Makale

Prof. Dr. Bekir Karlığa “Gelenek, dini şekillendirmemen, din için bir geniş yelpaze konumunda olmalıdır.”

SÖYLEŞİ

Söyleşi Hafsa Fidan

Prof. Dr. Bekir Karlığa

“Gelenek, dini şekillendirmemen, din için bir geniş yelpaze konumunda olmalıdır.”

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Bekir Karlığa ile çok çeşitli konular üzerinde seyreden bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu konulardan bazıları; Kur’an vahyinin güncelliğinin bilimsel veriler eşliğinde sağlanmaya çalışılması, dinî düşüncenin kişisel veya kurumsal ilgi ve çıkar aracı yapılmaması, kısaca "istismar" edilmesinin önüne geçilmesi, temel İslâmî kavramlardan olan "cihad"m çeşitli anlam boyutlarıyla kavranmasıdır. Bunların yanında hocamızın İslâmî modernleşme ve gelenek tartışmaları konusundaki görüşlerinin de ele alındığı söyleşiyi istifadenize sunuyoruz.



Kur’an vahyinin güncelliğini sadece Allah inancına ve günümüz bilim ve düşüncesinin verilerine dayanarak açıklamak yeterli midir? Yoksa bilimsel düşünce ile salt inancın ötesinde Kur’an’ı insanın ahlâkî, estetik, tarihsel, toplumsal varoluşu ile sürekli irtibatlandırarak güncellemek daha tercihe şayan bir yol mudur?
Elbette ki vahyin güncelliğini sadece belirli alanlardaki verilere dayanarak açıklamak yeterli değildir. Vahyin temel dayanaklarını ortaya koymak gerekir. İslâm vahyinin özgünlüğünü iki bakımdan tebarüz ettirebiliriz. Bunlardan birincisi ve en önemlisi vahyin içeriğinin sağlıklı olarak analiz edilmesidir. Bu analiz esnasında bilimin verilerinden elbette ki yararlanılabilir, ancak bunların bilimle özdeşleştirilmeye çalışılması son derece yanlıştır. Zira bilim değişkendir, vahiy ise sabit. Bilim daha çok bizim varlık yapımızla şartlı ve sınırlıdır, vahiy ise varlığı bütünüyle kuşatan zaman ve mekân üstü niteliktedir. Vahyin muhtevasını ele alırken daha çok sosyal, ahlâkî, entelektüel ve estetik boyutunun tahlil edilmesi ve bu tahlil sonucunda elde edilen verilerin insanlığa sunulması daha doğru olur sanıyorum.
İkincisi de; vahyin melek aracılığıyla alınışından bize intikaline kadar geçen aşamaların en azından mantık sınırlarını zorlamayacak ölçüde gerçekleşmiş olması vurgulanmalıdır. Bu da bize vahiyde güven kriteri sağlayacaktır. İslâm vahyi bu bakımdan mümtaz bir konumdadır.
İslâm dünyası dil ağırlıklı analizlere fazlasıyla daldığından Kur’an’ın icazı konusunu hep gramer ekseninde değerlendirmeye çalışmıştır. Bu nedenle de cahiliyye devri edebiyatı abartılı biçimde tasvir edilerek Kur’an’ın belağatının ondan çok üstün konumda olduğu vurgulanmak istenmiştir. Ancak günümüz insanı için artık bunun çok büyük bir anlam taşıdığını söylemek mümkün değildir. Bu icazı bilimsel keşifler yoluyla göstermeye çalışmak da sonunda yukarda vurguladığımız tehlikeyi getirmektedir. Bu durumda sayı mistisizminden (Hurufilik) geleceğe dair kehanetlere (istikşaf) ve sembolik yorumlara (işari tefsirler) kadar pek çok Batıni, Hermetik, Mistik ve Gnostik eğilimler kendini Kur’an ve İslâm ile özdeşleştirmeye kalkabilmektedirler.
Son dönemlerde İslâm dünyasında teorik ve pratik boyutlarıyla modernleşme temayülü ağırlıklı olarak varlığını hissettirmektedir. Sizce İslâm modernleşmesinin son durumu ve yönelişi nasıldır?
