Makale

Atatürk, TÜRKİYE CUMHURİYETİ ve DİN EĞİTİMİ

Prof. Dr. Reşat Genç

Atatürk, TÜRKİYE CUMHURİYETİ ve DİN EĞİTİMİ

Atatürk’ün daha İstanbul’dan Samsun’a hareket ederken kafasında taşıdığı temel düşünce "millî hakimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak" düşüncesi idi.
O, Türk İstiklâl Savaşı’nı zaferle tamamlayıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurduktan sonra, bu devleti kuran Türk milletini hem çağdaş ve uygar hem de millî kimlik bilincine sahip bir millet yapabilmek için bilinen pek çok inkılâp hareketleri gerçekleştirdi. Bu inkılâplara temel oluşturan ilkeler ortaya koydu.
Atatürk’ün Cumhuriyeti kurduktan sonra, ortaya koyduğu düşünceler ve ilkeler ile, gerçekleştirdiği inkılâpların özüne bakıldığında, hareket noktası olarak iki temel hususu göz önünde bulundurduğunu görürüz. Bu iki temel hususu kendisi iki vecizesi ile âdeta özetlemiştir. Bunlardan biri, "bilelim ki, millî benliğine sahip olamayan milletler, başka milletlerin avı olurlar" vecizesi, ötekisi ise, "medeniyet öyle bir ateştir ki, ona bîgâne kalanları yakar mahveder" vecizesi- dir.
X. Yıl Nutku’nda yer alan "Millî kültürümüzü muasır medeniyet sev-iyesinin üstüne çıkaracağız" şeklindeki beyanı da bu iki vecizesi ile ortaya koyduğu temel hususların bir başka ifade ediliş şeklini oluşturmaktadır.
İşte bu iki temel noktadan bakıldığında eğitimimizin, birbiriyle çelişkili değil, tam aksine birbirini tamamlayıcı olarak düşünülmesi gereken iki önemli görevinin olacağı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Birinci görev, milletimizin kültürünü oluşturan, sağlam ve kalıcı değerleri genç kuşaklara aktararak milletin birliğini, beraberliğini ve sürekliliğini sağlamaktır.
ikinci görev, toplumu eğiterek toplumun davranışlarında istenilen değişiklikler gerçekleştirmek; toplumun gelişmesini, ilerlemesini, çağdaşlaşmasını sağlamaktır.
Eğitim, bu görevlerinin ikisini birden yerine getirmekle yükümlü olmalarıdır. Bunlardan birincisi yerine getirilmezse toplumda kopukluk olur, milletin sürekliliği, millî birlik ve beraberliği tehlikeye düşer, ikinci görev yerine getirilmezse toplum geri kalır, çağın gelişmelerine ayak uyduramaz, varlığı tehlikeye girer. Şu halde millî eğitim, bir yandan Türk milletinin millî, ahlâkî, manevî ve kültürel değerlerinin ayakta kalmasını, millî kültürümüzün gelişmesini kuşaktan kuşağa aktarılmasını ve bu kültürlü millet olma bilincine kavuşmasını sağlayacaktır. Öte yandan Türk inkılâbının ve Atatürk ilkelerinin doğru anlaşılması, gelecek kuşaklara öğretilmesi, yenileşme ve çağdaşlaşmanın başarılması konularında kendisine düşen görevi yerine getirecektir.(H. A. Koçer, Türk Eğitim Tarihimizde Atatürk’ün Yeri, Atatürk Devrimleri ve Eğitim Sempozyumu, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayını, Ankara, 1981; T. Feyzioğlu, Atatürk ve Millî Eğitim, Atatürkçü Düşünce, Atatürk Araştırma Merkezi yayını, Ankara, 1992)
Dolayısıyla, Atatürk’e göre din eğitim konusunun da bu iki temel nokta göz önünde bulundurularak ele alınması gerektiği, çok açık bir husus olarak ortaya çıkmaktadır. Yani din eğitimi de, bir yandan millî kültürün "millî, ahlâkî, manevî ve kültürel" değerlerinin ayakta kalarak geliştirilmesini sağlamada önemli bir yeri olan "Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi" konularını genç kuşaklara öğretirken, öte yandan da Türk Milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, millî, ün- iter, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletini sonsuza kadar yaşatmak, milletimizin çağdaş uygarlığın bütün gereklerini anlayabilen, yaşayabilen, yaşa- tabilen ve üretebilen bir millet hâline gelmesini sağlamak, bunu sağlamanın yolu olan Türk inkılâbı ile Atatürk ilkelerini zihinlerine ve gönüllerine sindirmiş ve bunları var olmanın gereği saymış, aydın kuşaklar yetiştirmek amacını gütmelidir.
