Makale

Toplum Değerlerini Sömüren Hastalık Haeksız Kazanç Talebi Yolsuzluk ve Rüşvet

Mehmet Zeki Karakaya
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Toplum Değerlerini Sömüren Hastalık
Haksız Kazanç Talebi
Yolsuzluk ve
Rüşvet

Toplumlar, kaynağını dinden ve hukuktan alan belirli ilkeler ve ahlâkî değerler etrafında birleşerek, güven ve huzurlarını sağlamaya ve sosyal barışı korumaya çalışırlar. Medenî bir toplumda, hukukî düzenlemelere göre hakların korunduğu ve sosyal hizmetlerin yürütüldüğü, bilinen bir gerçektir. Bunun için her toplum, dinî, hukukî ve ahlâkî ilke ve ölçülere dayanarak, mal, can, iş hayatı, ticaret güvenliği, kişiye ve kamuya ait haklar, meşru yoldan kazanma, işlenen suç ve günahları cezalandırma gibi konularda düzenlemeler yaparlar.
Bu ilke ve değerler, aynı zamanda huzurlu bir toplum olabilmenin temel kurallarıdır. Toplumu oluşturan kişiler, eğer bu ilke ve değerleri benimser ve uygularsa, güven ve huzur ortamını sağlamış olurlar. Yok eğer aksine bir yol tutar, o ilke ve değerlerden, giderek uzaklaşırlarsa, güvensizliğe ve huzursuzluğa kapı açmış, sosyal dengelerin bozulmasına ve ahlâkî değerlerin yozlaşmasına doğru, hızlı bir şekilde yol almış olurlar. Bir iş, eğer kendi şartlarına ve kurallarına göre değil de kişilerin doymak bilmez, sınır tanımaz arzularına göre yapılır veya yönlendirilirse, o zaman işler karışır, toplum değerlerinde ve dolayısıyla yeryüzünde bozulmalar ortaya çıkmaya başlar. Böylesine kötü bir gidişin sonucunda ise, "insanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır." (Rum, 41) anlamındaki ayette açıklanan bozulmalar gerçekleşir.
İbn Abbas’a (r.a.) göre, ayetteki "el-Berr" kelimesi, sahraları ve buralarda kurulmuş olan yerleşim birimleri ve "elBahr" de, denizleri, akar suları ve bunların kıyısında oluşturulmuş bulunan köy, kasaba ve şehirleri içerir: el-Fesad kelimesi ise, genelde bozma ve bozulma anlamını taşır. (el-Meraği, Ahmed Mustafa, Tefsiru’l-Meraği, c. XXI s. 54-55)
Buna göre ayette yer alan, "karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır" ifadesi, toplumda sıkıntılı ve çalkantılı günlerin yaşanması, doğal dengenin sarsıntılar geçirmesi gibi olumsuz gelişmelerin, dinî, ahlâkî ve hukukî kuralları göz ardı edilerek, aykırı davranışlarda bulunulmasıyla yakından ilgilidir. Düzensiz ve kuralsız bir biçimde yapılan her işin ve ortaya konulan her yanlış davranışın, bu bozulmalara sebep olduğu, ayetten anlaşılmaktadır. Çünkü insan, yeryüzünün imarından sorumlu bir görevlidir. O, sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizi oranın imarında görevli (ve buna donanımlı) kıldı" (Hud, 61) anlamındaki ayet, bunu açıkça bildirmektedir.
Üzerinde yaşadığımız yerkürenin kara ve denizlerinin ürünlerinden, her zaman yararlanıyoruz. Onlardan, devamlı olarak aynı hizmetleri alabilmemiz için, onların doğal dengelerini korumamız gerekir. Bu koruma işi, bir bakıma yeryüzünü ve denizleri yararlanılır ve yaşanır bir hâlde tutmak ve imar etmek demektir. Bu işi yapacak olan da insandan başkası değildir. O hâlde üzerinde yaşadığımız ve her nimetinden yararlandığımız bu dünyada" ilkeli ve ölçülü olmak durumundayız. Sırf kendi çıkarımızın peşinde koşarak, diğer canlıları, doğal dengeyi ve sosyal barışı olumsuz yönde etkileyecek işlerde ve davranışlarda bulunmak, kendi evimizi, kendi ellerimizle yıkmak demek olur. Çünkü, üzerinde yaşamakta olduğumuz bu dünya, her şeyi ile bize hizmet etmektedir. Yeryüzünün imarından, doğal dengenin ve sosyal barışın korunmasından, huzur ve güveni bozucu davranışlardan kaçınmakla sorumlu olan biziz. Bu sorumluluk, eğer ciddî bir şekilde yerine getirilmezse, karada ve denizde ortaya çıkan bozulmaların vebali bize ait olur. Kirletilmiş olan çevreden, bozulmuş olan dengelerden biz ve bütün canlılar zarar görür, yüz yüze geldiğimiz sıkıntıları durduramaz ve artık biz de bu dünyada yaşayamaz oluruz.
