Makale

Ailede Îsâr

Ailede Îsâr

Dr. Sadık Eraslan
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

İsâr, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in bize öğrettiği güzel ahlâkın âdeta zirvesidir. Îsâr, çok yönlü ve geniş kapsamlı bir ahlâkî vasıftır. Sadece maddî bir değerin paylaşımında veya ikramında ortaya konan bir cömertlikten ibaret kabul edilmemelidir. Mal-mülkte, mevki-makamda veya herhangi bir menfaat ve mükâfatta, îsâr olabileceği gibi, hizmet ve yardımda, dua ve temennide dahi îsâr olabilir. Onun için “îsâr”, fayda ve hayra götüren herhangi bir konuda, başkasının kendi nefsimize tercih edilmesi ve dolayısıyla hasbî bir fedakârlığa katlanması olarak düşünülmelidir. Asr-ı saadette îsâr örnekleri çoktur.

Bu konuda da en büyük rehberimiz şüphesiz Hz. Muhammed’dir. O büyük ahlâkı insanlık tarihinde görülmemiş fedakârlık örnekleri ile doludur. Kendisi için değil, insanlık için yaşamıştır. Onun yolundan giden ashab-ı kiram ve gerçek Müslümanlar hep böyle yaşamaya çalışmış ve insanlığa örnek olmuşlardır. Haşr Sûresi 9. ayette Kur’an’ın takdirine mazhar olmuş büyük insanların görülmemiş fedakârlıkları, toplum hayatında olduğu gibi aile hayatında da yerini bulmuştur. Ancak genel manada fedakârlık olarak ifade ettiğimiz “îsâr” hangi hususlara bağlıdır, aile hayatında nasıl gerçekleşir, bunun önemi ve ölçüsü nedir? Şimdi bu soruların cevabını bulmaya çalışalım:

Aile fertleri arasında “îsâr” dediğimiz fedakârlık ve bunun sonucu olarak huzur ve mutluluğun gerçekleşebilmesi, öncelikle hayâ, iffet, doğruluk, dürüstlük, güven, sadakat, anlayış, sevgi ve saygı gibi bazı temel ahlâkî kural ve prensiplerin var olmasına bağlıdır. Bu saydığımız hususlardan birinin dahi olmadığı bir hayat ortamında “îsâr”dan söz edilemez. Ayette özellikle önce sevgiden söz edilir. Dolayısıyla îsâr, sevgi temeli üzerine oturtulmuştur. Bu da Allah rızası için olan bir sevgi olmalıdır. Zaten gerçek sevginin peşinden îsâr daha kolay gerçekleşir. Allah için sevenin, sevdiği değer uğuruna büyük fedakârlıklara katlanması çok görülmemelidir.

Ailede îsâr ve fedakârlığın olmazsa olmaz şartlarından biri de iffettir. Eşlerden biri iffeti zedeleyici bir davranışa sahip olduğu veya güveni sarsıcı bir harekette bulunduğu takdirde ailenin huzur ortamı temelden sarsılır. Böyle bir ailede güven diye bir şey kalmaz. Güvenin olmadığı aile ortamında da sevgi ve fedakârlıktan söz edilemez. Onun için biz îsâr ve fedakârlığı, ancak bu saydığımız güzel vasıflara benzer hususların yaşanmakta olduğu ailelerde düşünebiliriz.

Bu ailelerin başında şüphesiz Hz. Peygamber’in o güzide ailesi gelmektedir. Zaten her konuda olduğu gibi, aile hayatında da bizim yegâne örnek ve ölçümüz, o ve onun aile hayatıdır. Onun için öncelikle Hz. Peygamber’in aile hayatı ışığında konuyu ele almaya çalışacağız.

