Makale

Prof. Dr. Kenan Gürsoy

Söyleşi

Ayfer Balaban

Prof. Dr. Kenan Gürsoy:

“Yunus’un, Mevlana’nın, Hacı Bektaş’ın, Ahmet Yesevi’nin mayaladığı yoğurdu yani kültürün derinliğini anlar, öğretirseniz, bunlarla yetişen insanlar çağla bütünleştiklerinde, hamili oldukları o cevheri ortaya çıkarırlar, onları yeni formlar hâlinde yeryüzünde yaygınlaştırırlar.”

Türklerin felsefe kültürüne katkıları nelerdir? Meselâ bizim irfan, gönül, edep ve haya, aşk gibi tüketilmez kavramlarımız var. Bunlardan hareketle evrensel felsefeye nasıl katkıda bulunulabilir?
Bizim tefekkür derinliğimizin ve enginliğimizin ürünü olan bu kavramlar gerçekten batı dillerine tercüme edilememektedir. Eskiden, geleneksel mânâda kullanıldıkları şekli ile bunlar üzerinde düşünmeye başlarsak, bizim batıya da doğuya da çağlar boyu devam edebilecek güzel katkılarımız olabilir. Fakat; bizde Aristo geleneği vardı, Farabi, Ibn Sina vardı diye bunlarla övünmeyelim. Günümüzde -yaşayışta- ahlâk adına kullandığımız öyle kavramlar, öyle terimler var ki, bunları derinleştirebilirsek, buradan çağdaş ve evrensel felsefeye katkılar yapabiliriz. Bunlar içerisinde biraz evvel söylediğiniz gibi edep kavramı, fevkalâde önemlidir. Evet edep, haya demektir. Edep, iffet demektir. Ama bununla kalmıyor. Buna öyle bir mânâ veriyoruz ki baktığımız her şeyde, her olayda Allah’ın kudretinin bir tecellisini görüp ona saygı göstermeyi de edep olarak idrak ediyoruz. Yani bu kavranışın ardında her şeyi, kâinatı bütünü ile Yaratıcı’nın eseri olarak görmek gibi bir düşünce var. Eğer böyle bakılacak olursa; artık kâinattaki bütün insanlarla barış ve biliş kurmakta olunması gerektiği düşünülür. Çünkü onların da saygıyla alınması, karşılaştırılması, bizlerle olan münasebetlerinin bu ölçüde anlaşılması gerekir.
Bir başka ifade ile edep, kendini ve haddini bilmektir. Çünkü kendinizi bilirseniz ancak kâinatta ve kendinizde olan o mânâyı da kavramış olursunuz. Edep, başka bir ifadeyle akıl demektir. Akıl yürütülürse eğer, illa bütün doğruların bilindiği iddia edilmez, fakat edeben "aklımızın ulaştığı yer kadar" denilir. Ya da "araştırdığım kadarıyla" denilir veya "ben buradan ancak bu kadar anlıyorum" denilir ve mutlak bir hüküm veriyormuş gibi fanatizme, dogmatizme düşülmemiş olunur. Edep, bu mânâda insanın kendi yaşaması dolayısıyla varoluşsal temel hâline getirilebilir.
Bunun İslâmî prensiplerde çok güzel yansımalarını görmekteyiz. Öğrencilik yıllarımda, İlahiyat Fakültesinde bir hocamdan edebin şöyle bir açılımını işitmiş- tim: Rabbimiz ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor; /Biz ona şah damarından daha yakınız./ Öyleyse; şah damarından daha yakın olanın yakınlığını her an hissedebilen bir bilgi, anlayış ve idrak seviyesine ulaşmış olan insan, tek başına iken bile edebi gözetir.
Bütün mesele burada çözülüyor zaten. Bütün mesele; her an Yüce Yaratıcı’nın murakabesi altında olduğunu hissetmek ve bilirken ancak O’nun izniyle ve O’nun için bildiğinizi düşünecek kadar irfan sahibi olarak yaşamaktır. Bana kalırsa edep çok güzel tanımlanmış.
Edebi, şah damarından da yakın olanın yakınlığını hissetmek ve hissettirmek imkânı olarak da tarif etmek gerekir.
Bir felsefeci olarak, size göre felsefecinin referansı ne olmalı?
Bir felsefeciye felsefeci olarak sorarsanız, bu referanslar çok farklı olabilir. Ama bu kültürün bir felsefecisi olarak sorarsanız derim ki, evvela bu kültürün dilini - başkalarına bunu empoze etmeden çok iyi bilmek ve kavramak mecburiyetindeyiz. Yine bu dilin kavramlarının mânâlarının ait olduğu ruhu almak, onunla teneffüs etmek ve ondan bir şeyleri katmak için evrensel bilgiye doğru yönelmek mecburiyetindeyiz. Bunun bir başka adı da kendi dilini, kendi kültürünü kendi kültürünün içinde gizli olan o ruhu sevmek demektir. Bu sevgi olursa; siz bu sevgiyi aynı zamanda yavaş yavaş felsefe olarak, düşünce olarak, tefekkür olarak dışarıya veriyorsunuz demektir. Ben evvela böyle bir referansın olması gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca bir kültürün ruhunda, temelinde bütünleştirici bir unsur varsa -ki bunlar çok farklı şeyler olabilir- o bütünleştirici ruhun ne olduğunu dile getirmek için çaba sarf etmemiz gerekir.