Bu noktalardan, Atatürk’ün ve onun kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin din eğitimi konusuna nasıl eğildiği hususlarına gelince:
a) Bilindiği gibi, 3 Mart 1924 tarihli ve 429 sayılı "Şer’iyye ve Evkâf ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Bakanlıklarının Kaldırılması Hakkında Kanun’un 1. maddesi "Türkiye Cumhuriyetinde, kişiler arası ilişkileri düzenleyen hukukî işlemlere ait hükümlerin yasama ve yürütme yetkisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun oluşturduğu hükümete aittir, Islâm dininin bundan başka, inançlar ve ibadetlerle ilgili bütün hükümlerinin ve işlerinin yürütülmesi için ve dinî ku- rumların yönetimi Cumhuriyetin başkentinde bir Diyanet işleri Reisliği makamı kurulmuştur" hükmünü, 4. maddesi ile Reisliğin, Başbakanlığa bağlı olduğu hükmünü, 5. ve 6. maddeleri ile de ibadet yerlerinin yönetimi ile bütün din görevlilerinin atanmaları ve görevden alınmaları ile ilgili işlemlerin, anılan Reisliğin görevlerinden olduğuna dair hükümleri getirmekle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, oluşturduğu bu yeni kurum vasıtasıyla yerine getirilmek üzere din hizmetleri konusunda çok önemli görevler üstlenmiştir. (R. Genç, Türkiye’yi Lâikleştiren Yasalar, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1998, s. 2-17)
b) Yine 3 Mart 1924 tarihli ve 430 Sayılı Tevhid-i Tedrisat (Öğretimlerin Birleştirilmesi) Kanunu’nun 4. maddesi ile, "Millî Eğitim Bakanlığı, (dini bilgiler konusunda yüksek uzmanlar yetiştirmek üzere üniversitede bir İlahiyat Fakültesi kuracak ve imamlık ve hatiplik gibi dinî hizmetlerin yerine getirilmesiyle görevli memurların yetişmesi için de ayrı okullar açacaktır" hükümleri getirilmekle Türkiye Cumhuriyeti devleti, din hizmetlerini yerine getirecek her kademedeki görevlilerin yetiştirilmesi konusunda da çok önemli görevler üstlenmiştir.(R. Genç, a.g.e., s. 18-29)
Atatürk de, "Nasıl ki her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek gerekli ise dinimizin gerçek felsefesini inceleyecek, araştıracak, bilimsel ve teknik olarak telkin kudretine sahip olacak, seçkin ve gerçek din bilginlerini de yetiştirecek yüksek öğretim kurumlarına sahip olmalıyız" diyerek, din eğitimi verecek kişilerin de, nelerin dinî ve nelerin dinî olmadığını iyice anlamalarını ve Türk toplumuna, millî eğitim esaslarına uygun dinî bilgiler vermelerini istemiştir. Taassubun bilgisizliğe dayandığını açıklayan Atatürk, bilgisizliğin yok edilmesi için mevcut ve gelecekte şekillenebilecek cahillik sebeplerinin ve kaynaklarının yok edilmesinden devleti sorumlu tutmuş ve bu amaç için birleştirilmiş eğitimi en önemli araç olarak ele almıştır. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. II, Türk Inkilâp Tarihi Enstitüsü yayını, Ankara, 1952, s. 89; Ayrıca bkz. Atatürk Düşüncesinde Din ve Lâiklik, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1999, s. 42)
Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti, hem anılan yasaların hem de ulu önder Atatürk’ün bu konudaki isteklerinin ruhuna uygun olarak üstlenmiş; bir yandan Milli Eğitim Bakanlığı (ve şimdi bir de YÖK Başkanlığı) eliyle din hizmetlerinin gerektirdiği her düzeyde görevliyi yetiştirirken öbür yandan da bu yetişenleri Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle istihdam ederek üstlendiği görevleri yerine getirmektedir.
Şüphesiz bu ifade ettiklerimiz, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından istihdam edilecek her kademedeki din görevlilerinin yetiştirilmesi ve bu görevliler vasıtasıyla milletimize verilecek dinî bilgiler konusunda yapılanlarla ilgilidir.
Bunların dışında Cumhuriyetimizin kuruluşundan bugüne, zaman zaman "Din Dersi" veya "Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi" gibi adlarla İlk ve Orta Öğretim programlarında yer alan dersler aracılığı ile eğitim çarkından geçen kuşaklara verilen bilgilerin konusu da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin din eğitimi konusunda üstlendiği başka bir görev alanını oluşturmaktadır.
Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Atatürk’ün bu konu ile ilgili olarak: "Müslümanların toplumsal hayatında, hiç kimsenin özel bir sınıf olarak varlığını korumaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler, dinî hükümlere göre hareket etmiş olmazlar. Bizde ruhbanlık (özel bir din adamları sınıfı) yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her kişi dinini, din işlerini imanını, öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur" (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. II, Türk, 1952, s. 89; ayrıca bkz. Atatürk Düşüncesinde Din ve Lâiklik, _ s. 48-49) diyerek, din eğitiminin, bilgisiz ve yetersiz kimseler tarafından okullarda, çok iyi yetişmiş uzman kimseler eliyle ve Cumhuriyetin eğitim anlayışına uygun bir program çerçevesinde okullarda yapılmasına işaret etmiştir.
