçta disiplin adı altında öğrenciye şiddet uygulama geleneğinin yer almasına neden olmuştur.

Bu noktada hemen belirtmek gerekir ki, bu şiddet anlayışı, Kur’an öğretimi, din eğitimi adına utanç vericidir. Ancak bu olgu, sadece Kur’an ve din öğretimine özgü değil; tüm eğitim kurumları, hatta aile için de söz konusudur . Toplumun her kesiminde, bulunan bir sorundur.

Toplumun tümü için geçerli olan bu şiddet eğilimi, din öğretimine de ister istemez yansımıştır.

Özelde Kur’an ve din eğitimi alanında genelde toplumun tümünde bu iç acıtan geleneğin, Müslüman toplumda oluşturulması ve sürdürülmesi olgusunun çok yönlü analiz edilmesi, anlamlandırılması gerekmektedir. Her suresinin başında Allah’ın rahman ve rahîm niteliklerine vurgu yapılan Kur’an gibi bir kitaba inanan ve bu kitabın tebliğcisi, sevgi peygamberi Hz. Muhammed’i (s.a.s.) örnek edinmeyi kabullenmiş olan insanlar, çocuklarına, öğrencilerine dayak atmayı nasıl göze alabilirler? Dayak yiyerek büyüyen, öğrencilik yapan ve bundan şikayetçi olan insanlar, neden Ahmet Muhtar Büyükçınar Hoca gibi empati yaparak kendileri bunu yapmama kararı alamazlar? Neden şikayet ettikleri davranışı kendileri de aynen uygulamaya devam ederler? Bu ve benzeri soruların cevaplarının aranarak sorunun çözümlenmesi yapılmadan doğru değerlendirmeler yapılamaz.Burada böyle bir çözümlemeye girişecek değiliz. Ancak, bu çerçevede öncelikle birkaç hususun altını çizmek gerekmektedir.

1- Her şeyden önce, sözü edilen şiddet anlayış ve uygulamaları İslâm’ın temel kaynaklarına asla onaylatılamaz. Bu anlayışın arkasına İslâm yerleştirilemez. Söz gelimi, “çocuklara yedi yaşında namazın emredilmesini, kılmazlarsa on yaşında dövülmelerini” bildiren ve hadis diye meşhur olan sözü inceleyen bir Hadis bilimcimiz, onun hadis olarak kullanılamayacağını delilleriyle ortaya koydu (Bk. Ertürk, 2002) Hayatında dövmek şöyle dursun hiçbir kimseyi azarlayarak kırmamış bir Peygamber (s.a.s.) ve onun söz ve yaşantısıyla insanlara sunduğu dinî öğreti, böyle bir anlayışa dayanak yapılamaz.

2- Yukarıda bir kaçına işaret ettiğimiz, eğitim çerçevesinde şiddeti onaylayan özdeyişlerin çoğu, İslâm dünyasına dışardan ithal edilmişlerdir. Üstelik bunlar İslâmî kaynaklarda mutlak ve geniş bir tasvip de bulmamıştır. (Bilgi için bk. Öymen, 1963) Buna rağmen, kültürümüzde tutamaklar bulan bu özdeyişler, zamanla anlamlarının doğruluğundan kuşkulanılmayan konuma gelmişlerdir.

3- Fiziksel şiddetin olumlu eğitsel bir değeri yoktur. Sadece görünüşte geçici bir sükunet sağlar. Bunu yanlış anlayanlar, onun olumlu eğitici rolü olduğunu vehmederler. Oysa fiziksel şiddet, sadece tahribat yapar; bireyin kişiliğinde adeta telafisi mümkün olmayan yaralar açar, psikolojik sorunlar oluşturur.

4- Fiziksel şiddet, çekici değil, iticidir. Bu yüzden şiddet uygulayanlar, ilgili bireyin(çocuğun, öğrencinin) ulaşması planlanan hedeflerden sapmasına, uzaklaşmasına neden olurlar. Uygulanan şiddet, eğitimle öngörülen hedefleri dinamitler; bireyin tam aksi hedeflere yönelmesini doğurabilir. Söz gelimi, dindar olması hedeflenirken, dinden soğumasına neden olunabilir. Disiplin adına da olumlu hiçbir yararı yoktur; aksine disiplinsizliği artırır. Fiziksel şiddetin geçici sükunet sağlaması, disiplin adına olumlu bir durum olarak değerlendirilemez.