Benim kültürüm, benim felsefem diyoruz. Bu ifade aslında felsefe, kaynağında yerel, kavrayışında evrensel olmalı demek değil mi?
Biraz önce izah ettiğim gibi bir bilim ve kültürün içinden düşünüyoruz, kaynağı itibarı ile bu, kendi evimiz olan, kendimize has olan kültürdür. Ama bu evrensel mahiyette bir fikir ortaya koyar. Kendi geleneğinizin içindesiniz, kendi kültürünüzü yaşıyorsunuz. Onun örfüne-âdetine riayet ediyorsunuz. Onun bütün estetik zevkleriyle bütünleşiyorsunuz. Fakat sonunda öyle bir şey söylüyorsunuz ki, zirve noktada o söylediğiniz şey artık bütün bir insanlık âlemini kucaklıyor. Bütün bir âlem onda kendisinden bir şeyler buluyor ya da onda kendisi için bir şeyler buluyor ve ona doğru yöneliyor. Bu mânâda felsefenin bu kültürden kaynaklanarak zirveleşen rafine olan bir noktada, bütün bir kâinatı kucaklamak gibi bir şansı var. Yani siz bir üst noktada öyle bir yorum yakalıyorsunuz ki, o yorum bütün bir insanlığa hitap ediyor ve bütün bir insanlık o yorumda kendisinden bir şeyler bulup size yönelebiliyor. Bunu yani evrenseli yakalamak lâzım.
Hz. Mevlana’nın "bir ayağım Kur’an’da, diğeriyle bütün alemi dolaşırım." sözleri ile ortaya koyduğu düşünce -bazılarına göre pergelizm olarak da ifade ediliyor- bu anlamda güçlü bir tespit değil mi?
Her türlü pergelden daha büyük, her türlü açıdan daha geniş bir açı ve fakat her türlü temelden daha geniş, daha sağlam, daha oynamaz bir temel. Türk dilinden, Türk sanatından kopmuş bir felsefenin; -âcizane kendim için- ideal ve olması gereken bir form olmadığını düşünüyorum. Tam bu noktada iken elbette siz bütün bir kâinatı düşünecek, aktüel anlamda dünyada geçerli olan bütün sorunları tartışmaya gayret edeceksiniz, bütün insanlığı kurtarmaya çalışacaksınız. Fakat bileceksiniz ki, bunun en muvaffak kılıcı yolu; kendinizden hareketle ve sonunda insan olarak kendinize dönük, size tekamül imkânı hazırlamak şeklinde ortaya çıkıyor.
Bir düşünce sistemi olarak felsefe aksiyonla nasıl bütünleşir? Yani felsefe sadece bir takım düşünceler ileri sürmek midir
Felsefenin en büyük problemi bu. Burada felsefeciler çoğu zaman kendilerini fildişi kulelere yani kavram, sistem kulelerine kapatan insanlardır. Bana kalırsa felsefenin önemli bir fonksiyonunun en sonunda ahlâk olduğunu fark etmek durumundayız. Eğer sonunda siz bir ahlâk tefekkürünü ortaya koyuyorsanız felsefe, ahlâk nokta-i nazarından aksiyonla, eylemle, davranışla bütünleşmek zorundadır.
O zaman felsefe sadece bilgi değildir, sadece bilinmez fakat aynı zamanda olunur. Yani siz yaşayan, kendini inşa eden, şahsiyetini imar eden bunu da bütünleşilmesi gereken değerlerle bütünleşmek suretiyle ortaya koyan bir felsefeci olursunuz. Mevlana’nın, Yunus’un, Hacı Bek- taş Veli’nin başarısı da buradan yani sadece düşüncede kalmayıp, bir aksiyon adamı olmalarından // bir fonksiyonunun kaynaklanıyor.
Onlarınki pratik bilgelik yani?
Onlar bir aksiyon adamı ama kör bir aksiyon adamı değil, daima tefekkürle temellendirilmiş, nereye bakmakta olduğunu, nereden geldiğini, nereye gitmekte olduğunu iyi farkeden, bu farkedişte bütün bir cihanla kucaklaşan bir aksiyon adamı.
Modern dünyada hem böyle bir tefekkür derinliğine sahip, hem de aksiyon adamı olacak yeni Mevlanalar, Yunuslar yetiştirmek mümkün değil mi?
Yunus’un, Mevlana’nın, Hacı Bektaş’ın, Ahmet Yese- vi’nin mayaladığı yoğurdu yani kültürün derinliğini anlar, öğretirseniz, bunlarla yetişen insanlar çağla bütünleştiklerinde, hamili oldukları o cevheri ortaya çıkarırlar, onları yeni formlar hâlinde yeryüzünde yaygınlaştırırlar.
Cevher var, yeter ki işlenebilsin.