Modernleşme demek, her şeyden önce içinde yaşanan günü algılamak ve farkına varmak demektir. Sonra bu, daha çok "Modernite" diye ifade ettiğimiz ve Rönesans’tan itibaren gelişen özellikle 18. yy. aydınlanmasıyla ortaya çıkan rasyonelleşme eğilimini ifade eden bir terim olmuştur. İslâm modernleşmesi dediğimiz olay Batıda gerçekleşen ’’Modernite"den büyük çapta farklıdır. Bir kere hayata ve olaylara bakışımızı şekillendiren ve kısaca İslâm akılcılığı diyebileceğimiz anlayışla Batı Rasyonalizmi arasında önemli farklar vardır. Batı Rasyonalizmini aksi yönden besleyen Katolik Teoloji, İslâm’da söz konusu değildir. Bazı mevzii ve kısa süreli çatışmaları bir kenara bırakacak olursak İslâm dünyası, Batı’da olduğu gibi uzun asırlar sürüp giden Din-Bilim çatışmasına tanık olmamıştır. Buna bağlı olarak İslâm modernleşmesi dediğimiz olay ne toptan bir değişimi hedeflemiş, ne de bunu gerçekleştirme yollarını denemiştir. Ancak hayat sürekli yenilendiğinden, din de ölüleri değil dirileri muhatap aldığından İslâm’da modernleşme kaçınılmaz olmaktadır.
Çok yavaş seyreden bu modernleşme eğilimi bir reform haline dönüşememektedir. Bu da İslâm’ın sahip bulunduğu esneklikten kaynaklanmaktadır. Çünkü metin, sürekli yeni yorumlara açıktır.
"Gelenek" kavramı ile gelenek içinde ortaya çıkan birtakım klâsik görüşler, inançlar ve tutumlar arasında ayırım yapmak gerekli midir?
Geleneği yok sayamayız elbette. Ancak gelenek, dini şekillendirmemen, din için bir geniş yelpaze konumunda olmalıdır. Bence inançlar ve tutumlarla gelenek arasında zaten kendiliğinden bir ayırım söz konusudur. Çünkü geçmişi olduğu gibi yeniden getiremeyiz. Yeni doğan, ölenle aynı değildir. Ama geçmişimizi yok saymamız da imkânsızdır. Öyleyse sağlıklı bir denge kurmak, geleneği çağdaş veriler ışığında bir ayıklamaya tabi tutmak, bize yarayanı alıp yararsız olanı atmak durumundayız.
Bugün İslâmî modernleşme çabalarını geleneğin bir devamı olarak görmek suretiyle klâsik görüşleri eleştiriye tabi tutmak ve böylece geleneğin modernleşmesini sağlamak mümkün müdür?
Geleneğin modernleştirilmesinden çok, onu gelenek olarak almalı ve güncelleştirmenin yollarını bulmalıyız. Bir tarihi eseri yıkıp yerine beton yığını göz alıcı bir bina yapmak yerine onu restore ederek günümüzde fonksiyonel hâle getirmek daha akıllıcadır. Tarihi esere hiç dokunmadan koruma altına aldığımızda onu müzelik bir objeye döndürürüz. Tıpkı bunun gibi geleneği de aynıyla yaşatmaya kalkıştığımızda onu hayatiyetten mahrum folklorik bir unsur haline getiririz. Halbuki biz geleneğin gücünden yararlanmak zorundayız.
Peki bir İslâm aydınlanmasının temel parametreleri sizce nelerdir?
İslâm aydınlanmasının temel parametresi, akıl ile vahiy arasında sağlıklı bir denge kurarak kendi dünyamızı yeniden inşa etmenin yollarını aramaktır, inşa edeceğimiz bu yeni dünya, hayalî değil gerçekçi, sübjektif değil objektif, irrasyonel değil akılcı, tek boyutlu değil çok boyutlu, çağdışı değil çağdaş olmalıdır. Akıl-vahiy arasında sağlıklı denge kuramamış olmaktan kaynaklanan ve bizi üç asırdır her alanda ağır yenilgilerle yüz yüze getiren bu anakronik (tarih dışı) konumdan çıkmak zorundayız. Mevcut durumumuzun memnuniyet verici olduğunu söyleyemeyiz elbette.
Dinî düşünce ile siyasî düşünce her ne kadar mahiyetleri gereği ayrı şeyler olsalar da sonuçta insan varlığı üzerinde sürekli kesişmektedirler. Buna göre dinî düşüncenin safiyetini siyasî düşüncenin ilgi ve çıkarlarından korumak sizce teorik ve pratik düzlemlerde ne kadar mümkündür?