Bu bozulmalar ve bozukluklar, her şeyi yaratan yüce Allah’ın bu kainatta kurduğu düzenin incelikleri, bildirdiği ahlâkî kuralların dikkate alınmaması, helâl haram demeden çıkar sağlanması, başkalarının aldatılması, yalan söylenmesi, nefsin meşru olmayan arzularına uyulması, kendisini üstün başkalarının hakir görülmesi ve onlara saygısız davranılması, desinler uğruna ölçüsüz harcamalarda bulunulması, eldeki imkânlar yetersiz görülerek başkasına ve kamuya ait malların zimmete geçirilmesi, haksız kazanç sağlanması... Özet olarak toplum değerlerinin, ölümün, ahiretin, hesap gününün ve kişinin kendi sorumluluğunun unutulması gibi, zaaflar ve manevî hastalıklardan kaynaklanmaktadır" Kur’an, bu hastalıkları, "Kalp hastalığı" olarak nitelemektedir.
Bilindiği üzere insan, maddî bir beden ile varlığını kesin olarak bildiğimiz, kendisini göremediğimiz ruh, kalp, nefis, akıl ve vicdandan meydana gelmiştir. Bedende, acılı, sancılı, ağrılı ve başkalarını dahi tedirgin eden hastalıklar olduğu gibi, ruh, kalp ve akılda, bunların sağlığını bozan ve çevresini de olumsuz yönde etkileyen hastalıkları vardır. Bedendeki hastalıklar, genelde dengesiz, yetersiz ve sağlıksız beslenmeden kaynaklandığı gibi, kalbe ait hastalıklar da, inançsızlık, dine karşı kayıtsızlık, nefsinin geçici zevk ve arzularına düşkünlük, sorumsuzluk, bilgisizlik, katı kalplilik gibi sebep ve anlayışlardan kaynaklanır. Kalp hastalığı, yalan söyleme, iftira atma, riyakarlık, hırsızlık, gasp, acımasızlık, haksızlık v.b. zaaflar ve davranışlarla kendisini ortaya koyar.
İşte "kalp hastalığı" olarak nitelendirilen bu ölçü tanımaz ahlâkî zaaf ve taşkınlıkların, karada ve denizde bozulmaların ortaya çıkmasına, toplum değerlerinin sömürülmesine ve yozlaştırılmasına sebep oldukları, yukarıda anlamını verdiğimiz ayetten anlaşılmaktadır.
Oysa yaratılmışların en şuurlusu insandır. O, kendiliğinden oluşmuş veya olgunlaşmış, sıradan bir varlık değildir. O, ilk varoluş sürecinden beri birçok evrelerden geçirilerek terbiye edilmiş, imbiklerden geçirilmiş, süzülmüş ve birbirine katılmış bir özden yaratılmış, birçok özellik, güzellik ve niteliklerle donatılmış, en güzel biçime konulmuş ve sonra da görevli olarak bu dünyaya gönderilmiş seçkin bir varlıktır. Yüce Allah, ona insanlık rütbesi vermiş, yetkili kılmış, sorumluluklar yüklemiş ve denenmesi için bu dünyaya göndermiş olduğunu, "İnsanların hangisinin daha güzel amel yaptığını deneyelim diye şüphesiz biz yeryüzündeki şeyleri ona bir ziynet kıldık" (Kehf, 7), "O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır." (Mülk, 2) anlamındaki ayetlerde açıkça bildirmektedir.
Çok önemli bir konumda bulunan insanın, kendi hayatını daha anlamlı bir güzellik ve özelliğe ulaştırabilmesi için, Allah’ın var ve bir olduğuna inanarak, akıl ve yeteneklerini, O’nun rızası uğrunda kullanması, üstlendiği sorumlulukları yerine getirmesi gerekir, insan, işte bu özelliğini koruduğu ve güzel işler yaptığı ölçüde yükselir, ihmal ettiği veya başka bir yöne saptığı oranda da itibar kaybına uğrar. Bu tutumu ile o, kendi eliyle, yine kendisi için büyük bir üzüntü kaynağı hazırlamış olur. Çünkü Kur’an’ın, "insan kendisinin başı boş bırakılacağını mı zanneder?" (Kıya-me, 3) ve "Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürül-meyeceğinizi mi sandınız?" (Müminûn, 115) anlamındaki ayetleri, onun sorumlu bir görevli olduğunu ve yaptıklarından hesap vereceğini bildirmektedir. Kendi itibarlarını düşüren bazı insanların akıbetlerinin ne olacağını bildiren bir başka ayet ise, "Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik." (Tin, 4,5) anlamındadır.
O halde insan, akıl, irade, ilim ve iman şuuru ile hareket ederek güzel işler yaparsa, yüksek mertebelere ulaşır; şayet bunun aksina bir yol tutar ve zararlı işler peşinde koşarsa, o zaman şuurlu varlıkların en alt seviyesine düşmüş olur. Böylesine aşağı bir mertebeye indirilmesini istemeyen bir insanın, olumsuz davranışlardan sakınması, toplum değerlerine saygılı olması ve insan olmanın sorumluluklarını yerine getirmesi gerekir.