Şöyle ki: Hz. Peygamber şüphesiz en mükemmel baba ve eş idi. Onun için îsâr ve fedakârlığın en mükemmeli de onun o kutlu aile hayatında yaşanmıştı. Zira o, aynı zamanda insanların en iffetlisi, en doğru, dürüst ve güvenilir olanı idi. Eşlerine karşı sevgi, saygı, sadakat ve anlayışın en mükemmel örneklerini onun aile hayatında görmekteyiz. Özellikle ilk eşi Hz. Hatice validemizle yaşadığı aile huzur ve mutluluğu İslâm tarihi boyunca örnek gösterilmiştir. Hz. Peygamber 25 yaşından itibaren, Hz. Hatice ile yaklaşık 25 sene sadakat ve fedakârlık örneği bir hayat yaşamıştır. Öyle ki, Hz. Peygamber’in bu sadakati bir vefa örneği olarak, Hz. Hatice’nin vefatından sonra da devam etmiştir. Hz. Peygamber, çocuklarının annesi ve o ilk fedakâr eşini vefatından sonra da sık sık andığı gibi, yakın ve akrabalarına olan ilgisini dahi hiç kesmemiştir. Hz. Aişe konu ile ilgili şöyle buyurmuştur: “Allah Rasûlü’nün hanımlarından hiçbirine, Hz. Hatice’ye karşı duyduğum kıskançlığı duymadım. Hâlbuki onu hiç görmüşlüğüm de yoktu. Ancak Hz. Peygamber onu çok anardı. Ne zaman bir koyun kesip parçalara ayırsa, Hatice’nin dostlarına da gönderirdi. Bazen ona, “Sanki dünyada Hatice’den başka kadın yok!” derdim de bana, “Onun gibisi var mıydı, o şöyleydi, o böyleydi!... Benim çocuklarım ondan oldu.” diye karşılık verirdi.” (Buhari, Menakıbu’l-Ensar, 20; Müslim, Fezailu’s-Sahabe 75 (Hadis No. 2435) Böylece Hz. Peygamber, ümmetine çok güzel bir aile hayatı dersini vermişti. Bir Müslüman erkeğin hayatında olduğu gibi, vefatından sonra da eşine karşı vefalı olması gerektiğini öğretmişti.

Ayrıca Hz. Peygamber’in aile ortamında son derece nezaket, zarafet, güler yüz, tatlı dil, hoşgörü, karşılıklı anlayış ve güzel geçim hâkimdi. Hz. Peygamber şüphesiz bu ortamı Kur’an’ın ışığında ve rehberliğinde oluşturmuştu. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de erkeklere, kadınlarla güzelce geçinmeleri emredilmiştir. (Nisa, 14) Bunu en güzel şekilde uygulayan ve hepimize öğreten Hz. Peygamber’dir. O, örnek kişiliği, güzel ahlâkı ve her bakımdan üstün ve mükemmel özellikleriyle, ailesinde güzel bir geçim ortamı meydana getirmişti. Bir hadis-i şeriflerinde; “Mümin ülfet sahibidir. Ülfet etmeyen (kaynaşmayan) ve kendisiyle kaynaşılamayan kişide hayır yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, II/400, V/335) buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu kaynaşmayı Hz. Peygamber bizzat yaşayarak ortaya koyuyordu. Hz. Peygamber aileden bir fert olarak yaşamak istiyordu. Ailedeki hizmetlerin taksiminde diğer fertler gibi kendisine düşeni kendisi yapıyordu. Misal, eş ve çocukları yemeği pişirip getirdiklerinde, kendisi de ortalığı düzenler ve sofrayı sererdi. Oturduğu mekânı kendisi süpürür ve elbisesindeki söküğünü kendisi dikerdi. Bütün bu hizmetleri başkasına yaptırma imkânına sahip olduğu halde, özellikle bizzat kendisi yapardı. Böylece aile hayatında îsâr ve fedakârlığın en güzel örneklerini ortaya koyuyor ve bu konuda ümmetine şu nasihatte bulunuyordu: “Sizden bir kimse, eşine karşı kin ve öfke duymasın. Çünkü eğer sevmediği bazı huyları varsa, buna karşılık mutlaka hoşuna giden huyları da vardır.” (Müslim, Rada’ 61, hadis no:1469) Bu sözleriyle Hz. Peygamber, aile içinde daima olumlu yönlerin ön plâna çıkarılması gereğine işaret ediyordu. Bu da şüphesiz îsâr ve fedakârlık gerektiriyordu. Ancak nefsin hoşuna gitmese de özellikle erkekler tarafından bu yapılmalıydı. Hz. Peygamber böyle istiyordu ve İslâm’ın gereği de bu idi. Zira bu prensiplerin yaşanmadığı aile hayatında güzel geçim ve huzurdan söz etmek pek mümkün olamazdı. Nitekim Hz. Peygamber’in tavsiye ve emirlerine kulak verenler, onun o kutlu aile ortamını örnek alanlar, hem mutlu ve huzurlu bir hayata kavuştular ve hem de kendilerinden sonra gelen nesillere güzel örnek oldular.
Aile hayatı aynı zamanda bir hak-hukuk meselesidir. Mutlu ve kutlu bir hayat arkadaşlığıdır. Geçici dünya hayatıyla bitmeyen; sonsuza kadar giden bir arkadaşlıktır bu. Aynı zamanda bu, sorumluluklar da gerektiren bir beraberliktir. Bunu da bize öğreten Kur’an ve Allah’ın elçisidir. Kur’an, ailede eşlerin karşılıklı olarak birbirlerinin haklarına saygı göstermeleri gerektiğini bir prensip olarak şöyle ifade ediyor: “Kadınların yükümlülükleri kadar meşru hakları vardır.” (Bakara, 228) Allah’ın Rasûlü de, bu Kur’anî prensibi en güzel şekilde hayata geçirmiş ve kendisi de çeşitli sıkıntılara katlanma pahasına, eşlerinin haklarını gözetmiştir.