Atatürk, Türk milletinin çağdaş uygarlık düzeyine çıkarken, kişilere manevî destek sağlayacak olan ve akla, mantığa, ilme ve fenne uygun olduğunu defalarca ifade ettiği, hurafelerden, bâtıl ve boş inanç ürünlerinden, yabancı unsurlardan, bilgisizler tarafından yapılmış gelişi güzel yorumlardan kurtarılmış şekliyle ve özü ile, ehil eller tarafından verilmesine önem vermiş, bu konuda; Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki yol medeniyet yoludur" de-
218; Nutuk c. II. Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayını, Ankara, 1960, s. 708)
Dolayısıyla, Atatürk’ün işaret ettiği gibi; "ülkemizin şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olmaması, hiç kimsenin özel bir sınıf olarak varlığını koruyamaması, yani bir tür ruhbanlığın oluşamaması", "her kişinin dinini, diyanetini, imanını eşit olarak öğrenebilmesi" için okullarda, hem Islâmiye- tin özüne uygun temel din bilgileri hem de genel din kültürü ve ahlâk bilgisi dersleri verilmesi gerekmektedir. Böyle bir yaklaşım, Büyük Atatürk’ün, yine cehaletten kaynaklanan bir husus olarak bir konuşmasında ifade ettiği, "Bizi yanlış yola sevkeden kötü yaratılışlılar, bilirsiniz ki, çoğu zaman din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep dini kural sözleriyle aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz... Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden kötülükler, hep din perdesi arkasındaki dinsizlik ve kötülükten gelmiştir" demek suretiyle (Atatürk Düşüncesinde Din ve Lâiklik, s. 49) işaret ettiği saf ve temiz halkımızı hep dinî kural sözleriyle aldatılmaktan kurtaracağı gibi, yüce dinimizi istismar eden din simsarlarının da gerçek kimliklerinin ve niyetlerinin öğrenilmesine imkân verecektir.
Zira, geçmişte dinimizi istismar- ederek toplumda kendilerine geçim ve çıkar sağlama imkânı bulmuş olan bu simsarlar, lâik cumhuriyet sisteminde büyük ölçüde kaybettikleri menfaatlerini yeniden elde etmek peşindediler. Onun için lâikliğe ve lâik Türkiye Cumhuriyeti’ne düşmandırlar. Bu din simsarları Allah için iş yaparak, insanları aydın ve mutlu kılmaktan çok, uzakta, Allah’ın yerine iş yapmaya kalkarak halkımızı perişanlığa, cehalete, taassuba götürmeye çalışmaktadırlar. Lâik Cumhuriyet, bu simsarların İlâhî iradeyi kendi egoları uğruna saptırmalarını önlemiş, dinimizi bütün saflığı, sadeliği ve özü ile koruma altına almıştır. Yani dinin bu simsarlar tarafından kişisel, ticarî ve siyasî amaçlar için sömürülmesi- ni önlemiştir. Lâiklik sayesindedir ki, İlâhî iradeyi saptıran din sömürücüsü egoist odakların, zulümlerini devletleştirmeleri çığırı kapatılmıştır.
Din adına işlenebilecek baskı, zulüm, saptırma, sömürme, ezme ve dışlamalara teslim olmadan düşünebilmek için, hurafe tasallutundan arınmış bir atmosfer sağlayan lâik düşünceyi ve lâik Cumhuriyeti koruyup yaşatabilmek açısından insanlarımızın dinî konuları hakkında yeteri kadar doğru bilgi sahibi kılınmaları da lâik cumhuriyetin temel görevleri arasında bulunmak gerekmektedir.
Ancak, hurafelerden ve bâtıldan arınmış bir şekilde dinimizi özü ile ve bütün sadeliği ile okullarımızda öğretmeye, hem de sözde lâikliği korumak adına, karşı çıkan aydınlarımız da maalesef vardır. Bunlar,"lâik Cumhuriyet okullarında Din Dersi de, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Dersi de olamaz" gibi bir yanlış tavır içindedirler. Aslında bu tavır din konusunu kendilerinin de asla onaylamayacakları, onaylamamaları gereken yanlış ellere teslim etmenin ta kendisidir. Dini özü ile ve bütün sadeliğiyle okullarda öğretmemek, inanan insanları, dinleri ile ilgili bilgileri birtakım sözüm ona "dergâhlardan, "efendiler"den veya "hazretlerden, bâtıla ve hurafeye boğulmuş şekilde öğrenmeye sevk etmek, dolayısıyla meydanı bunlara bırakmak, kendi elimizle kitleleri bunların kucağına itmek gibi başıboş ve o derecede de tehlikeli bir gidişe prim vermek demek olmaz mı? (R. Genç, Atatürkçü Düşüncede Lâiklik, s. 256)
Yani böyle bir tavır ve tutum, "Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz" diyen ulu önderin bu direktifine karşı bir tavır ve tutum içine girmekle eş anlama gelmez mi?