5-. Bu geleneksel anlayışa göre öğretmen/eğitimci, önce disiplini sağlayacak sonra öğretecektir. Disiplin sağlanmadan öğretime geçilemez. Çağdaş eğitim bilimlerine göre disiplin, eğitim olgusunun dışında bir unsur olarak ele alınmamalıdır. Disiplin, bizzat eğitim/öğretim sürecinden beslenir. Öğretme-öğrenme sürecinin işleyişi ne kadar etkin, verimli ve çekici olursa, öğrenci o kadar kendini bu sürece katar. Kendini öğretme-öğrenme sürecinin cazibesine kaptıran öğrenci, disiplini bozacak davranışta bulunmak şöyle dursun, böyle bir şeyi aklından geçirmeye bile fırsat bulamaz. Bu süreç, çekici olmadığı oranda, öğrencinin öğretme-öğrenme sürecinden kopmasına; dolayısıyla disiplini bozucu davranışlar sergilemesine yol açar. Eğitim sürecini etkin ve çekici kılan en önemli unsulardan biri, onun korku değil sevgi eksenli olmasıdır. Sevgiden beslenen disiplin etkindir, kalıcıdır ve yapıcıdır.

6- Fiziksel şiddete baş vurmak, çaresizliğin, zavallılığın, çözüm üretecek güçten yoksunluğun ürünüdür. Çocuğuna, öğrencisine karşı şiddet uygulayan birey, eğitimsizliğini, gelişmemişliğini, yetersizliğini, sorun çözmedeki acizliğini ilan etmiş olur. Böyle bir ebeveyn veya öğretmen, sorumluluğunun üstesinden nasıl geleceğini bilemeyen ve beceremeyen biri olduğunu; yani zavallılığını göstermiş olmaktadır.

7- Pedagojik formasyona sahip öğretmen yetiştirme yolunda bunca yıldır yol almamıza rağmen şiddete baş vurma durumu, eğitim kurumlarımızda, tamamen yok edilememiştir. Haziran 2006’da yapılan bir araştırma Lise öğrencilerinin %17’sinin öğretmenlerinden şiddet gördüklerini ortaya koymuştur. (Yalın/ Can, Ocak, 2007) Ancak, henüz istenen noktaya geldiğimiz söylenemese de, geçmişle kıyaslandığında çok mesafe alındığı söylenebilir. Sanırım günümüzde artık, “hocanın vurduğu yerden gül biter” diyen ne öğrenci vardır ne de veli.

8- Bugün Kur’an öğretiminde, Kur’an kurslarındaki din eğitiminde artık dayağın varlığından söz edilemez. Böyle bir anlayışa sahip birinin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurslarında görev yapması şöyle dursun semtine bile uğrayamaz. Başkanlık, kurslarda sadece dayak değil şiddetin diğer türlerinin de vuku bulmaması için bütün önlemleri almaktadır. Kur’an kurslarında uygulanmakta olan yeni programların temel ilkeleri ve amaçları, değil dayak, öğrencilere karşı kırıcı, onları mahcup edici hitaplarla bile bağdaştırılamaz. Bu programlar, insana saygı ilkesine dayalı bir din eğitimini öngörmektedir. Bu kurumlarda sevgi eksenli, mutlu edici bir disiplin anlayışı egemenliğini sürdürecektir. Öğretici, kendi öz yetkinliği, meslekî bilgi ve beceri donanımı, sevgi yüklü yüreği sayesinde sahip olacağı otoritesi ile, otoriter olmayan otoritesi ile bu disiplini sağlayacaktır.

KAYNAKLAR
Akyüz Yahya, Türk Eğitim Tarihi, 8.bs., İstanbul, 2001.
Büyükçınar Ahmet Muhtar, Hayatım İbret Aynası, İstanbul, 2002.
Ertürk Mustafa, Çocuğun Dinî Eğitiminde Kullanılan Bir Hadîs ve Tahlili (...Çocuğunuz 10 yaşına geldiğinde namaz kılmazsa dövünüz...)’Marife, yıl:2, sayı: 2, s. 53-79, Güz 2002.
Öymen Hıfzurrahman Raşit , “İslâmiyette Öğretim ve Eğitim Hareketleri”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. II, s.60-79), Ankara, 1963.
Yalın Mahmut / Can Faruk, “Gençler Hayatı Nasıl Algılıyor?” Diyanet Aylık Dergi, Sayı, 193, Ocak, 2007, s.7.