Bir düşünce etkinliği olarak elbette ki dinî düşünce ile politik düşünce belirli düzlemlerde kesişeceklerdir. Bunu önlemenin imkânı yoktur. Çünkü din, ölü bir organizma değil, yaşayan canlı bir mekanizmadır. Dinî düşüncenin safiyetini koruyabilmek için onun politik konularda fikir beyan etmesini önlemek yerine bir araç olarak kullanılmasını (istismar) önlemek gerekir. Ama insanoğlu tabiatı gereği kullanmayı da (istismar) çok seven bir yaratıktır. Bu konuda yapılacak en doğru şey, dinî düşüncenin önünün açılmasıdır. Dinî düşüncenin önünün açılması için de her türden dinî spekülasyonlara geniş imkân tanımak gerekir. Bu bağlamda, özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı’na çok iş düşmektedir. Özel televizyonların ekranlarında gördüğümüz ve çoğunu içimiz burkularak izlediğimiz din eksenli tartışmalar, Diyanet’in kuracağı bağımsız, özgür ve ortak platformlarda yapılmalı, buralarda oluşacak görüşler toplum önüne çıkarılmalıdır. Din ile siyasetin alanını keskin bir çizgiyle ayırmaya kalkışmak, neticede taraflardan birisinin sahnenin dışına atılmasıyla sonuçlanır ki, nihayetinde her iki kurum da zarar görür. Uzun Pozitivist, Materyalist ve Komünist tecrübe bunu göstermiştir. Müslümanların günümüzde Allah ile ve varlıkla ve dolayısıyla kendileri ile barışık yaşayabildikleri kanaatinde misiniz? İslâm barış ve huzur demek, bununla birlikte bu teorik kavramlar Müslümanların pratik hayatına ne kadar yansımaktadır? Yansımıyorsa eğer problem nerededir?
Kişinin, kendisi ve çevresiyle barışık olabilmesi için asgari ihtiyaç sınırlarını aşmış olması gerekir. İhtiyaçların baskısıyla bunalan kişilerin hem kendileriyle hem de başkalarıyla barışık olmalarını düşünmek yanlış olur. Biz birey olarak insanımızı kendisiyle barışık hâle getirecek asgari imkânları sağlayamamışsak, entelektüel ihtiyaçlarını karşılayamamışsak, onu sağlık, barınma ve geçinme sorunlarıyla baş başa bırakmışsak kendisinden barışıklık beklemeye hakkımız yoktur. Sosyal devletin gereği olarak çağdaş sosyal adalet ilkelerini dengeli olarak gerçekleştirmeden kalıcı bir sosyal barıştan da bahsedilemez. Bütün bu olumsuzluklara rağmen insanımızın genetik yapısından kaynaklanan tarihi ve kültürü ile bütünleşen olumlu bir hoşgörüsü bulunmaktadır. Şimdiye kadar yaptıkları gibi bu hoşgörüyü kötüye kullanmak yerine, ondan yararlanarak yeni açılımlar getirmeleri mümkündür. Çeşitli yazılarınızda "cihad kavramının sadece "savaş" boyutunun öne çıkarılmasını yanlış bulduğunuza dair görüşlerinizi ifade etmektesiniz. Size göre söz konusu kavram hangi çağrışımlarıyla literatürümüzde ve tabii ki hayatımızda yer almalıdır?
Bana göre cihad, İslâm’ın en temel kavramlarından birisidir. Her alanda bizi ayakta ve canlı tutabilecek olan bu kavram son asırlarda, özellikle de Kolonyalizm çağında Oriyentalist vurgularla bir anlam daralmasına uğramıştır. Birçok yazımızda belirttiğimiz gibi "cihad" kavramının, sosyal (cehd ve gayret), entelektüel (ic- tihad), psikolojik (nefisle mücahede) ve savunma (cihad-ğaza) boyutları vardır. Ne yazık ki bu boyutların çoğu unutulmuş ve yalnızca savaş boyutu ön plâna çıkarılmıştır. Son zamanlarda ise bu boyut daha da daraltılarak anlamsız bir terör gerekçesi hâline getirilmektedir.