Buna göre her Müslüman, Yüce Allah’ın yaratıp kendisine emanet ettiği bu güzel lütufları düşünerek, kaynağını yüce dinimizden alan şahsî görev ve sorumluluklarını, ilkeli, ölçülü ve ahlâkî değerlere uygun bir şekilde yerine getirmek durumundadır. Tevhit inancından sapan, Allah’a ortak koşan, ahlâkî değerlere gösterişi, ibadetlere riya karıştıran, sorumluluklarının gereği gibi yerine getirmeyen, rüşvet veren veya alan, başkalarının elindeki nimetleri kıskanarak haset eden, haksız kazanç peşinde koşan kişiler, her iki dünyada itibar kaybına ve toplum değerlerinin sömürülmesine sebep oldukları gibi, bu olumsuz işleri ve davranışları ile de, içinde yaşadığımız çevrenin bozulmasına, dolaylı olarak kapı açmış olurlar.
İnançsızlık insanı bilinmez ve içinden çıkılmaz bir boşluğa iter, samimiyetsizlik ise, bitmez bir karamsarlığın içine düşürür. Kendi hatası yüzünden çektiği sıkıntı ve ıstıraplar, onu ilkesizliğe ve ölçüsüzlüğe götürür. Dolayısıyla böylesine bedbin ve karamsar olan bir insan, hayatından hiç zevk alamaz. Toplum değerleri diye bir ilke ve ölçü tanımaz. Çevresindeki insanları, yaşadığı sıkıntıların içerisine çekmeye ve böylece kendisine benzer arkadaşlar bulmaya veya edinmeye çalışır. Bazı insanlarda görülen böyle olumsuz davranışlar, toplum değerlerini yıpratır ve çürümelerine zemin hazırlar. Bunun yanı sıra, riya ve gösteriş düşkünü bazı insanların samimiyetsiz tutumları, yine aynı değerlerin bir başka açıdan çürümesine yol açar. Makam, mevki sahibi olma sevdasına düşme ve servet edinme ihtirası, dünya sevgisi, zevk düşkünlüğü, olumsuz duygular ve kötü arkadaşların etkisi ile yapılan yanlış işler de, toplum değerlerini yozlaştıran sebeplerdendir.
Kur’an-ı Kerim’in: "Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederse muhakkak büyük bir başarıya ulaşmıştır." (Ahzab, 70-71) anlamındaki ayetinde müminleri, işlerinin düzelmesi için günahlardan sakınmnaya, doğru sözlü olmaya, Allah ve Rasulü Hz, Muhammed’e itaat etmeye ve böylece büyük bir başarıya ulaşmaya çağırmakta ve emretmektedir.
Bizim için bir yol haritası durumunda olan ve hadislerden alınarak bir araya getirilen şu ahlâkî kuralları yaşamak ve yaşanmasına çalışmak, toplum değerlerini yozlaştırmaktan korumanın en kestirme yolu olacaktır.
Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Kardeşin, kardeşi üzerindeki hakları çoktur. Müslüman, Müslüman kardeşinin ufak tefek kusurlarını bağışlar. Gözünün yaşarmasından üzülür. Utanacağı bir işini saklar, kimseye söylemez. Mazeretini kabul eder. Gördüğü bir eksikliğini giderir. Gıyabında onu savunur.
Devamlı olarak ona nasihat eder. Dostluğundan vazgeçmez , onun hakkını gözetir. Hastalanınca ziyaretine gider. Öldüğünde cenazesine katılır.
Davetine icabet eder. Hediyesini kabul eder. Yokluğunda onu aratmaz, ikramına teşekkür eder. Yardımından hoşnut olur. Ailesinin şeref ve iffetini korur, ihtiyacını gidererek isteğini hoş karşılar ve onu boş çevirmez. Maksadına ulaşmasına yardımcı olur. Aksırdığında ona, "Allah, sana acısın" diye dua eder. Yitiğini bulmasına yardımcı olur. Ziyaretine gider. Zulümden alıkoymakla zalime, elinden tutmakla da mazluma yardımcı olur. Düşmanlık etmez. Bitmek üzere olan alış-verişini bozmaz. Onu utandırmaz. Kendisi için neyi istiyorsa, onun için de aynısını ister. Kendisi için istemediğini, onun için de istemez
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, insanları uyaran, gönülleri okşayarak yol gösteren bir hadisi şöyledir: "Doğruluktan sakın ayrılmayın. Çünkü doğruluk, iyilikle beraberdir. Doğruluk ve iyilik cennetliktirler. Yalandan uzak durun. Çünkü yalan ve fücur (İbadet ve taattan uzaklaştıran kötü huylar ve alışkanlıklar) birliktedir. Bunların ikisi de cehennemdedir. Yüce Allah’tan daima yakin (kamil iman) ve afiyet isteyin, Çünkü hiçbir kimseye, samimi bir imandan sonra afiyetten hayırlı bir nimet verilmemiştir. Birbirinize haset etmekten , buğz etmekten, arka çevirmekten sakının. Ey Allah’ın kulları! Allah’ın size emrettiği gibi kardeşler olun." (Ahmed b. Hanbel, Müsned. 1/5)