Cemiyetin temel taşı durumunda olan aile hayatımızda, bu gün birtakım sıkıntıların yaşandığı, boşanmaların çoğalıp yuvaların dağıldığı bir gerçektir. Başka milletlere göre bu konuda daha az problem yaşıyorsak bunu biz, sözü geçen Kur’anî ve peygamberî prensiplere borçluyuz. Zira peygamberini örnek alan bir Müslüman aile, hayatının huzuru için hiçbir fedakârlıktan kaçınamaz. Ailesinin şeref, haysiyet, huzur ve mutluluğunu gerektiğinde kişisel zevklerine tercih eder. Yemez, onlara yedirir, giymez onlara giydirir. Her ne pahasına olursa olsun aile efradını kimseye muhtaç bırakmaz. Bizce asıl îsâr ve fedakârlık da budur. Böyle bir ailede sevgi, saygı, iffet, sadakat, vefa, güven ve anlayış gibi bütün üstün meziyetler yerleşmiştir. Eşler arasında en ufak bir itimatsızlık olmaz. Biri diğerinin iffet ve namusu hakkında en ufak bir şüphe ve tereddüde düşmez. Allah korkusunun hâkim olduğu böyle bir aile ortamında, sadakatsizliğe, vefasızlığa yer yoktur.

Günümüzde nice ekonomisi; maddî yönü güçlü ülke ve milletler vardır ki, toplum ve aile huzuru bakımından büyük sıkıntılar yaşamaktadırlar. Aileler dağılmış, akrabalık bağları çözülmüştür. Âdeta kimse kimseyi tanımaz hâle gelmiştir. Baba-oğul, anne-kız birbirlerine sahip çıkmıyor. Çoğu medenî dediğimiz batı toplumlarında, evlât ile ebeveyn arasında bir fincan kahveden başka ikram mefhumu kalmamıştır. Aile büyükleri asıl saygı ve bakıma muhtaç oldukları yaşlarına geldiklerinde, yalnız yaşamaya mahkûm bırakılmaktadırlar. Kendilerini ziyaret edecek, ellerini öpüp onları teselli edecek evlâtlarını görmeye hasret kalmışlardır. Acınacak halde olan bu yalnız kalmış insanların önemli bir kısmının, öldüklerinden bile kimsenin haberi olmaz. Bir kısmının çürümüş bedenleri günler sonra belediyeler gibi kuruluşlar tarafından kaldırılır. Aynı toplumlardaki genç nesillerin önemli bir kısmı, daha farklı bir çöküntü içerisinde bocalamaktadırlar. Özellikle belli bir yaştan sonra, anne-baba sevgi ve şefkatini yeteri kadar göremediklerinden, büyük çapta alkol ve uyuşturucu batağına düşerler. Milletimizin asırlardır yaşamakta olduğu sağlam aile bağı, gelenek, örf ve âdetlere benzer değerlere sahip olmadıklarından bunlar, uzun ömürlü evlilikler de gerçekleştiremezler. Bizzat yerinde yaptığımız araştırma ve tespitlere göre, Avustralya gibi gelişmiş ve batı dünyasının bir parçası olan bir ülkede, evliliklerin yaklaşık % 50’si ilk yılında boşanma ile sonuçlanmaktadır. Maalesef benzer örnekler çoktur.