O halde herkes; Atatürk’ün neyi, niçin ve nasıl öngördüğünü ve yaptığı, yaptırdığı uygulamaları iyi öğrenmek konusuna yeniden eğilmeli ve olması ya da yapılması gerekenleri gereği gibi değerlendirmelidir.
Bu vesile ile, yukarıda işaret edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun gerekçesinde yer almış olan hususlara da önemle işaret etmeliyim. Şöyle deniliyordu: "Bir devletin temel eğitim ve kültür politikasında, milletin duygu ve düşünce bakımından birliğini sağlamak için öğretim birliği en doğru, en bilimsel, en çağdaş ve her yerde yararları ve güzellikleri görülmüş bir ilkedir. Osmanlı devleti de Gülhane Hatt-ı Hümâyûnundan sonra tüm iyi niyetine rağmen öğretimlerin birliğini sağlamak istemişse de bunu başaramamış ve aksine bu konuda bir ikilik bile meydana gelmiştir.
Bu ikilik eğitim ve öğretim birliği açısından birçok zararlı sonuçlar doğurdu. Bir millet fertleri ancak bir eğitim görebilir, iki türlü eğitim bir ülkede iki türlü insan yetiştirir. Bu ise, duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını tamamen yok eder." (R. Genç, Türkiye’yi Lâikleştiren Yasalar, s. 18-19)
Burada, Türk eğitiminin geneli ile ilgili olarak çok hayatî bir konuya bir defa daha işaret edilmelidir. Eğitim hizmeti, kendi çarkından geçen insanları ortak duygu ve düşünce birliğine sahip kılmalı, onlara çağdaş ve uygar insanlar olarak bir ve beraber oldukları bilincini kazandırmalıdır. Bu bakımdan Türk Milli Eğitimi gerek genel eğitimde gerekse meslekî eğitimde millî, üniter, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti esaslarını içlerine sindirmiş, çağdaşlaşmayı ve "muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmayı" amaç edinmiş Türk insanını yetiştirmelidir. Değilse âdeta ayrı dünyaların insanları gibi yetişmiş bireylerden oluşan bir toplumu her bakımdan sağlam bir "millî ve çağdaş" bünyeye sahip millet hâline getirmek mümkün olamaz.
Yani lâik devlet esasına uygun bir şekilde öğretim birliği kurulmadıkça ve eğitim çağdaş bilimin gereklerine uygun hâle getirilmedikçe, ne millî bütünleşme sağlanabilir ne de çağdaşlaşma mümkün olabilir.
Atatürkçülüğü, millî bir çağdaşlaşma modeli" veya "modernleştirici milliyetçilik" olarak tanımlayan bilim adamları, bu yazının başlarında işaret edilen eğitimin iki temel görevinin birbirleriyle çelişkili değil, birbirini tamamlayıcı karakterine dikkat çekmişlerdir.
Türk Milletinin kökleri tarihin derinliklerinde, dalları ise göklerde olan ulu bir çınar ağacına benzetebiliriz. Bu çınar ağacı, kökleri ile tarihimizin derinliklerinden beslenirken, gövdesi ve dalları ile daima daha yükseklere uzanacaktır.
Çağdaşlaşmak, yenileşmek, ışığa, aydınlığa, uygarlığa doğru ilerlemek, millî benliğimizden uzaklaşmak demek değildir. Türk milleti, Atatürk’ün önderliğinde "hem çağdaş, uygarlık düzeyinin üstüne yükselme" amacına erişmek için atılımlara girişmiş, hem de millî benliğine kavuşarak Türk olmanın sevincini ve gururunu duymuştur. (T. Feyzioğlu, Atatürk ve Milliyetçilik, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c, I, sayı, 2, Ankara, 1985, s. 353-411)
O halde gerek genel eğitimde gerekse meslekî eğitimde ve o arada elbette din eğitiminde de millî, çağdaş, lâik öğretimlerin birleştirilmesi ilke ve yasasına uygun ve hem kız hem de erkek çocuklarımıza eşit eğitim imkânı verecek biçimde; çağdaş bilimin gereklerine uygun olarak aydınlanmayı ve çağdaşlaşmayı esas alan Türk eğitim sisteminin bu nitelikleri titizlikle korunarak devam ettirilmeli, bunlardan şu veya bu şekilde sapmalara asla fırsat verilmemelidir.